Özlenen Rehber Dergisi

156.Sayı

Ömer Halvetî ve Halvetiyye Yolu

Yakup YÜKSEL Özlenen Rehber Dergisi 156. Sayı
Tasavvuf Hareketinin Toplum Hayatındaki Yeri

II- Giriş:
Halvetîlik, cehrî zikir (Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin yüksek sesle tekrar edilmesi) yöntemini benimseyen bir tarikattır. Miladî 14. yüzyılda bugünkü Azerbaycan’ın Şemahı bölgesinde yaşamış olan Şeyh Ebû Abdullah Siraceddin Ömer b. Ekmelüddin Lahici1 tarafından kurulmuştur. Pir Ömer Lahici’nin bir ağaç kovuğunda uzun süre halvet çıkarması ve ardından gelen müritlerin de tenhada kalmayı, halvet ve uzleti tercih etmeleri üzerine tarikat bu isimle anılmaya başlamıştır.

II- Doğumu:
Pir Ömer Halvetî, Maveraünnehir’de yetişen evliyanın büyüklerindendir. ’Halvetîye’nin kurucusu ve piridir. Büyük velilerdendir. İsmi Ömer b. Ekmelüddîn, künyesi Ebû Abdullah, lakabı Sirâcüddîn’dir. Geylan kasabalarından Lahican’da doğmuştur. Doğum tarihi ise kesin olarak bilinmemektedir. Ebû Abdillâh Sirâcüddîn Ömer Halvetî’nin ailesi İran’ın Geylan bölgesinde Hazar denizinin kıyı şeridi yakınlarındaki Lahican tarafındandır. Aslen Şirvanlı2 olup soyu Şirvan’ın meşhur şeyh ailelerine dayanmaktadır.

III- Tahsili, Hocaları ve Tasavvufa Kabiliyeti:
Ömer Halvetî, Lahican’da bir müddet yaşamış, daha sonra Harezm’de bulunan amcası Ahi Muhammed Nur el-Halvetî’nin yanına gitmiştir. Bu zat seyr-i sülukta halvet zikrini çok seven ve ömrünün çoğunu halvetle (tenhada, yalnız) geçiren birisidir. Bundan dolayı ’Halvetî’ lakabını almıştır. Muhammed Harezmî hazretlerinin sohbetlerinde yetişen Ömer Halvetî, icazet (diploma) alıp, Tebriz’den Herat’a giderek taliplere ilim ve edep öğretmiştir.
Ömer Halvetî’nin ilk tasavvuf terbiyesini babasından aldığı bilinmektedir. Gençliğinde askerliğe ilgi duyarak İlhanlılar’ın hizmetine girdi ve Emîr Çoban’ın ordusunda savaşırken esir düştü. Esaretten kurtulunca Harezm’e gidip Halvetîyye silsilesinde Ahî Muhammed diye anılan amcası Şeyh Ebü’l-Füyûzât Kerîmüddin Muhammed el-Harezmî’ye intisap etti. Sülukunu onun yanında tamamladı. Ardından amcası ile birlikte Lâhîcân’a dönüp Herî kasabasına yerleşti. 780’de (1378) amcasının vefatı üzerine onun irşat makamına geçti. Herî’de başladığı irşat faaliyetini Tebriz civarındaki Hoy şehrinde devam ettirdi. Şehrin yöneticileriyle iyi ilişkiler kurdu. Daha sonra Mısır’a gitmek üzere Hoy’dan ayrıldı. Mısır’da iken yedi defa hacca gittiği belirtildiğine göre burada uzunca bir süre kalmış olmalıdır. Gîlân hâkimi Sultan Üveys, Memlük sultanına bir elçi göndererek onu Herî’ye davet etti. Sultan tarafından değerli hediyelerle ülkesine uğurlanan Ömer el-Halvetî irşat faaliyetini Tebriz’de sürdürdü.
Tarikat yoluna girişi şöyle anlatılır: Gençliğinde ata binme hevesi vardı. Âlim ve veli bir zât olan babalarının yolu üzere değil de asker olmak sevdasında idi. Bu sebeple bir müddet askerlerle birlikte seferlere katıldı. Bir harpte birliği dağıldı. Kendisi de atını bilmediği bir yöne sürdü. Giderken bir kısım eşkıya peşine takılıp etrafını kuşattı. Ölümle karşı karşıya kalmıştı. Birden velilerden olan ceddi, karşısında beliriverdi ve ona hitaben; ’Ey Ömer! Ya yolumuzda olursun veya bu eşkıyalar senin başını keser. İkisinden birini seç!’ buyurdular. Ömer Halvetî yaptıklarına pişman olup ilim ve edep yolunu seçtiğini bildirdi ve ceddinden yardım istedi. O sırada haydutların bir kısmı anlaşılmayan bir şekilde yere yıkıldı. Diğerleri selâmeti kaçmakta buldular. Ömer Halvetî, o gece sabaha kadar at sürdü. Seher vakti bir şehir kenarında bağlık ve bahçelik bir yere geldi. Bahçenin içinde bir zat, talebeleriyle birlikte sohbet ediyordu. Yanlarına gitti. Talebelerin arasına oturdu. Tam o sırada o zat ona döndü ve; ’Elhamdülillah, seni bize bağışladılar. Biz de seni veliliğe lâyık gördük.’ buyurdu. Talebeliğe kabul edip ona nefsiyle mücadele yollarını öğrettiler.
Ömer Halvetî hocasının emrini can ve başla dinledi. Nefsinin arzu ve isteklerini yapmadı. Nefsiyle uğraşması o dereceye ulaştı ki, insanlardan uzaklaşıp dağlara gitti. Bir ağaç kovuğunu kendisine mekân edinip orada ibadet ve tefekkürle meşgul oldu.
Necmüddîn Hasan anlatır: ’Ömer Halvetî hazretleri, birbiri ardınca kırk erbain yani kırk kere kırk gün bir yere kapanıp ibadetle meşgul oldu. Bu sırada rüyada kendisine, Rasûlullah Efendimiz tarafından manevi taçlar giydirildi. Pir Ömer Halvetî Hazretleri tevhîd kelimesini daima söylerdi. Ne zaman tevhîd kelimesini okusa, dağlardaki vahşî hayvanlar ve kuşlar dergâhının etrafına gelip halka olur, onun tevhîd okuyuşunu dinlerlerdi. Hatta ’Pir Ömer Hazretleri, daima tevhîd ve zikir üzerine olur, tevhide kalktığında, dağlardaki hoş sesli kuşlar ve diğer hayvanlar, ağaç kovuğu içinde oturan Pir Ömer’in etrafını sarıp, halka oluşturarak, tevhidi sonuna kadar dinlerlerdi. Sabaha dek, mum gibi etrafa nurlu ışıklar saçardı.’ denilmiştir.
Ahi Muhammed Harezmî Hazretleri vefat edeceklerinde yerine Pir Ömer Halvetî’yi tayin etti ve; ’Yüksek sırları ve manaları bilen ve akranından önde olan Pir Ömer Halvetî vekilimizdir.’ buyurdular.
Pir Ömer Halvetî Hazretleri hocasının vefatından sonra, insanlara hak yolun bilgilerini öğreterek kalplerine Allah aşkını yerleştirdi. Nefisle ilgili şu nasihati oldukça önemlidir; ’Kişi daima nefsine muhalefet etmeye devam etmeli ve onun arzularını yerine getirmemeli, sıkıntılara göğüs germeli, açlığı sevmelidir. Hak yolun yolcusu kendisine lâzım olanı bilmeli, lâzım olmayanı terk etmelidir.’

IV- Vefatı ve Halifeleri:
Ömer-el Halvetî, amcası Ahi Muhammed Nur el-Halvetî’nin yanında manevi menzilleri aşmış, amcasının 717’de vefatı üzerine yerine geçerek Halvetîye tarikatının kurucusu ve piri olmuştur. Bir müddet sonra Tebriz civarındaki Huy’a, bir aralık Mısır’a, oradan Hicaz’a gidip hac farizasını yerine getirmiştir. Sonra da Sultan Üveys’in daveti üzerine Herat’a gelmiştir. 1397 de (H.800) tarihinde Tebriz yakınlarında Mîr Ali Kapısı ile anılan yerde Hakk’ın rahmetine kavuşmuş. Mîr Ali zaviyesi haziresine defnedildiği kaydedilmekteyse de son zamanlarda yapılan bazı araştırmalarda onun Azerbaycan’ın Şamahı şehrinin Avahil köyündeki Pir Ömer Sultan Ziyaretgâhı diye tanınan mekânında metfun olduğu belirtilmekte, ayrıca bu köyde doğduğu ileri sürülmektedir.
Seyfeddin, Zahîrüddin, Bâyezîd-i Pûrânî ve Ahî Mîrem adlı dört halife yetiştirmiştir. Vefatlarından sonra yerine Ahî Mîrem (Mîrîm) geçmiştir. Ömer Halvetî’den sonra Pir-i Sânî Seyyid Yahyâ Şirvânî, ikinci pir olarak bilinir. Tarikatı tarihe kazandıran Halvetî şeyhi olarak tanınır. Seyyid Yahya Şirvânî, Hz. Ali (r.a.) soyundan olup müderristir. Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin Şifâu’l-Kulûp, Esrâru’l-Kulûp, Menâzilü’l-Ârifîn gibi eserleri bilinmektedir. Şirvan bölgesinde Şemahi’de yaşamıştır. Bir Halvetî şeyhinden hilafet almış, Bakü’ye yerleşmiş ve orada vefat etmiştir. Ruşeniyye kolunun kurucusu bu zatın halifesidir.

V- Silsilesi:
Ömer el-Halvetî’nin tarikat silsilesi, şeyhi Ahî Muhammed vasıtasıyla İbrâhim Zâhid-i Geylânî’ye nisbet edilen, ancak kurumlaşmış bir tarikat halini almayan Zâhidiyye silsilesiyle birleşir. Bu silsile İbrâhim Zâhid-i Geylânî’nin halifesi Safiyyüddin Erdebîlî’de Safeviyye, Ömer el-Halvetî’de Halvetîyye tarikatına dönüşmüştür. Seyfeddin, Zahîrüddin, Bâyezîd-i Pûrânî ve Ahî Mîrem adlı dört halife yetiştiren Ömer el-Halvetî’nin silsilesi Ahî Mîrem, Hacı İzzeddin Türkmânî ve Sadreddîn-i Hıyâvî vasıtasıyla devam ederek tarikatın ikinci Piri Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’ye ulaşmıştır. Halvetîyye, İslâm dünyasının en yaygın tarikatlarından biri olduğu halde Ömer el-Halvetî’nin adının kendisinden yaklaşık bir asır sonra yazılan Abdurrahman-ı Câmî’nin Nefehâtü’l-Üns’ünde yer almaması onun çağında tanınmadığını göstermektedir. Nitekim bazı kaynaklar amcası Ahî Muhammed’in şeyhi İbrâhim Zâhid-i Geylânî’yi, Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’yi veya Ömer el-Halvetî’nin şeyhi olarak geçen Muhammed b. Nûr el-Bâlisî el-Halvetî’yi tarikatın piri olarak kabul etmektedir.
Halvetîyye-i Cemâl’îyye/Şâbân’îyye Silsilesi3
1- Muhammed (s.a.v.)
2- Ali
3- Hasan Basrî
4- Habib Acemî
5- Dâvud et-Taî
6- Marûf el-Kerhî
7- Serî es-Sekatî
8- Cüneyd-i Bağdâdî
9- Mimşâd Dîneverî
10- Muhammed el-Bekrî
11- Kadı Vecîhüddîn Ömer el-Bekrî
12- Ebû’n-Necib Sühreverdî
13- Kutbeddîn el-Ebherî
14- Rükneddîn Necaşî
15- Şehâbeddîn Tebrîzî
16- Hâce Cemâleddîn Şirazî
17- Sultânu’l-Halvetî[1] Tacu’d-Dîn İbrahim Zahid el-Geylânî
18- Ahî Muhammed el-Halvetî
19- Pir Umar (Ömer) el-Halvetî (Halvetî Tarîkatı Şeyh Ebû Abdullah Siracu’d-Dîn Ömer b. Ekmelu’d-Dîni Lahicî tarafından Herat’ta kuruldu).
20- Ahî Mîrim el Halvetî
21- Sadreddîn Hayyamî
22- Pir-i Sânî Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî (Yetiştirdiği şeyhler aracılığıyla Halvetî Tarikatını Anadolu’ya yaydı).
23- Muhammed Bahaeddîn-i Erzincanî
24- Çelebi Hâlife Cemâl el-Halvetî
25- Hayreddîn Tokadî
26- Şabân-i Veli Kastamônî
27- Pir-i Sani Mustafa Çerkeşî
28- Mehmet Hilmi Efendi (Hacı Baba)
29- Kutbu’l-Cihan İbrahim Hakkı
30- Hasan Muştak Efendi
31- Hacı Cemal Efendi
32- Hacı Nuri Efendi
33- İlyas Efendi El-Kastamonî
Diğer bir silsile ise şöyledir:
1– Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)
2– Hz. Ali b. Ebû Talib
3– İmam Hz. Hüseyin
4– İmam Zeynel Abidin
5– İmam Muhammed Bakır
6– İmam Ca’fer-i Sadık
7– İmam Musa Kazım
8– İmam Ali er-Rıza
9– Maruf el-Kerhî
10– Sırrı Sekatî
11– Şeyh Seyyidü’t-Taife Ebû’l-Kasım Cüneyd el-Bağdadî (Bağdat) (Cüneydiyye Tarikatı Piri) (H. 298 M. 911)
12– Şeyh Mimşad ed-Dineveri (H. 299 M. 911)
13– Şeyh Ebû Esved ed-Dineveri (H. 366 M. 977)
14– Şeyh Necibeddin Amuyye Muhammed b. Abdullah el-Bekri (H. 441 M. 1050)
15– Oğlu Şeyh Ebû Hafs Ömer Vecihüddin Kadı el-Bekrî (H. 503 M. 1110)
16– Yeğeni Şeyh Ebû’n-Necib Ziyaeddin Abdülkahir b. Abdullah el-Bekri es-Sühreverdi (H. 563 M. 1167)
17– Şeyh Kutbeddin Muhammed b. Hüseyin el-Ebheri (Şam) (Ebheriyye Tarikatı Piri) (H. 573 M. 1178)
18– Şeyh Rükneddin Sincani Ebû’l-Hasan Ali b. Haydar en-Necaşi (Bağdat)
19– Şeyh Şihabeddin Muhammed b. Mahmud Tebrizi (H. 702 M. 1303)
20– Şeyh Cemaleddin Tebrizi Ebû’l-Hasan Baklancari el-Ezheri eş-Şirazi (H. 759 M. 1358)
21– Şeyh Taceddin İbrahim Zahid Geylani (Siyavrud) (Zahidiyye Tarikatı Piri) (H. 770 M. 1369)
22– Şeyh Ahi Muhammed Şirvani (Herat) (H. 780 M. 1378)
23– Şeyh Sıraceddin Pir Ömer Halvetî (Tebriz) (Halvetîyye Tarikatı Piri) (H. 800M. 1397)
Halvetîlik’nin en yaygın kolu Şâbânîlik koludur. Kastamonu Taşköprü doğumlu Pir Şeyh Şâban-ı Veli’nin piri olduğu Halvetî-Şâbânî yolu Anadolu’nun değerleri ile yoğrulmuş bu toprağın insanlarının gönül tellerini en ince noktalarından yakalayabilmiş bir yol olmuştur. Şâbânî yolu dervişleri her tür toplumsal ihtiyaç halinde en ön saflarda yer almış, hem savaşta hem de barışta bayrağı taşıyan el olagelmişlerdir.
Cemâliyye, Ahmediyye, Rûşeniyye, Şemsiyye olmak üzere dört ana kola ayrılan tarikatın bazı önemli şubeleri şu şekildedir:
- Cemâli’îyye şubesi (Çelebi Hâlife Cemâl-i Halvetî’ye atfedilen)
- Sünbüliyye
- Assâliyye
- Bahşiyye
- Şâbâniyye
- Karabaşiyye
- Bekriye
- kemaliye
- Hufniyye
- Tecâniyye
- Dırdîriyye
- Sâviyye
- Semmâniyye
- Feyziyye
- Nasûhiyye
- Çerkeşiyye
- İbrahimiyye/Kuşadaviyye
- Halîliyye
- Ahmediyye şubesi (Yiğitbaşı Ahmed Şemseddîn b. Îsâ Marmarâvî’ye atfedilen)
- Ramazaniyye
- Buhûriyye
- Hayâtiyye
- Cerrahiyye
- Raûfiyye
- Cihangiriyye
- Sinaniyye
- Muslihiyye
- Zeherriyye
- Hayâtiyye
- Uşşâkiyye
- Câhidiyye
- Selâhiyye
- Niyâziyye/Mısriyye
- Beyûmiyye
- Rûşeniyye şubesi (Dede Ömer-i Rûşenî’ye atfedilen)
- Gülşeniyye
- Sezâiyye
- Hâletiyye
- Demirtâşiyye
- Şemsiyye şubesi (Şemseddîn Ahmed Sivâsî’ye atfedilen)

VI- Tasavvuf Anlayışı:
Ömer el-Halvetî’nin halvet hayatını çok sevdiği, uzlete çekilip ibadet ve zikirle meşgul olmaktan büyük bir zevk duyduğu için ’Halvetî’ nisbesini aldığı söylenir. Halvette iken sürdürdüğü esmâ-i seb’a ile (Allah’ın yedi ismi: Lâ ilâhe illallah, Allah, Hû, Hak, Hay, Kayyûm, Kahhâr) zikir geleneği daha sonra diğer tarikatlarca da benimsenerek geliştirilmiştir. Ömer el-Halvetî’nin birbiri ardınca kırk erbain çıkardığı, son erbainini tamamladığında Hz. Peygamber tarafından kendisine kırk adet dâl harfi işaretli bir taç ihsan edildiği, böylece sûfîler arasında menekşe renkli çuha üzerine dört terekli (terk) dâl tacı ilk giyen mutasavvıf olduğu kaydedilmektedir.
Dervişlerine halvet, uzlet ve sükûtu tercih etmelerini, velâyet ehli kişilerle beraber bulunmalarını tavsiye eden Ömer el-Halvetî, tarikatın esasını ilk sûfîlerden Hâtim el-Esâmm’ın bahsettiği dört ölüm türüyle açıklamıştır. Salik, ölümü görüp ondan ders almazsa, dervişlik ona haramdır. Sülukün nihayetinde Hakk’a ulaşmak ancak bu dört ölümü nefiste tatmakla gerçekleşir.4
-Mevt-i ahmer/kızıl ölüm: Salik devamlı nefsine muhalif olmalı, onunla mücadele etmeli, bu hale devam üzere olup, arzularını gemlemelidir.
-Mevt-i esved/siyah ölüm: Gizli ve açık da olsa her türlü belâya sabretmeli, tahammül göstermelidir.
-Mevt-i ahdar/yeşil ölüm: Var olanla yetinmeli, şikâyetten kaçınmalı, eski ve yamalı giysilerle iktifa edip ’bu eskidir’ dememelidir.
-Mevt-i ebyaz/beyaz ölüm: Az yemeli ve sürekli riyazette olmalı, açlığa ve riyazete devam etmelidir.

VII- Tarikattaki Mertebesi ve Tasarrufu:
Ömer Halvetî’nin tarikattaki mertebesi ve tasarrufu ile ilgili şu olay konuya açıklık getirmektedir: Şehrin valisi ava çıkmıştı. Valinin önüne bir ceylan çıktı. Vali avı görünce, ardına düştü ve atını peşinden sürdü. Bir zaman takip etti. Fakat yakalayamadı. Önüne bir ırmak çıktı. Avını yakalamak için atını ırmağa sürdü. Irmağı geçmek üzereyken sular yükseldi ve vali boğulmak tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. O esnada kıyıdan Ömer Halvetî, valiye seslenerek; ’Bize ait olan yerlerde hayvanları niçin incitirsiniz? Bir daha böyle yapmayın.’ deyip elini uzattı. Tuttuğu gibi valiyi atıyla birlikte çıkarıverdi. Vali bunu görünce, af dileyip talebeleri arasına girdi.

VIII- Tarikatta Zikir ve Zikrin İcrası:
Zikir:
Zikrullah, nefsin yedi mertebesinin aşılmasında temel esastır. Her mertebede ayrı bir esma vardır. Her bir esma ile Allah ile kul arasında bulunan yetmiş bin perdenin her birinin kalkacağı umulur. Süluka giren mürit, sürekli tevhid ve Allah zikrini her halde düşünür ve söylemeye çalışır. Diğer esmalara ise mürşidin işareti ile geçilir.
Burada hemen şunu da hatırlatmak yerinde olacaktır. Aşağıda açıklanmaya çalışılan makam ve mertebeler, konunun izahı için gerekli olan açıklamalardan ibarettir. Bu bilgileri okuyan kimselerin kendilerine bu mertebelerde bir yer bulmaları, ’ben de şuradaymışım’ şeklinde bir vehme kapılmaları için değildir. Mürşidinin telkinleri ve uyarılarını dikkate alan her salik, önce Cenâb-ı Hakk’ın izni sonra kendi gayretiyle mürşidinin nazarını da alarak zaten bu mertebeleri yaşayacak ve aşacaktır. Binaenaleyh bu bilgiler Abdullah Faruki el-Müceddidî (rh.a.) Hazretleri’nin ’İslam’da Zikir ve Rabıta’ isimli eserlerinde de bahsetmiş oldukları bilgiler gibi bir yol haritası mesabesindedir. Burada bir mürşit kontrolü olmadan kendine bir pay çıkarma işi, kişinin hastalığında eczaneden reçetesiz rastgele ilaç beğenmesine benzer ki; bu ona fayda yerine zarar verebilir.
Aşılacak mertebeler ve esmalar ise şöyledir:
1- Nefs-i Emmâre/Kelime-i Tevhid (Lâ ilâhe illallah): Salik burada işlediği günahların etkisinde olmakla birlikte nefsine karşı mücadele ve mücahede halindedir. Mücahede devam ettiği sürece ahlaken bir iyileşme söz konusu olur. ’لا معبود الا الله’ (Allah’tan başka mabut yoktur) anlamını tefekkür ile kelime-i tevhîd zikrine devam eder. Nefsin baskısından kurtulma noktasına gelene kadar bu mertebede kalır. Hali havf (korku) ve reca (ümit) üzeredir.
2- Nefs-i Levvâme/Lafza-i Celal (Allah): Nefsin baskısı ve sultasında kurtulan salik, yaptığı hatalar ile utanır, pişman olur. Nefsini kınar, vicdan azabı çeker. Yaptığı zikirden haz duyar. Fikri uyanıklığa kavuşur. Tevhide ’لا مقصود الا الله’ (Allah’tan başka maksat yoktur) anlamı vererek zikrini sürdürür. Ahlaken daha iyi bir duruma gelir. Hali bast (açılmak, rahatlamak) ve kabz (sıkılmak, daralmak) halidir.
3- Nefs-i Mülheme/Hû: Bu mertebede salik arınmış ve ilham-ı Rabbani’yi almaya hazır hale gelmiştir. Bir takım tecellilere mazhar olur. Ancak bunları mürşidine bildirmesi, kendi kendine içine doğan bilgilere itibar etmemesi, onları ben de değerlendirebilirim düşüncesine kapılmaması gerekir. Bu mertebe çok dikkat ister. Çünkü yoldan sapanlar, kendilerinde varlık vehmedip kerametlerini ilan edenler burada görülür. Bu itibarla bu mertebede mürşidin rehberliği ve diyalog önemlidir. Salikin ilmi buraya kadar ilme’l-yakin iken; bundan sonra ayne’l-yakin durumuna yükselir. Salik, tereddüt ve endişelerden kurtulur, ibadete önem verir ve yaptığı ibadetten zevk alır. Kendisine sülukünde feth-i evvel müyesser olur. Hali heybet, zikri Hû’dur.
4- Nefs-i Mutmainne/Hak: Salik, dünya ve dünyadaki şeylerin, masivanın sevgi ve tutkusunu kalbinden çıkarmıştır. Her şeyini Hak için ortaya koyar. Bu noktaya gelen salik, bu mertebedeyken kalbi incelir, duyarlılık kazanır ve her şeye sevgiyle karışık bir merhamet duygusuyla bakar. Yine bu mertebede de bir takım tecellilere mazhar olur. İtmi’nana erişir. Feth-i sani ya da feth-i mübin denilen bir açılımla iç içe olur. Ancak salikin bu mertebede de karşılaştığı tecellileri ve mazhar olduğu fetihleri mürşidine bildirmesi, nefsin tuzaklarına takılmaması açısından önem arz eder. Burada salikin nefsi mutmain olmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş bir durumdadır. Hali sekr (manevi sarhoşluk) üzere olabilir. Asıl ve önemli olan ise sahıv (ayıklık) halidir. Esmadan ’Hak’ zikrini yapar. Tevhîd zikrini ’لا موجود الا الله’ Allah’tan başka mevcut yoktur) anlamında düşünür ve yapar. Hak’tan başka bir şey düşünmez ve göremez olur.
5- Nefs-i Râdıyye/Hay: Razı olan nefis demektir. Beşerî ve nefsanî hâkimiyetten sıyrılmış, tevhidi ’لا محبوب الا الله’ (Allah’tan başka sevilen yoktur) anlamıyla derinleşmiş, Hak katında aziz bir duruma yükselmiştir. Hak sevgisi ve aşkı her şeyden öncedir. İlmi hakke’l-yakine ulaşmış, şüpheler geride kalmıştır. Zikri ’Yâ Hay’ zikri, hali rıza halidir. Tam bir teslimiyet durumundadır. Olgunluğa ulaşmıştır.
6- Nefs-i Mardıyye/Kayyûm: Razı olunan nefis mertebesidir. Salik buraya kadar mücadele ve mücahedesiyle yükselişini sürdürür. Bu yükselişte salikin gayreti ve ihlâsı esastır. Bundan sonra salik için aşk ve cezbe de gereklidir. Bu mertebede bulunan bir salikte tahammül gücü artar. Feryat ve figan, yerini sükûnete terk eder. Mardıyye mertebesine ulaşan salik, güzel ahlak sahibi, temkinli, yaratılmışlara şefkatlidir. Hak ile halk muhabbetini bir arada kontrol edebilme durumuna yükselmiştir. Zikri ’Yâ Kayyum’, seyri ’anillah’ (Allah’tan), hali temkin üzeredir.
7- Nefs-i Kâmile (Safiyye)/Kahhâr: Bu mertebede salik kesrette vahdeti, vahdette kesreti müşahede edebilir. Fenafillah’ı aşmış bekabillah’a ulaşmış bir durumdadır. Zikri ’Yâ Kahhar’, hali beka üzere olmaktır. Bu mertebe, bütün mertebelerin üstünde bir mertebedir. Bunun ikmali ile seyr-i sülük tamamlanmış, salik riyazet ve mücahedeyle, nefsi terbiye etme yoluyla ulaşabileceği sonuca ulaşmıştır. Nefis, her bakımdan hâkimiyet altına alınmış ve kulluk emrine aksi davranışlardan kurtulmuştur. Kemale ulaşmıştır. Böyle kimseler kendileri huzura kavuştukları gibi etrafa da huzur ve güven verirler. Rıza-i Bari’den başka gaye ve talepleri yoktur. Sözleri hikmetli, hal ve davranışları mükemmeldir. Birer insan-ı kâmil olarak görev yaparlar.
Zikrin icrasına gelince, mürit abdestli olarak kıbleye yönelir. Yalnız Rabbi’ni düşünür ve kendisini dış alakalardan arıtır. Önce yüz defa istiğfar ve salat-ü selam getirilir. Başını sağ omzundan çevirir. Kelime-i tevhidin birinci bölümü olan ’Lâ ilâhe’ der. Başını sola, kalbi üzerine vururken ’İllallah’ der. Bu zikrin sayısını (otuz üç, yüz vs.) mürşit belirler. Burada sayı daha çok disiplin içindir, ölçüdür, vasıtadır. Kelime-i tevhitten sonra Lafza-i Celal (Allah) zikri ile bulunulan makama göre yedi esmadan biri yine sayıya riayet ederek söylenir.
Bu, ferdi olarak yapılan zikirdir. Toplu yapılan zikre ise deverân5 denir. Deverân, mürşit kontrolünde oturarak veya ayakta el ele tutuşarak ve dönerek yapılır. Hançereden zakirin telkin ettiği esmalar söylenerek sesli olarak icra edilir.

IX- Tac ve Hırka giyme:
Halvetîyye yolunda mürit, gerek ferdi gerekse toplu olarak yapılan zikirler, riyazet ve mücahede, halvet, uzlet, çile ve rabıta yollarıyla seyr-i sulükunu yedi esma ile ikmal etmeye çalışır. Yedi esmayı ikmal etmeye kat-i menazil, tekmili’l-meratib denir. Bunları aşanlara icazet tacı ve hırkası giydirilir.

X- Tarikatın Temel Özellikleri:
1- Kur’an ve Sünnet’e şartsız ittiba.
2- Nefsi terbiye yolunu eğitimin esası kabul etmek.
3- Şeyhe teslimiyet, onun talimat ve telkinlerine riayet etmek.
4- Halvet ve çile eğitimine önem vermek.
5- Kalbi tasfiye için nefsi riyazet ve mücahede ile öldürmek.
6- Sırrı ifşa etmemek, emanete riayet etmek.
7- Edebe riayet etmek. Gönlü aşk ve vecd ile doldurmak.
8- Esma-i seb’a zikri ile Allah’ı anmak.
9- Masivadan uzaklaşmak, Hakk’a yönelmek.
10- İnsana saygı hizmet konusunda titiz davranmak.
11- Tüm yaratılmışlara şefkat ve merhamet göstermek.

XI- Tarikatın Usul ve Erkânı, Kavramlar:
Bu bölümde daha çok halvet, uzlet, çile, celvet gibi kavramlar üzerinde durularak halvet eğitimini ön plana çıkaran bu yolu anlamaya çalışacağız. Zira kavram ve kelimelerin doğru anlaşılması, o yolun da doğru anlaşılması demek olacaktır. Her ne kadar ’anlatılmaz yaşanır’, ’tatmayan bilmez’, ’duygular satırlarda olmaz’ gibi ifadeler tasavvuf için yerinde kullanılmış ifadeler olsa da; kelime ve satırlara da ihtiyaç duyulmaktadır.6
Halvet, lügatte yalnız kalma, yalnızlık, tenha yer, hamamın sıcak bir bölgesi, tenhalık, tenhaya çekilme, sevgiliyle baş başa olma, inziva, tek başına yaşamak, topluma karışmamak, terk-i dünya, itikâf demektir. Ne bir meleğin ne de herhangi bir kimsenin bulunmadığı bir halde ve yerde Hak ile manen konuşmak, ruhen sohbet etmek (İbn-i Arabî, Ta’rifat); masivadan ilgiyi kesip tamamen Allah’a yönelmek ve kendini ibadete vermektir (Kâşânî). Tasavvuf ıstılahında halvet, tarikata intisap eden salikin muayyen bir zaman sonra mürşidinin emri ve gözetimi altında insanlardan uzaklaşarak, tekkelerin çilehane veya halvethane adı verilen tenha, karanlık özel bir bölümünde inziva hayatı yaşaması, az yemek, az uyumak suretiyle devamlı ibadet ile meşgul olup kendini Hakk’a vermesidir.7
Halvet ve uzlet, aralarında küçük farklar olmasına rağmen yakın anlamlı kelimelerdir. Ancak uzlet daha genel, halvet ise daha özel anlamlıdır. Uzlet, halka karışmamak, onlardan ayrı yaşamak, günaha girmemek, daha çok ve daha ihlâslı ibadet etmek için toplumdan ayrılıp ıssız ve kimsesiz yerlere çekilmek, tek başına halkın arasından süresiz çekilip münzevi bir hayat yaşamaktır. Uzlette süresi ve sebebi belli olmayan bir yalnızlık ve halktan uzaklaşma vardır. Halvetteki yalnızlık ise sürelidir. Halvet, safvet ehlinin bir sıfatı, uzlet ise vuslat ehlinin alametidir. Halvet, Allah Teâlâ’ya yakınlık için yapılırken uzlet, insanlardan uzaklaşmadır. Fakat tefekkürü olmayan uzlet ile zikri ve tezkiyesi olmayan halvet insana fayda sağlamaz.
Mutasavvıfların uzletten maksatları, ihtiyaçtan fazla toplumda kalmamak, laklakıyatla zaman geçirmeyerek boş zamanlarda bir kenara çekilerek ibadet ve tefekkürle zamanı değerlendirmektir. Fakat bazı dervişler ömür boyu toplumun dışında kalmışlar, çilehane ve mağaralarda yaşamışlardır.8
Uzletin adabını Abdulkerim Kuşeyrî ’Risale’sinde şöyle beyan etmektedir: Evvela şeytan vesvese ve desise ile azdırmasın diye tevhit akidesini sapasağlam muhafaza edecek ilimleri tahsil etmek, sonra işi muhkem bir esas üzerine bina etmek için farzları eda etmeye yarayan şer’i bilgileri öğrenmektir. Hakikatte uzlet, kötü huylardan ayrılmaktır. Uzletin tesiri vatandan ayrılmada değil, kötü vasıfları değiştirmede aranmalıdır. Bunun içindir ki, ârif kimdir sorusuna kâin ve bâin (birlikte ve ayrı) olan kimsedir. Yani zahiren halk ile beraber bulunduğu halde manen onlardan ayrı olan kimsedir diye cevap verilmiştir.
Şerden ve şerlilerden uzak durmak için yapılan uzlet farz; fuzûldan ve fuzûlilerden uzak kalmak için yapılan uzlet ise fazilet olarak görülmüştür.9
İnsan uzlete devam ederken, kendisini halkın şerrinden koruduğuna değil, bilakis insanların kendi şerrinden kurtulduğuna inanmalıdır. Zira halkın şerrinden korunmak gayesiyle hareket eden mürit, insanlardan üstün bir meziyete sahip olduğu inancına kapılır ki, bu da içinde bulunduğu hale uygun düşmez.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: ’İnsanların en hayırlı yaşayanlarından biri: Allah yolunda atının dizginini tutup onun sırtında uçan, düşman sesi veya düşmana hücum feryadı işit­tikçe o at üzerinde uçan, öldürmeyi ve ölümü, ümit edilen yerlerinde ara­yan adamdır. Yahut şu tepelerden bir tepenin üstünde veya şu vadilerden bir vadinin içinde bir koyun sürücüğünün içinde bulunup namazını kılan, zekâtını veren ve eceli gelinceye kadar Rabbine ibadet eden, insanlara hayır­dan başka bir şey yapmayan kimsedir.’ (Yani en iyi hayat tarzı cihad ve uzlettir.)10
Rivayete göre bir rahib’e: ’Sen rahiplerden misin?’ diye sorulduğunda: ’Hayır değilim. Belki bir köpeğin bekçisiyim. Nefsim bir köpektir. Ben, insanların selameti için onu aralarından çıkardım.’ cevabını vermiştir. Ebû Bekr Verrak ise kendisinden nasihat isteyen birine: ’Dünya ve ahiretin iyiliğini halvet ve az yemekte, şerrini ise çok yemek ve halka karışmakta buldum.’ demiştir.11
Zünnun-u Mısrî de halvetin insanları ihlâsa teşvik eden bir usul olduğunu ifade ederken; Sehl b. Abdullah Tüsterî ise halvetin sahih olması için helal yemenin ve Hakk’ın hukukuna riayetin şart olduğunu söylemiştir.12
Sühreverdî, eserinde halvetten maksadın neler olması gerektiği şöyle anlatıyor: ’…Bazı kimseler kendilerinde garip ve acayip haller meydana gelsin diye halvete girmişlerdir. Bu hareket doğru değildir. Çünkü halvet ve vahdet, imanın güçlenmesi ve nefsin kontrolü için bir vasıtadır. İnsanlardan kalben uzaklaşma eksersizi sayılan halvete giren bir kimsenin, Allah’ı zikirden başka düşüncelerden, O’nun rızası dışındaki bütün arzulardan kopması gerekir, aksi halde yapılan halvet kişiye fuzuli sıkıntıdan başka bir şey sağlamaz.’
Sühreverdî, şu hususlara da temas ederek konuyu tamamlamaktadır: ’…Yine bazı kimseler, şartlarına riayet etmeksizin halvete girip, muayyen zikirlere devam ederek nefislerini kontrol altına alıp kendilerini harici meşgalelerden uzak bulundururlar. Rahiplerin, Brehmenlerin ve filozofların yaptıkları bu tür bir halvettir. Bu davranışın bir iç temizliği meydana getireceği muhakkaktır. Ancak şer’î hükümleri tatbike ve Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine sarılmak niyetiyle yapılan halvet, kalbi nurlandırır. Nitekim bazı kimseler: ’Allah senden doğruluk ve adalet beklerken, sen O’ndan keramet bekliyorsun’ demişlerdir.’
Çile kelimesi ise, Farsça ’çihil’ (kırk) kelimesinden alınmış, Arapça ’erbain’ karşılığı olan ve ’halvet’ anlamına kullanılan tasavvufi bir terimdir. Müridin fıtratındaki sivri noktaları törpülemek için yapılan fiilî sabır telkini bir alıştırmadır. Saliklerin tenha ve ıssız bir yere çekilip kırk gün kırk gece çetin bir perhiz ve nefis mücahedesi döneminden geçmeleri, bu süre içinde gıda, uyku ve dünya kelamını asgariye indirerek hem beden, hem de düşünce ile azami derecede ibadet etmeleridir. Böylelikle dervişler ölmeden önce ölümü tatmaya çalışırlar. Halvet ve çile, riyazet ve mücahede ile iç içe olduğundan, çilesini halvethaneler yerine seyahatler yaparak tamamlayan ve ömrünü çile ile geçiren mutasavvıflar da eksik değildir.13
İnsanda kötü huy ve mezmum sıfatların kaynağı sayılan nefsin, tezkiye ve terbiye edilmesi hususunda başvurulan riyazet ve mücahede yollarından biri de ’çile’ ve ’erbain’ denilen halvet usulüdür. Halvetin süresi, tarikatlara göre üç gün, kırk gün ya da bin bir gündür. En yaygın süre kırk gün olarak bilinmektedir. İlahi aşk basamağı olan halvete giren mürit, halvet sırasında gönlünü Allah sevgisiyle doldurmak için az yiyecek, az uyuyacak, az konuşacak ve daima Mevla’sını düşünecektir.14
Halvet ve çilenin kırk gün olmasının, mutasavvıflara göre Kur’an ve Sünnet’ten bir takım mesnetleri vardır. Nitekim Hucvirî, ’Keşfu’l-Mahcûb’ adlı eserinde bu kırk günlük sürenin Musa (a.s.) ile ilgili şu ayete dayandığını söyler: ’Musa ile otuz gece (bana ibadet etmesi için) sözleştik ve bu otuz geceye on gece daha kattı.’15 Sühreverdî ise bu ayetten başka şu hadisi de çileye delil sayar: ’Her kim, kırk gün (ibadetlerini) Allah Teâlâ’ya has kılar (ihlâslı olur)sa, hikmet pınarları kalbinden dili üzerine zuhur eder.’16
Mutasavvıflar, Kur’an-ı Kerim’de halvete delil olarak şu ayeti gösterirler: ’Rabbinin adını an (ibadetlerinde O’ndan başka her şeyden kesilerek) yalnız O’na yönel.’17 Yani Rabbinin adını an, O’nu gece gündüz hatırla. Kendin her şeyden çekerek Rabbine yönel. İhlâs ile O’nun emirlerine Rasûlü’nün sünnetine uy. İçinde bulunduğun dünya, gönlünü asla meşgul etmesin, demektir.18
Çile ve halvet ile itikâf arasında da bir benzerlik söz konusudur. Mutasavvıflardan bazıları da çile ve halvet ile; Peygamberimiz (s.a.v.)’in, peygamberlikten önceki günlerde Hira-Nur dağındaki hayatıyla bir ilgi kurmaktadırlar.19 Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Hira Mağarası’ndan sonra nübüvvetle başlayan ve halkın içinde geçen yirmi üç yıllık yaşamı ise, tasavvuf ıstılahları içerisinde ’celvet’ kavramına delil olmuştur. Halvet ve celvetin birer tasavvufi kavram olarak kullanılması İbn-i Arabî’den sonradır. Ondan önceki kaynaklarda ’halvet’ kavramına rastlanırsa da ’celvet’ kavramına pek rastlanmaz.20
Celvet, lügatte bir kimsenin vatanından ve ailesinden uzak düşmesi, kılıç ve ayna gibi şeylerin paslarının silinmesi, parlatılması, bir şeyin ortaya çıkması, zahir, görünür olmasıdır. Tasavvuf ıstılahında ise ’halktan uzaklaşıp tenhada Hak ile baş başa kalmak’ demek olan halvetin anlam olarak karşıtıdır. Yani kulun ilahi vasıflar, güzel huy ve ahlaklarla bezenerek halvetten çıkıp halkın arasına karışması demektir.
Ebû Ali şöyle demiştir: ’Halkın giydiği elbiseyi giy ve yediğinden ye. Fakat sırrın ve batının ile onlardan ayrıl.’21
Bir başka ifadeye göre celvet, kalpten bulanıklıkların giderilmesi, gönül aynasının parlatılması ve nûr-i ilahinin kalbi aydınlatmasıdır. Bu hale ermek için salikin önce bir halvet hayatı yaşaması, riyazetle nefsinin kötü huy ve ahlaklarını ahlak-ı hamidiyye ile değiştirmesi, kalbini nefsinin tesirinden kurtarması gerekmektedir. Salik, iyi huy ve ahlaklarla bezenince de artık onun halkın arasına karışması caizdir, hatta yerine göre vaciptir.22
Ebû Yakub Sûsî, ’Tek başına yaşamaya (halvete), güçlü olanlardan başkasının takati yetmez. Bizim gibiler için halkla beraber bulunmak daha iyi ve faydalıdır. Çünkü halk birbirinden iyi şeyler görerek ona göre amel eder.’ demiştir.23
Bu anlamıyla hemen bütün peygamberlerin, büyük velilerin hayatında halvet ve celveti görmek mümkündür. Ancak meşrep açısından bazılarında halvet, bazılarında celvet hali galiptir. Bu meşrep farklılığı sebebiyledir ki bu iki kavram iki büyük tarikatın adı olmuştur. Halvetîyye ve Celvetiyye.

Halvetin gayesi:
Kalpten masivayı çıkarmak, gönlü ağyardan temizlemek, Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünüp kendinden geçmek, nefis terbiyesini gerçekleştirerek kalbin masiva ile olan ilgisini koparmak için beş duyuya perde çekip vesvese yollarını tıkamaktır. (Tefekkür, tezekkür ve şükür) Sevgilisine tutulan aşığın tenhalara kaçması ve onun düşüncesiyle yeme, içme ve uykudan kesilmesi gibi, Hak yolcusunun yalnızlığı seçmesidir. Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünerek gönül halvethanesine Mevlâ’yı koyup, kesrette vahdeti müşahede etmektir.24
Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ’Halvetteki ünsiyetin ile halvette Hak ile olan ünsiyetin arasındaki farka dikkat et. Eğer halvetten çıktığın zaman ünsiyet ve huzurun zail olursa bil ki, Hak ile değil halvet ile ünsiyet halindesin. Şayet halvette Hak ile ünsiyet halinde bulunuyorsan, o zaman çöl olsun, sahra olsun, neresi olursa olsun sana her yer müsavi (bir ) olur.’
Ebû Osman Mağribî der ki: ’Halveti sohbete tercih eden bir kimsenin, Rabbinin zikri müstesna bütün zikirleri (Allah’tan başka bir şeyi hatırına getirmeyi); Rabbinin rızasını isteme hariç bütün irade ve arzuları terk etmesi, nefsin istediği sebeplerden hiç birini istememesi ve onun arzularına sırt çevirmesi lazımdır. Bu sıfata haiz olmayanın halveti onu fitneye ve belaya sürükler.’
Ebû Ali anlatıyor: ’Bir adam bana geldi ve ’seni ziyaret için çok uzak bir yerden geliyorum’ dedi. Ona dedim ki: ’Benden öğrenmek istediğin tasavvuf ilmi uzun mesafeler kat etmek ve yolculuğun sıkıntılarına katlanmakla elde edilmez. Bir adım bile olsa nefsinden ayrıl ki maksadın hâsıl olsun.’
Beyazıd Bestamî’nin şunları söylediği hikâye edilir: ’Aziz ve Celil olan Rabbimi rüyamda gördüm ve ’Seni nasıl bulurum?’ diye sordum. ’Nefsini bırak öyle gel’ buyurdu.’25

Halvetin şartları:
1- Devamlı abdestli olmak.
2- Devamlı oruç tutmak ve akşam namazından önce iftar etmek.
3- Yemeği az yemek ve midenin 1/3’ünü boş bırakmak.
4- Allah Teâlâ’nın zikri dışında zaruret olmadıkça devamlı sükût etmek.
5- Devamlı zikir ve murakabe halinde bulunmak.
6- İstimdat (yardım) ve itikat ile kendi mürşidine kalbi rabtetmek.

Halvetin yapılışı:
Cuma cemaatinden mahrum kalmamak için halvet yerinin cami müştemilatından olması tercih edilir. Halvetten önce boy abdesti alınır, temiz elbiseler giyilir ve güzel kokular sürünülür. Halvete genellikle Şâban ayının yirminci günü ikindi namazından önce girmek adettir. ’Muâvizeteyn’ (Felak-Nas) okunur ve mürşidin ruhaniyetinden istimdat eder. Besmele, hamdele ve salvele ile halvete girilir. Mürit, sağ ayağını kapıdan içeri atarken ’Ey Allah’ın, rahmetinin kapıları aç’ diye dua eder. Kalbi masivadan temizleyip Allah’a yönelme niyeti ile nafile namaz kılar. Daha sonra da kendisine mürşidi tarafından verilen direktifler doğrultusunda zikir ve murakabe ile meşgul olur. Halvet esnasında devamlı oruç tutar, az yemek, az uymak ve az konuşmayı ihtiyar eder. Bol bol Kur’an-ı Kerim okur ve salat-ü selam getirir. Halvetin müspet neticelenmesi için bütün şartlarına şevk ve özenle riayet eder. Ramazan ayı içinde bilhassa son on günün tek gecelerini daha çok ihya etmeye çalışır. Şevval ayının ilk günü akşam namazından sonra iki rekât şükür namazı kılarak halvetten çıkar.26

Halvetin faydaları:
1- Dilin afetlerinden uzaklaştırır. Zira kişi halvette bulunduğu müddetçe Allah Teâlâ ile beraberdir, yanında konuşacak kimse yoktur.
2- Kalp, riya ve gösteriş gibi hastalıklardan korunmuş olur.
3- Dünya sevgisinden yüz çevirme (züht) ve kanaat meydana gelir.
4- Kötü kimselerle ülfet imkanı ortadan kalkar.
5- İbadet ve zikrin çokluğu ile takva yolu aydınlanmış olur.
6- Halvet esnasında beliren ibadet zevki, kişinin güzel sıfat ve ahlaklarla süslenmesine vesile olur.
7- Kalp huzura kavuşur. Zira dünyaya karşı duyulan aşırı rağbetin zayıflattığı ruh, bu tesirden uzaklaşmış olur.
8- Nefsi kin ve düşmanlık duygularından korur.
9- Halvet sırasında devam eden tefekkür, kulu Allah’a yaklaştırır.
Tasavvufî kaynaklarda halvet ve çileye ilk devirlerden itibaren yer verilmiş, Gazalî ve benzeri mutasavvıflar, uzlet ve halvetin fayda ve zararları konusunu büyük bir titizlikle tespite çalışmışlardır. Gazalî, halvet ve uzlet sayesinde kişinin, dile ait afetlerden uzaklaşacağını, kalbin riya ve süm’a gibi manevi hastalıklardan korunacağını, zühd ve kanaat alışkanlığı kazanacağını, kişinin kötü kimselerle ülfet etmekten kurtulacağını, ibadet ve zikre ayrılan zamanın artması neticesinde insanın belli bir itmi’nâna ereceğini, kin ve düşmanlık duygularının son bulacağını ve Allah’a yakınlık kazanılabileceğini ifade etmektedir.
Tasavvuf ilminin şekillenmesinden sonraki dönemlerde kaleme alınan Sühreverdî’nin Avârifü’l-Maârif adlı eserinde halvet ve çileye genişçe yer verilmiş, şartları ve adabı tespit edilmiştir. Sühreverdî’den sonra yazılan tasavvufî eserlerde çile ve halvete dair verilen bilgiler, genellikle bu eserden aktarmadır. Sadece farklı tarikatların bazı uygulamaları, zaman içinde ortaya çıkmıştır.27

Halvetiyye’de halvet:
Şeyh Ebû Abdullah Siracüddin zamanının büyük bir kısmını halvetle geçirdiği ve halvette kalmayı çok sevdiği için kendisine ayrıca ’halvetî’ denilmiştir. Kendisi bir gün sahrada dolaşırken içi boş ve çok büyük bir çınar ağacı görmüş ve burada halvete niyet ederek kırk erbaini (40x40) birbiri ardında tamamlamıştır. Kurduğu tarikatının adına da bu sebeple Halvetiyye denilmiştir.
Halvetîlikte halvet, tarikatın olmazsa olmaz şartlarından biridir. Abdullah Bosnevî, ’Semerâtü’l-Fuâd’ isimli kitabında halvet kelimesini şöyle açıklar: ’Halvetiyye kelimesinin ’hı’sı, sivâdan kalp kuvvetine; ’lam’ı, zikir lezzetine; ’vav’ı, zahir ve batını korumakla ahde vefaya; ’te’si, temkine; ’ye’si zorluklardan sonra kolaylığa; ’He’si ise müşahedeye delalet eder.’28
Halvetîlikte vuslatın gayretle meydana gelebileceğine ve çilesiz hal olmayacağı gibi, meşakkatsiz de yakınlığın kazanılamayacağına inanılır. ’Allah Teâlâ ile kul arasında nur ve zulmetten meydana gelmiş yetmiş bin perdenin bulunduğu’ anlayışı esas alınır. Bu perdelerin ancak yedi letaif-i insaniye ve yedi esma ile açılabileceği düşünülür. Mutasavvıflar bu perdelerin kula ait olduğunu, çünkü Allah Teâlâ’yı hiçbir şeyin perdeleyemeyeceğini belirtirler.

Mevleviyye’de halvet:
Mevleviyye tarikatında halvet bin bir gündür. Çileye giren bir Mevlevî, bu süre içinde tekkede bulunmaya ve orayı izinsiz terk etmemeye mecburdur. İzin almadan dışarı çıkan dervişin çilesi kırılmış demektir ki, yeniden çileye girip tamamlaması lazımdır. Çile kırgını derviş semahaneye giremez. Çile kırmak çok büyük bir suç sayılır. Çile kıranın manevi bir silleye uğrayacağı ve felah bulamayacağı kabul edilir.29
İşte bu belirli günlerde dergâhta hizmette bulunan kişiye ’çilekeş’, çilesini tamamlamış dervişe de ’çile çıkarmış’ denir.
Çile esnasında dervişlerin hayatları fazlaca meşakkatli geçtiğinden Mevlevî çilekeşleri, akşam oluncaya kadar çeşitli hizmetlerde vazife alırlar, yatsı namazını cemaatle kıldıktan sonra, fecir vaktine kadar olan sürede de istirahat ederler, meydan-ı şerif denilen yerde yatarlar, bir posteki üzerinde kıvrılarak ve üstlerine hırkalarını örtmek suretiyle uyurlar.30

Nakşibendiyye’de halvet:
Nakşibendiyye tarikatında on bir temel prensip vardır. Bu prensiplerden biri de ’Helvet der encümen’dir. Halvet der encümen, halk içinde halktan ayrı olmak, zahirde halk ile, batında Hak ile olmak, bedenin halk ile, kalbin Hak ile olması, salikin maddi varlığı halk ile meşgul olurken, gönlünün Hak ile huzur bulmasıdır. Bahaüddin Nakşibend, tarikatın bu temel üzerine oturduğunu söylemektedir.31
Halvet der encümen kelimesinin anlamından da anlaşılacağı üzere Nakşibendiyye’de halvete fazlaca rağbet yoktur. Bahaüddin Nakşibend’in: ’Halvette şöhret, şöhrette rağbet, rağbette de afet vardır’ sözü, ayrıca ’Hayır cemiyettedir, cemiyet sohbettedir’ demesi buna delil olarak gösterilmiştir. Bu tarikat sohbet tarikatıdır. Gerçek mümin halka karışan, zorluklar karşısında sabır gösteren, gücü nispetinde muhtaçların elinden tutan kısaca Hak için halka hizmet eden kimsedir.32
Bir ayet-i kerimede ’Öyle adamlar vardır ki, onları ne bir ticaret, ne de bir alış veriş Allah’ı anmaktan, dosdoğru namaz kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşetle döneceği günden korkarlar.’33 buyrulmuştur.
Ebû Said Harraz bu konuda şunları söyler: ’Kamil insan, halk ile düşüp kalkan, onlarla yakından ilgilenen, onların arasına karışan, fakat hiçbir zaman Hak’tan gafil olmayan kimsedir.’34
Görüldüğü üzere hemen hemen bütün tarikatlarda halvet, uzlet, çile ve celvet kavramlarına rastlanmaktadır. Bu kavramlar tanım olarak birbirinden ayrı gibi gözükseler de aslında yüklendikleri anlam bakımından birdirler. Çünkü yapılmaya çalışılanların tümü Allah’ın rızasının nerede ve hangi amelde gizlendiği belli olmadığı vechile, her amelde Allah’ın rızasını gözetmek ve ibadetlere ihlâsla sarılmak içindir.
Özellikle Halvetiyye ve Mevleviyye dışında kalan tarikatlarda halvet ve uzlete fazla önem verilmemiş; daha çok halk içinde Hak ile beraber olma, Hak için halka hizmet ve irşat anlayışı hâkim olmuştur. Örneğin Gavsu’l-A’zam Abdulkadir Geylanî Hazretlerinin şu ifadesi halkın ne kadar sohbet ve irşada ihtiyacı olduğunu göstermesi bakımından önemlidir: ’Allah beni alıp sizin içinize attı.’35

XII- Tesirleri:
Halvetiyye yolu, Pir Ömer Halvetî ile birlikte yaygınlık kazanmaya başlamışsa da sonrasında pek çok kollar zuhur etmiş ve bu nedenle de ’tarikatların anası’ olarak anılmıştır. Özellikle Osmanlı döneminde Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika’da geniş bir yayılma alanı bulmuştur. Kurucusu Türk olan Halvetî tarikatı, Azerbaycan’ın Şah İsmail tarafından Şiileştirilme çabalarından önce Şirvanşahlar Devleti’nde yaygındı. Merkezi bugünkü Bakü şehrinde bulunan Şirvanşahlar Devleti’nin son hükümdarları Halvetî şeyhlerine büyük saygı göstermişler, zaviyelerini saray binasının yanı başına açmalarına müsaade etmişlerdir. ’Pir-i Sâni’ olarak anılan Seyyid Yahya Şirvanî, tarikatın 15-16 yüzyıllarda Osmanlı coğrafyasında yayılmasını sağlayan en önemli simalarından biridir. Günümüzde de Halvetî mensupları tarafından okunan Vird-i Settar ismiyle anılan eser Yahya Şirvanî’ye aittir. Yahya Şirvanî tarafından yetiştirilen dervişlerin Anadolu’ya halife olarak gönderilmeleri tarikatın Anadolu’da yayılmasında etkili olmuştur. Tekkelerin kapatıldığı dönemde İstanbul’daki Halvetî tekkesi sayısı seksen dokuz olarak bilinmektedir.

XIII- Bazı Sözleri:
Pir Ömer Halvetî hazretlerine ’hak yolun yolcusunda ne gibi özellikler olur?’ diye soruldu. O; ’Kişi akıllı ve idrak sahibi olmalı. Sükût etmeli. İnsanlarla az görüşmelidir.’ buyurdu.
’Dervişin susanı, idraki güçlü olanı makbuldür.’
’Bir insanın başka bir insana, bilhassa Müslüman’a iyilik etmesi Allah Teâlâ’nın en çok sevdiği bir hâldir. İyilik çeşitli olur. Para ile olur, vücut yardımı ile fikir yardımı ile ve muhtelif yollarla olur. İnsanın elinden hiçbir yardım gelmezse, Allah Teâlâ’nın kuluna, güler yüz gösterirse, onun bile sevabı vardır. Allah Teâlâ: (Benim kullarıma yardım edene, ben fazlasıyla yardım ederim) buyuruyor. Elinden yardım geldiği hâlde, yardımı esirgeyen insan, Allah Teâlâ’nın indinde sevgili bir kul olabilir mi? İnsanların kalbini kırmak ise, Allah Teâlâ’nın gazabını üzerine çekmek demektir. Bundan çok kaçınmalıdır. İnsan kalbi, Allah Teâlâ’nın sevgisinin tecelli ettiği bir yerdir. Oraya dokunmak, çok tehlikelidir. Hele o kalpte, Allah Teâlâ’nın korkusu ve Allah Teâlâ’nın sevgisi varsa, onu incitmekten, son derece kaçınmalıdır.’

XIV- Sonuç:
Hakikaten yaşanılan yüzyılda insanın ayak basmadığı ve insan olmayan bir yer bulmak; orada kimseden habersiz uzlet hayatı yaşamak pek mümkün gözükmemektedir. Bununla birlikte çok özel durumlar hariç büyük tarikatların çoğunda halvet ve çile yerine celvet ön plana çıkartılmış, özellikle Ramazan’ın son on gününde toplumu da bir anlamda mükellefiyetten kurtaran itikâf ibadeti tavsiye edilmiştir. Çoğu mutasavvıflar gibi Abdullah Farukî el-Müceddidî Hoca efendi’nin tavsiyeleri de her zaman bu yönde olmuş ve bizzat kendisi birçok defa bu ibadeti eda etmişlerdir.
Şunu da ifade etmek gerekir ki; bütün bu gayretler ancak dini yaşayabilecek kadar ilim sahibi olmakla gerçekleşebilir. Zira dini bilmeden, yeteri kadar dini ilimlere sahip olmadan çıkılan yol, yol değildir. İşte bu noktada kişinin ’Tasavvuf eşittir şeriat. Tasavvuf, şeriatı (dini) Peygamber (s.a.v.)’e benzetme, O’nun gibi yaşama gayretidir’ anlayışına sahip olması gereklidir. Şu kıssa, konu hakkında oldukça manidardır:
İki arkadaş, birlikte yola çıkarlar. Belli bir yere geldiklerinde birisi ’Ben burada senden ayrılıyorum. Şu dağlarda uzlete çekileceğim’ der, ayrılır. Diğeri de ’Ben ilim alışmak için gayret edeceğim, devam ediyorum. Lakin bir yıl sonra burada buluşalım.’ diyerek ayrılırlar. İlim taliplisi, kendisine bir ders halkası bulur ve bir yıl içerisinde ilim alışır. Diğer arkadaş ise ayrıldığı günden itibaren uzlet hayatı yaşamaya başlar. Fakat başına bir hadise gelmiştir. Kendine bir barınak yaparken yanlışlıkla necis bir hayvanın üzerine basmış ve onu öldürmüş, çok da üzülmüştür. Şimdi bunun hakkını nasıl öderim diyerek başının üstünde, sarığının arasında bir yıl boyunca taşımıştır. Bir yıl sonra arkadaşıyla buluştuklarında hemen durumu anlatır ve ilim bildiği için ondan hayvanın hakkının ödenip ödenmediğini sorar. Arkadaşı: ’Hayvanın hakkını ödeyip ödemediğini bilmem. Lakin bir yıllık namazlarını kaza etmen icap eder. Çünkü bu hayvan necistir ve necasetle namaz olmaz.’ der.
Cenâb-ı Hak, cümlemizi her zaman zatını hatırlayan, ilim ehli, halkın içinde Hak ile beraber olabilen, riya ve gösterişten uzak olanlardan; Hz. Ali (r.a.)’ın: ’Allah, susması fikir, konuşması zikir, bakması ibret, hareketi ibadet olan kullarına rahmet etsin’36 ifadelerinde anlamını bulan, ibadetlerini ihlâsla Hak için yapmaya çalışan kullarından eylesin. Cenâb-ı Hak bizleri, O’nun ve Rasûlü’nün yolundan yürüyenlerden kılsın. Âmin.

(Endnotes)
1 Lahican: İran’ın kuzeyinde bir bölge.
2 Şirvan, Siirt ilinin 26 km uzaklıkta bir ilçesidir.
3 Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, İnkilâp Yayınevi, 1997.
4 TDV. İslam Ansiklopedisi, 34. cilt.
5 Nakşide Hatme-i Hâce olarak tanımlanır.
6 Bu metin Rehber Dergisi 2013 Ocak sayısında Tasavvufi Ahlak başlığı altında ’Halvet (Uzlet, Çile) ve Celvet’ olarak yayınlanmıştır. Özellikle konu Halvetiyye olunca yeniden tekrar edilmesinde fayda olacağı kanaatindeyiz.
7 ULUDAĞ Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ’Halvet’ maddesi; ERAYDIN Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, s.139; YILMAZ Hasan Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s.206; Kelabazi, Ta’arruf, trc. ULUDAĞ S., s.286.
8 Gazalî, İhya, c.II. s.221.
9 ULUDAĞ S., age., ’Uzlet’ maddesi.
10 Müslim, İmaret, 33; İbn-i Mâce, Fiten, 13; İbn-i Hanbel, II/443.
11 Kuşeyrî Risalesi, trc. ULUDAĞ Süleyman, s.240; ERAYDIN Selçuk, age., s.140; YILMAZ H., age., s.206.
12 Kuşeyrî, age., s.241.
13 ULUDAĞ S., age., ’Çile’ maddesi; YILMAZ H., age., s.206-208.
14 ERAYDIN S., age., s.140; YILMAZ H. age., s.207.
15 el-A’râf, 7/142.
16 Ebû Nuaym el-Esbahânî, Hilyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, c.5, s.189, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988.
17 el-Müzzemmil, 73/8.
18 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 7/5430.
19 ERAYDIN S., age., s.139; YILMAZ H., age., s.207.
20 YILMAZ H., age., s.209.
21 Kuşeyrî, age., s.240.
22 Kelabazî, Ta’arruf, trc. ULUDAĞ S., s.286; YILMAZ H. age., s.210.
23 Kuşeyrî, age., s.242.
24 ERAYDIN S., age., s.139; YILMAZ H. age., s.206-207; YETİK Erhan, İsmail-i Ankaravî, s.188.
25 Kuşeyrî, age., s.241.
26 İmdadullah, Ziyâu’l-Kulûb, Trc. Mehmet Esat Dede, s.79.
27 YILMAZ H. age., s.208.
28 ERAYDIN S., age., s.390.
29 GÖLPINARLI Abdulbaki, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, s.395.
30 ERAYDIN S., age., s.367.
31 Safiyyüddin Ali, Reşahat, s.28; ULUDAĞ S., age., ’Halvet’ maddesi.
32 ERAYDIN S., age., s.378.
33 en-Nûr, 24/37.
34 el-Behcetü’s-Seniyye, s.53.
35 İlahi Armağan.
36 YILMAZ H., age., s.100.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.