Özlenen Rehber Dergisi

139.Sayı

Gönül Dostlarının Hayatları; Kutbu'r-rabbani İmam Abdulvehhab Şarani (k.s.)

Derya KOCABIYIK Özlenen Rehber Dergisi 139. Sayı
İsmi ve nesebi:
Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed Tilmsânî Ensârî’dir. Mısır’ın Kalkaşend kasabasında, 898 (m. 1493)’de doğdu. Nesebi, silsile hâlinde Hazreti Ali’ye ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e ulaşır. Dedesi Tilmsân Sultânı idi.
Yetişmesi:
İmam Şar’ani (k.s.) erken yaşta anne-babasını kaybetmiş bir şekilde köyünde yetişti. Kardeşi ve abisi Abdulkadir Şa’ranî sanki bir baba gibi onun gözetiminde bulunarak kendisinin yetişmesinde çok büyük payı olmuştur.
Babası küçük yaşında ilim tahsiline verdi. İmam Şa’rani (k.s) kendi ağzından bunu şu şekilde anlatıyor:
’Cenab-ı Hakk’ın inayeti ile sekiz yaşında Kur’ân-ı Kerîmi ezberledim. Yine bu yaşta kitapların metinlerini ezberledim.’
Çalışkanlığı ve anlayışı ile hocalarının kısa zamanda gönüllerini fethederdi. Hocalarından okuduğu kitapları ezberlerdi. Genç yaşında, hadîs ve fıkıh ilimlerinde üstâd oldu. Tasavvuf yolunda da çok çalışarak, pek çok velinin feyz ve teveccühlerine kavuştu. Bunlardan en başta geleni Aliyyü’l-Havvas hazretleridir.
İlim ve tasavvuf hocaları:
Tabakatu’l-Kübra kitabında edep ve ulum derslerini aldığı hocaların sayısının yaklaşık 50 olduğunu ve isimlerinden bazılarını şu şekilde sıralar:
1) İmam’l-Kebir Celalettin es-Suyutî eş-Şafiî
2) Muhammed Mağribî
3)Muhammed bin Anan,
4) Ebü’l-Abbâs Gamri
5)Nûreddîn Hasenî
6) Şeyhülislâm Zekeriyyâ el-Ensârî
7) Ali Darîr
8)Ali bin Cemâl
9)Abdülkadir bin Anan
10)Muhammed Âdil
11) Muhammed bin Dâvûd
12) Muhammed Servî
13) Nûreddîn Mürsâfi
14) Tâcüddîn Zâkir
15) Efdalü’d-dîn ve daha pek çok evliyanın teveccühlerine, feyz ve bereketlerine kavuştu. Allah dostları sadece tasavvufî eğitimle kalmamış kendilerini zahiri ve fenni ilimlerde en zirveye ulaştırmışlardır. Hayatların tamamına baktığımızda bunu en bariz bir şekilde görürüz. İşte bunlardan birisi de Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleridir. Kendisini her alanda yetiştirmiş bir Allah dostudur.

İmam-ı Şa’rânî hazretleri, pek çok talebe yetiştirdi. Etraftan akın akın gelen talebeler medreseyi doldurur, onun eşsiz bir derya olan bilgilerinden istifadeye çalışırlardı. Talebelerine hem zâhirî, hem de bâtını ilimleri öğretirdi. Hatta kendisini çekemeyen ve aleyhinde olanlara rüyada görünür, onları îkâz eder, bozuk düşüncelerden korurdu. Böylece o kimselerin de istifâde etmesini sağlar, Cehennemde yanacak bir hâlden onları korumaya çalışırdı. Merhameti çok fazlaydı.
Tasavvufa girişi:

Abdulvehhâb-ı Şa’rânî’ye; ’Tasavvuf yoluna nasıl girip ilerledin ve buna kimler sebep oldu?’ diye bir suâl sordular. O da cevap olarak buyurdu ki: ’Tasavvuf yolunu, önce Hızır aleyhisselâmdan ve üstadım Aliyyü’l-Havvâs’tan öğrendim, önce onlara tam olarak inanarak teslim oldum. Tasavvuf yolunda ne emrettilerse hepsini yaptım. Nefsimle senelerce mücâhede ettim. Nefsimin istemediklerini yaparak, onu terbiye ettim öyle ki, yalnız kaldığım zaman, odamın tavanına bir ip bağlar, onu boynuma takarak Rabbime ibâdet ederdim. Uykum geldiğinde yatmak isterdim. Fakat boynumdaki ip, uykuya mâni olurdu. Mecburen ibâdete devam ederdim. Böylece nefsimin istemedikleri şeyleri yaparak, onu terbiye etmeye, yola getirmeye çabalardım. Haramlardan şiddetle kaçındığım gibi, mübahların fazlasını dahi terk ederdim. Yiyecek bir şeyim olmadığı zaman ot yer, yine kimseden bir şey istemezdim. Vâli konaklarının ve sultan adamlarının evlerinin gölgesinden dahi geçmez, yolumu değiştirirdim, iyice incelemeden bir şey yediğim olmadı, öyle bir hâle geldim ki, gelen yiyeceğe bakarak, onun helâl olup olmadığını, Rabbimin bana ihsân etmesiyle anlamaya başladım. Helâl olan yiyeceklerden temiz ve güzel bir koku, haram olanlardan kötü ve pis bir koku, şüphelilerden ise, haramlardakinden daha az bir koku hâsıl olmaya başladı. Bu alâmetlere göre hareket ettim. Bu şekilde elimden geldiği kadar dînin emir ve yasaklarına dikkat ettim. Cenâb-ı Hak da, bana ibâdetleri zevkle yapmayı ihsân etti. Kalb gözüm açıldı, yakin hâsıl oldu ve hakîkatin menbâ’ına eriştim.
Bir gün cinler huzûruna gelip, tevhîd ile ilgili yetmiş beş suâl gönderdiler ve ’Ey Şeyhülislâm! Bizim âlimlerimiz bunlara cevap veremedi. Bunların hakîkatini insanların âlimleri ancak bilir’ dediler. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî onlara, ’Keşfü’l-hicâb verrân an vechi es’ileti’l-cân’ isimli bir kitap yazdı. Bu kitap, en meşhûr kitapları arasında sayılır.
Abdülvahhâb-ı Şa’rânî hazretlerine, Allah’ü Teâlâ’nın öyle ihsânları vardı ki, saymakla bitmezdi. Bunlardan biri de; güneşin batışından doğuşuna kadar, yani akşamdan sabaha kadar, cansız eşyanın ve hayvanların tesbihlerini duymak idi. Kendisi anlattı: ’Birgün akşam namazını, haramlardan çok sakınan, hattâ şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını bile terk eden, hocam Emînüddîn’in arkasında kılıyordum. O ânda gözümden perde açıldı. Direk, duvar, hasır, döşenmiş taşların tesbihlerini duymaya başladım. Korktum. Sonra Mısır’da bulunan herşeyin, sonra etrâftaki devletlerin ve okyanuslardaki bütün mahlûkların konuşmalarını ve tesbih seslerini işitmeye başladım. Meselâ okyanustaki bir balık şöyle tesbih ediyordu: ’Ey Cemâdâtın, hayvanların, bitkilerin, herşeyin rızkını veren Rabbim! Mahlûkatından hiç birinin rızkını unutmayan ve isyan edenden dahi ihsânını kesmeyen Sen her noksan ve kusurdan münezzehsin.’ Namazı kılıp bitirdik. Sabaha kadar bu hâl bende devam etti. Çok korktum. Sabah olurken, Hak Teâlâ merhamet edip, bu gibi şeyleri duymamı perdeledi.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’ye, Cenâb-ı Hakk’ın ihsânlarından biri de, bir konuşmada veya yazıda geçen hadîs-i şerîfleri birbirinden ayırmasıdır. İçerisinde yanlış bulunan yazıdaki, yanlış olan sözleri hemen ayırır, o kelimeleri bir ölü gibi rûhsuz bulurdu.
MISIR’IN SAHİBİ!
Emir Muhammed Defterdâr anlatır:
’Her gece yatsı namazından sonra, arkadaşlarla bir yerde toplanır, sohbet ederdik. Âlimlerin ilminden, velîlerin kerametlerinden anlatırdık. Bir gün yine böyle toplanmıştık. Sohbet ânında söz, hâlen hayatta olan İmâm-ı Şa’rânî’ye geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bazıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Ben de, onlarla birlikte aleyhinde konuştum. O gece rüyamda, kalabalık bir ordunun Mısır’a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördüm. Ordu kumandanı, Mısır’ın Bâbünnasr denilen kapısında durdu ve ’Mısır’ın sahibi ile görüşüp, Mısır’ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz’ dedi. ’Mısır’ın sahibi kimdir?’ dediler. O da; ’Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’dir’ dedi. Kumandan, adamlarından birini gönderdi, İmâm-ı Şa’rânî’yi evinde bulamadılar. Oğlu Abdurrahman’a durumu anlattılar. Abdurrahman, babasının müsaade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Rüyadan uyandığımda yaptığım hatayı anladım. Demek ki, bu zamanda Mısır’ın hakiki sultanı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî idi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa’rânî hazretlerine gidip, talebesi olmakla şereflenmek istediğimi bildirince; ’Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?’ buyurarak, gece rüyada gördüklerimi bildiğini işaret etti. Onun bu kerametini görünce, kendisine daha ziyade bağlandım.
Çok sayıda ve pek kıymetli kitaplar yazan Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin 300 kadar eser bıraktığı zikredilir. Eserlerinden bazıları şunlardır:
1- Mîzânü’l-Kübrâ
2- Envârü’l-Kudsiyye
3-Tabakâtü’l-Kübrâ
4- Ahlâku’z-Zekiyye ve’l-ulümü’l-ledünniyye
5- İrşâdü’l-Mugfelîn
6- Bahru’l-Mevrûd
7- Tenbîhü’l-agbiyâ
8- Cevahir ve Dürer
9- Cevherü’l-Masûn ve’s-Sırrü’l-Merkum
10- Hukuku ihvetü’l-İslâm
11- Dürerü’l-Gavvâs fî fetâvâ Seyyidî Aliyü’l-Havvâs
12- Sirâcü’l-Münîr
13- Fethu’l-Mubîn
14- Fethu’l-Vehhâb
15- Ferâidü’l-Kalâid
16- Kibritü’l-Ahmer
17- Keşfü’l-Gumme
18- Letâifü’l-Minen ve’l-ahlâk
19-Levâhıku’l-Envâri’l-Kudsiyye
20- Meâsır ve’l-Mefâhir fî ulemâ-i karni’l-âşir
21- Meşârıku’l-envâri’l-Kudsiyye,
22- El-Yevâkit ve’l-cevâhir.

İmam Şa’rani (k.s.) nasihatları
İmam-ı Şa’rani hazretleri ’hakiki dost ’hakkında şöyle buyurdular:
’Akıllı kimsenin, arkadaş ve dost edinmekten maksadın ne olduğunu iyi bilmesi gerekir. Çünkü arkadaşlık ve dostluk, bir arada olmak, beraber yiyip içmek değildir. Dost edinebilmenin bir takım yolları vardır. Dost ve arkadaş edinilen kimseleri, meşakkat ve sıkıntıya sokmamalı, onları bıktırıp, usandırmamalı. Buna sebep olacak davranışlardan kaçınmalıdır. Çünkü bir anne bile, emzirdiği çocuğunu, kendisine sıkıntı verince kucağında tutmayıp bir yere bırakır.
Akıllı kimse, bayağı ve düşük kimselerle arkadaş olmaz. Onları dost edinmez. Böyle kimseler, yılan gibidir. Onların, sokmak ve zehirden başka sermayesi yoktur. Vera’sız ilimde fayda olmadığı gibi, vefasız dostta da hayır yoktur.
İmam Şâ’rânî şöyle buyurmuştur: ’Kamil mürşidin tek gayesi vardır; o da şudur: Müritlerini güzel ahlak ile süsleyip, Allah ve Rasulünün huzurunda sevilecek bir olgunluğa ulaştırmaktır.’
’Ben ille de birinin gıybetini yapacak olsam, önce anamın-babamın gıybetini yapardım. Çünkü gıybet eden insan, kendi sevaplarını, gıybetini yaptığı kişiye bağışlamış, verecek sevabı kalmamışsa da onun günahlarını kendi üzerine yüklenmiş olur.’
Sonuç olarak;
Allah dostların yaşamış oldukları bu hayatlar bizler için birer ibrettir. Onlar kul olarak bir hayat yaşadılar ve bu dünyaya hizmet etmek için geldiklerini düşünmektedirler. ’Siz insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz’ (Âl-i İmran, 37110) ayetinin övdüğü kimselerden olmak için insanlara hizmeti tercih etmişlerdir. Rasûllulah (s.a.v.) Efendimiz’in, ’İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.’ (Tebaranî; İbnu Ebi’d-Dünya) hadisindeki ’hayırlı insan’ olmayı hayatlarının prensibi edinmişlerdir.
Allah dostları, halka hizmeti ve insanların yükünü çekmeyi peygamberlerin başta gelen sünnetlerinden görüyorlardı. Bu sünneti ihya etmek için sadece mallarını değil, canlarını bile veriyorlardı. Gerçekten de onlar, davet ve irşatlarında, mümin-kâfir bütün insanlığa bir aile gibi bakıp, bu ailenin bütün fertlerini muhatap almışlardır. Herkese, şefkatle, ayrım yapmadan muamele etmişlerdir.
Çünkü onlar Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in ahlâkını temsil ediyorlardı. Efendimiz (s.a.v.)’in, bütün insanlara peygamber gönderildiği gibi, onun vârisi olan bu kâmil insanlar da bütün insanları muhatap alıyorlardı.
KUR’AN VE SÜNNET YOLUNU GÖSTERDİLER

Allah dostları, Allah’ın boyası ile boyanmış kimselerdir. Bu büyükler Yüce Allah’a nasıl dost olunacağını bir ömür boyu yaşantıları ile göstermişlerdir. Bu dostluklarını Kur’an ve Sünnet’e uyarak yapmışlardır. Kur’an ve Sünnet’e uymayan bütün söz, davranış, yaşayış ve halleri boş ve batıl görmüşlerdir. Bütün tasavvuf büyüklerinin bağlılarından istediği ilk şey, sağlam bir iman ve güzel bir tevbeden sonra, dini sünnete uygun yaşamalarıdır.
ZOR GÜNLERİN ÜMİT KAYNAKLARI
Allah dostları en bunalımlı dönemlerde bile ümit kaynağı olmuşlardır. Onlar, Yüce Allah’a güvenerek üstlendikleri ıslah ve irşad işinde hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemişlerdir. Tek başlarına bir beldeye gidip aşk, ihlâs, edep ve takva ile orayı ihya etmişlerdir. İnsanlar hayır ve güzellik adına her şey bitti diye düşünürken, onlar her şeye yeniden başlamışlardır. Allah’ın izniyle ölü kalpleri diriltmişler, yeniden bir insanlık inşa etmişlerdir.
Rabbim! Bizleri nefsimizle göz açıp kapayıncaya kadar baş başa bırakmasın. Salih kullarının sohbet meclislerinden, yaptığımız hatalardan dolayı uzak eylemesin. Âmin…
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.