Özlenen Rehber Dergisi

156.Sayı

Bir Kâmil Mürşide Varmadan Olmaz

Niyazi HIZ Özlenen Rehber Dergisi 156. Sayı
Rabbimize sonsuz hamd, Rasûlü’ne en güzel salât ve selamlar olsun!
Eğer Rabbimiz bizi doğru yola hidayet etmeseydi ve dostlarıyla tanıştırmasaydı biz bu güzel nimetlere kavuşamazdık. Rabbim dostlarını buldurdu, kıymetlerini bilmeyi, edebi muhafaza edebilmeyi ve onlardan istifade edebilmeyi bize ve bütün kardeşlerimize nasip etsin.
Şu hakikati çok iyi idrak ettik ki, nasıl çorak topraklar, bitkiler, ciğeri yanıklar bir damla suya hasret, çoraklaşmış şu gönüller de bir mürşid-i kâmile hasrettir.
Allah Teâlâ Zü’l-Celal Hazretleri, kendisini en iyi bilme ve tanıma nimetini önce Habibi’ne, daha sonra da Sahabe-i Kiram (r.anhüm) efendilerimize, onlardan sonra da dostlarına nasip etmiştir.
Şüphesiz ki Allah ve Rasûlü’ne varmak isteyen, öncelikle bir mürşid-i kâmilin kapısına varmak zorundadır. Mürşid-i kâmillerin kapısı herkese açıktır, ama esas marifet o mürşidin gönül kapısından girebilmektir. Rabbimiz hepimize bu nimeti nasip etsin! Zira Allah ve Rasûlü’ne giden yollar ancak mürşid-i kâmillerin gönlünden geçmektedir.
el-Hac Mehmed Nuri Şemsüddin en-Nakşibendi (k.s.), Miftâhu’l-Kulûb (Kalplerin Anahtarı) adlı eserinde mürşid-i kâmillere olan ihtiyacı çok güzel izah etmiştir. Mehmed Nuri Hz., öncelikle şeriata uymayan veya noksan mürşid-i kâmillere uyanların, daha doğrusu mürşid-i kâmil olmadıkları halde mürşid-i kâmillik iddiasında bulunanlar ile yola çıkanların akıbetlerinin helak olmaktan başka bir şey olmayacağını çok güzel ifade etmişlerdir.
Salike lazım olan, mürşid-i kâmil aramak ve onun elini tutmaktır. Yoksa bu Mevlevî imiş, bu Halvetî imiş diye ayrı görmek lazım değildir. Hangi tarikte mürşid-i kâmil bulursan, o zatın elini tut, teslim-i küllî ile teslim ol, sözlerini ve emirlerini ne şekilde olursa olsun kabul et ve gereğini yerine getirmeğe çalış. Senin için lazım olan budur.
Tarikinden bahsetmek de caiz değildir. Zira hepsi birdir. Ayrı gören, kendisini ayırmış olur ve bundan dolayı feyzine engel olur ve yolda kalması ile sonuçlanır.
Ey ihvan! Sana nasihatim olsun ki, yalnız zahirî ilimlerle yetinerek şeriat dairesinde kalma! Zira zahir ilmi ile vaktin tek ve kusursuz adamı olsan, cihanda bir benzerin daha bulunmasa, kendiliğinden türlü evrat ve ezkar ile riyazetlere katlanarak türlü mücahedelerde bulunsan, gece kaim ve gündüz saim olsan, hiçbir nefesini kaybetmeyerek Allah Teâlâ’nın rızasını yerine getirsen, yine şeriattan bir adım ileri giderek tarikattan koku duyamazsın. Çünkü şeriat cennet tarikidir, ehlini cennete sokar. Şeriatın rehberi zahir âlimleridir. Bir kimse, böyle bir zahir âlimini kendisine rehber edinerek, itikadını ondan tahsil etmedikçe, bütün ömrünü emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yolunda yok etse, şeriata aykırı hiç bir harekette bulunmasa, o kimsenin imanı taklit edilmiş iman hükmündedir. Sebebi, âlimlerden itikadını talim ederek öğrenmediğinden, delilsiz yola çıkmış olur. Delilsiz yola giden bir kimsenin ise, yolunu şaşırarak büyük bir tehlikeye düşeceği ve helak olacağı muhakkaktır. Silahından ve merkebinden kendisine hiçbir fayda olmaz ve nefsini telef eder.
Bu gibiler, akaidinden bir şeyi yanlış bellerler ve o itikat ile cennet tarikinden çıkarak cehennem tarikine girerler. Eğer, ömürleri son bulup gidinceye kadar bir âlimden o itikatlarını düzeltemezlerse, işin sonunda imansız giderler. Yolunu şaşıran kimselerin, silahından ve atından kendisine hiçbir fayda olmaz. Bu gibi kimselerin de ibadet ve itaatlerinden kendilerine asla bir fayda olmaz, sonuna kadar ateşte kalanlardan olurlar.
Tarikat, şeriatın içinde bir tariktir. Şeriat, cennet tariki olduğu gibi, tarikat dahi haktır. Onun için, şeriattan sonra tarikatı bilmek gerekir. Çünkü şeriat zahir ilmidir, tarikat ise batın ilmidir. Şeriatın rehberi zahir âlimleri olduğu gibi, tarikatın rehberleri de mürşid-i kâmillerdir. Bunlara da batın âlimleri adı verilmiştir.
Öyle ise, şeriat rehberlerinden, zahir ilmini tahsil etmeden kendi doğru veya yanlış fikirleri ve zanları ile amil olan kimselerin, cennet tariki diye, cehennem tarikine saptıkları gibi, yalnız şeriat ilmi ile tarikat rehberlerinden birisine teslim olarak onu kendisine delil edinmedikçe tariki bulmak imkânsızdır.
Şeriattan bir adım ileri gidemezler. Fakat şeriatla amil olduklarından hiç olmazsa, cennet tarikinden çıkarak, cehennem tarikine de sapmazlar. Ancak, şeriat dairesinde kalır ve hakikatten habersiz bulunurlar.
İlmiyle amil olan âlimlerden olup mürşitsiz zahiri ilimlerle, batini ilimleri de ele geçirebileceklerini sanarak tarikata süluk etmeyen şuna benzer: Büyüklerden birisi, gecenin karanlığında bir yere gidecek olsa, o yerin yolunu da bilmese ve gururundan dolayı; ’Beni bir şey bilmez sanmasınlar…’ sözüne kapılarak birçok meşaleler yakarak yola çıksa, bu meşalelerin ışığı ile yolu şaşırıp bir tehlikeye düşmez. Fakat dünyayı dolaşsa, istediği yeri bulamaz. O yere daha önce gitmiş bir delil olmadıkça bulabilmesi imkânsızdır. Bunun gibi zahir âlimleri de, ’İlim kuvvetiyle ben hakikati bulurum’ diyerek mürşitsiz tarike süluk etmiş olsa, delilsiz yola çıkan büyükler gibi ilim meşalelerini yakarak türlü mücahedelerle icra ettiği amellerini kendisine yoldaş edinseler, yola çıkınca gerçi ilmin ışığı ile bastıkları yerleri görür, hendeklerden ve korkulu yerlerden sakınarak yollarını şaşırmaz ve tehlikeye düşmezler ama talep ettikleri ve aradıkları hakikatten eser de bulamaz ve bütün çalışmaları boşuna ve emekleri havaya gider.
Çünkü hakikati Cenab-ı Hak öyle bir yere gizlemiştir ki, dört tarafı, gökyüzü kadar derin bir hendektir. Zahir ilim kuvvetiyle hakikat isteyenler, gelseler gelseler ancak bu hendeğe kadar gelebilirler. Hendeği görünce, yolun orada bittiğini zannederek geri dönerler. Yani aşırılıkta kalırlar. Yahut hendeğin dört tarafını dolaşır, dururlar. İşte yalnız şeriatla hakikate süluk edenlerin halleri, hem de en ileri halleri ancak budur.
Fakat ellerinde şeriat da bulunmadığı halde, şeriatsız noksan bir mürşidin elini tutarak hakikati bulduklarını sananlar, ellerinde şeriat feneri de bulunmadığından, daha o hendeklere varmadan karanlıkta kalırlar ve öyle bir yere düşerler ki helak olurlar. Bunları yırtıcı bir hayvanın parçalayarak telef ettiği de görülmüştür.
Çünkü hakikat tariki gecenin zulmetinden daha fazla karanlıktır. Fenersiz ayağını nereye bastığını görmek imkânsızdır. O tarikin feneri de şeriattır. Sözü edilen hendeğe varıncaya kadar, yollarda daha çok hendekler ve kuyular da vardır. Bunları akıl almaz. Sayısız ve hesapsız yırtıcı hayvanlar da eksik değildir. Âlimlerin, ellerindeki ilim meşalesi ile ancak varabilecekleri yer, hendeğin kenarıdır. Şeriatsız ve noksan mürşit ile yola çıkanlar, belki bir adım atmadan helak olmuşlardır. Fakat ellerinde fenerleri de olmadığından, kendilerinin ne büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunduklarını bilmeden ’Hakikati bulduk…’ diye övünürler.
Şeriatla amil olduğu halde, hakikat yönünden noksan olan mürşitten inabe alanlar da, kendileri şeriat ile amil olduklarından, ellerinde şeriat fenerleri bulunur. O fener ile salikin elini tutar ve yolun tehlikelerinden sakınarak hakikat hendeğinin dört tarafından birisine varırlar ve oraya ulaşınca, salike: ’İşin bitti!’ diyerek hilafet verirler. Bununla beraber, salik o zaman hakikatten habersizdir. Ancak, tarik usulünü bilir. Bunlar, mürşid-i kâmil bulamadıklarından, hakikatten mahrum kalmışlardır. Şu var ki, mürşitleri de şeriatla amil olduğundan, cehennem tarikine sapmayarak, cennet tarikinde kalabilmişlerdir.
Zira tarik yetmiş üçtür:
’Muhakkak ki İsrail oğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Bir fırka hariç hepsi cehennemdedir.’1 hadis-i şerifi uyarınca, ümmet-i icabet yetmiş üç fırkaya ayrılmıştır. Efendimizden, o fırka-i naciye sorulunca: ’Ben ve ashabımın üzerinde olduğu (yol üzere olan fırka)dır.’ buyurmuşlardır ki bu cevaplarında şeriata, tarikata ve hakikate işaret vardır ve ehline malumdur.
Yetmiş üç tarikin birisi cennet tarikidir. Hakikat dedikleri, bu tarikin ötesindedir. Yani tarikat şeriatın içinde bir tariktir ki, ehlini hakikate vasıl eder. Bu tarikin, yalnız şeriatla bulunması imkânsızdır. Çünkü Cenâb-ı Hak onu şeriatın içinde gizlemiştir. Onun için, yalnız şeriat ile mürşitsiz gidenler yahut şeriat ile amil fakat hakikatte noksan olan mürşitle gidenler, ancak o hendeğe kadar varabilir ve orada kalırlar. Hakikat tarikini görebilmek için o yere kadar gitmiş ve görmüş bir zata teslim olmaktan ve onu kendisine rehber edinmekten başka çare yoktur. Böyle yapmayanlar, şeriat dairesinde hakikatten habersiz ve ziyanlı olurlar.
Fakat yukarıda sözü edilen sapık fırkalar gibi şeriatsız hakikati bulduklarını sanarak cehennem tarikine sapmaz ve helak olmazlar. Ellerinde şeriat feneri bulunduğundan, cennet tarikinden çıkarak cehennem tarikine de gitmezler. Onun için şeriattan düşen cehenneme düşer. Tarikattan düşen şeriatta kalır. Bunu iyice anlamaya çalış!
Öyle ise, işi iyice düşünmeli, önce şeriatı bilmeli ve gereğini yerine getirmeli, sonra bir mürşid-i kâmil arayıp bulmalı, ele geçirildiği takdirde bütün cisimleri altın haline getiriveren kibrit-i ahmeri bulmuş gibi bütün işlerini ona bırakıp teslim olmalı, onun sözlerini ilham-ı-rabbanî bilerek ve ’Bizim hakkımızda emri ilahiyedir…’ teslimiyeti ile icraya çalışmalıdır. Ancak, bu takdirde mürşidi olan zat-ı şerif onun elinden tutar ve şeriat feneri ile önüne düşerek her türlü sapıklıklardan ve yanlış yollardan sakındırarak o hendeğin başına kadar götürür ve şeriatın içinde gizli olan tarikatı gösterir ve o tarik ile hendeği aşırtarak hakikate ulaştırır.
Mürşid-i kâmilin yolu kolaydır, denilmesi işte bundandır. Çünkü mürşit, önce kendisi bir mürşid-i kâmilden tekmil-i-süluk etmiş ve sonra mertebeleri ikmal eylemiştir. Bu tarikin bütün usullerini âlim ve amildir. Onun için, saliki kolay tarik ile vasıl-ı ilallah kılarlar.
Bu sebeple, salike mürşid-i kâmil bulmak ve ömrü boyunca bulabilmek için bütün memleketleri aramak farz-ı ayındır. Zira bu dünya imtihan âlemidir. Bu dünyaya gelmekten maksat budur. ’Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.’2 ayet-i kerimesini: ’Beni tanısınlar’ diye tefsir etmişlerdir. Bu da ancak mertebeleri tekmil ederek, mardıyye sıfatı ile sıfatlanmakla olur. Yani insanın yaratılmasının sebebi, mardıyye sıfatı ile sıfatlanmak içindir. Bu keyfiyette mürşid-i kâmile muhtaçtır. Onun için ömrünün sonuna kadar, mürşid-i kâmil aramak ve bulunca, ’Bu Mevlevî imiş, bu Bedevî imiş, bu Halvetî imiş’ gibi kuruntular ve dönekliklerle vakit kaybetmeden, hangi tarikattan bir mürşit bulursan: ’Hepsi birdir, matlupları haktır’ diye tarif olduğu veçhile teslim-i küllî ile teslim olmalı ve ne söylerse hepsini yerine getirmelidir. Yoksa yolunu şaşırır, dağ başlarında kalırsın.
Eğer: ’Ben mürşid-i kâmili nereden bileyim?’ dersen: ’Ameller niyetlere göredir.’3 hadis-i şerifi uyarınca, ameller halis niyetle olursa hülasası meydana gelir. Amel, niyete racidir. Niyet halis olursa, amel de makbul-u dergâh olur. Bu da böyledir. Halis niyetle mürşid-i kâmil arayan kimselere, Cenab-ı Hak bir vesile ile mürşid-i kâmil ihsan buyurur ve ona ulaştırır. Meğerki niyeti halis olmaya…
Kimde kim aşkın nişanı vardır,
Akibet ma’şuka anı engürür
Bunu da böylece bil ve anlamaya çalış!

Kaynak:
el-Hac Mehmed Nuri Şemsüddin en-Nakşibendi (k.s.), Miftâhu’l-Kulûb (Kalplerin Anahtarı), s.264-270.

(Endnotes)
1 Tirmizî, Îmân, 18.
2 ez-Zâriyât, 51/56.
3 Buhârî, Bed’u’l-Vahy, 1.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.