Özlenen Rehber Dergisi

17.Sayı

İstikamet ve Mimarları

Muzaffer YALÇIN Hocaefendi Özlenen Rehber Dergisi 17. Sayı
Rabbimize sonsuz hamd-ü senalar olsun. O güzeller güzeli Peygamber Efendimize salât ve selamların en güzeli olsun. Âline, ashâbına, ehl-i beytine de sonsuz salât ve selamlar olsun.

Dini insanlara tebliğ etmede ilk vazife peygamberlere aittir. Geçmiş dönemlerde bir peygamber vazifesini yapıp da irtihal eyleyince, insanlar tevhit yolundan ayrılıp büyük sapkınlıklara düşmüşlerdir. Bundan sonra Allah’ü Azîmüşşân Hazretleri yeni bir peygamber göndererek, tevhit yolundan ayrılan insanları bu peygamberi vasıtasıyla hidayet yoluna davet ettirirdi. Bu durum, müteselsilen Peygamber Efendimize kadar böylece devam ede gelmiştir.(1)

Önceki zamanda peygamberlik müessesesi devam ettiği için yeni gelen peygamber, tebliğ ve irşat vazifesiyle evvelki tevhîdî şeriatları tasdik etmekle beraber, istikamet yolunu muhafaza etmede de rehberlik yapıyordu. Rasûlullah Efendimizden önce peygamberlerin olmadığı dönemlerde tevhidi istikametten insanların ayrıldığı gibi Peygamber Efendimizden sonra da insanlar yine, kendilerinden evvel gelen insanlardan farklı olmayarak aynı ahlâkı tatbik ettiler. Fakat Efendimiz (s.a.v.) ise son peygamber olduğu için(2), kendisinden sonra hidayetten ayrılan insanları hak yola davet edecek bir peygamber de gelmeyecektir. Zira Onun risâleti kıyamet gününe kadar geçerlidir.

Öyleyse bütün iyi yönleri ve zaaflarıyla kendilerinden evvel gelen insanların yaşantılarından farklı bir halde olmayan, îman ve ahlâksızlıkla azgınlaşan insanları hidayet yoluna sevk etme vazifesini kim yapacaktır?

İşte bu soruya yine peygamber Efendimiz şu hadisiyle açıklık getirmektedir:

’Âlimler peygamberlerin varisleridir.’(3) İşte bu hadîs-i şerîf, Rasûlullah Efendimizden sonra dinin ahkâmını, Rasûlullah Efendimizin ahlâkını ve sünnet-i seniyyesini kimlerin tebliğ edeceğini ve insanları hidayet yoluna sevk etmede yükümlülüğün kimler üzerinde olduğunu bizlere açıklamaktadır.

Gerçek âlimler, Rasûl-i Kibriya Efendimize varis olma nimetine mazhar olanlardır. Çünkü onlar peygamber değillerdir ama varisi oldukları Allah’ın Nebî’sinin vazifesi ile yükümlüdürler. Hazreti Peygamber (s.a.v.) insanları neye davet ettiyse ona davet etmekle, neden sakındırdıysa ondan da uzaklaştırmakla vazifelidirler. Varis olmanın gereği ve hakikati ancak bu hal üzere olmakla mümkündür.

Burada şu hususa da dikkat etmek gerekir: İnsanlara, sadece kitaplardaki rivayetleri (bilgileri) aktaran kişiler âlim değildir. Aksine âlimler, ilmiyle beraber Allah’tan da haşyet duyan kimselerdir. Zira âyet-i kerîmede: ’Allah’tan ancak âlimler korkar.’(4) buyrulmaktadır. Şu halde, bilgili olsa da, takva sahibi olmayan, Allah’tan haşyet duymayan kişilere âlim denmez. Bir hadis-i şerifte de Efendimiz (s.a.v.):

’Her âlimin yanında oturmayınız. Ancak sizi şu beş şeyden vazgeçirip diğer beş şeye yani; (Allah’a îmanda) şüpheden yakîne, riyadan ihlâsa, dünyaya rağbet etmekten zühde, kibirden tevazua, düşmanlıktan nasîhate (dostluğa) davet eden âlimlerin yanında oturun.’ buyurmaktadır.

Görüldüğü gibi âlim sadece dinin zahirini değil bâtınını da insanlara taşıyanlardır. Buradan da anlaşılmaktadır ki peygamberlere varis olduğu zikredilen âlimler, dini bilen ve kendi ruhunda yaşayıp diğer insanlara da bu hususta örnek olan Allah dostlarıdır. Dolayısıyla âlim olmanın temel vasfı haşyetullahtır. Bu anlamda şu yukarıda zikretmiş olduğumuz; ’Allah’tan ancak âlimler korkar.’ Âyet-i kerîmesini; ’Allah’tan hakkıyla korkanlar ancak âlimlerdir.’ şeklinde anlamamız mümkün olur. Zira bu bahtiyar ruhlar Allah’ı o kadar yakından tanımaktadırlar ki, onlar için Allah’tan başkasının korkusu onları endişelendirmez. Onlar; ’Bilesiniz ki, Allah’ın Dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.’(5) ayetinin muhataplarıdırlar. Onlar ârifler, sâlihler, mürşid-i kâmiller yani Allah Dostlarıdır.

İnsanları sapkınlığa iten şey, tezkiye olmamış nefislerinin bâtıl hevâlarıdır. Bu hevâlar insanı tevhîdî istikametten ve mekârim-i ahlâktan uzaklaştıran en önemli etkenlerdir. Bir insan bu hâldeyken îmânın ve ahlâkın kemâlini ve îmanın halâvetini bulmaktan uzak kalır. Tezkiyeyle meşgul olmak ise vâris-i nebî ve ârif-i billah olan âlimlerin aslî vazifelerindendir ki, bunlar mürşid-i kâmildir. Mürşid-i kâmillerin terbiye yolu da, ilmî literatürde tasavvuf adıyla maruftur.

Tasavvuf bir terbiye yoludur. Bu yolun da husûsî mürebbîleri vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve onun ashâbının yaşantısı, bu terbiye yolunun kaynağıdır. Onların o güzel hayatlarını, bu terbiye yoluyla elde etmeye çalışıyoruz.

Allah dostları kendi ruhlarında yaşadıkları Allah’a ve Rasûl’üne itaat kuvvetini bu tezkiyeye talip olan sâliklere telkin ederler. Hakkı ve hayrı sevmeyen nefislere Allah’ın emirlerini sevmeyi, haram kıldıklarından sakınmayı alıştırırlar. Sâliklerdeki yanlış ve bâtıl ahlâkları Rasûlullah Efendimizin ahlâklarına tebdil etmede örneklik teşkil ederler. Bu nimetlere kavuşan bir insan da yaratanını sevmek gibi büyük bir nimete kavuşur. Bundan sonra Allah’ın emirlerini yapmak ona her şeyden daha hoş gelir. İbadet ve taatleri yaparken büyük bir haz ve hoşnutluk duyar. Sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini yine yaratanı için sevmemek gibi insanın gönlünde îmânın halavetini meydana getiren eşsiz bir kemâle kavuşur. Ruhunda yaşadığı îmânın kemâline bağlı olarak ahlâken de yükselir. Kendisine ait olan boş ve faydasız ahlâklar yerine, her birini yerine getirdikçe yakınlığını hissettiği güzel ahlâkın en güzel örneği olan Rasûlullah Efendimizin ahlâkları kendisinde tezahür eder. Bütün işlerinde Allah’ın Nebî’sinin ahlâkına tabi olmak, onun cehd-ü gayretidir. Bu cehd-ü gayret onun ruhunun temel gıdasıdır. Çünkü bilir ki, âlemlerin sahibine ancak bu ahlâk ile yakınlık kazanılabilir.

Yukarıda hâlleri zikredilen insan-ı kâmilin mimarı, mürşid-i kâmillerdir. Bu hâllerin elde edilmesi ancak vârisi oldukları Allah’ın Nebî’sinin getirdiği ahkamlar üzerinde istikamet sahibi olmakla mümkündür. Allah dostluğu makamındaki mümtaz şahıslar sahip oldukları istikametle diğer insanlara en yüksek şekilde faydalı olurlar.

Allah (c.c.) dostları, Allah’ın emrine hürmetle itâat eder, bütün insanlara şefkat gösterir, yaratılmışlara karşı cömert ve affedici olur ve halktan gelen eziyetlere sabır ve sebât gösterirler. İnsanların uhdesine düşen işlerini gönül hoşluğu ile yaparlar, çünkü onların kalpleri muhabbet denizi ve vahdet yuvasıdır. Onlar bir ân olsun halkı Hakk’a dâvetten geri kalmazlar.(6)

Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: ’Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki: ’Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir ne de şehidlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehidler de onlara gıpta ederler.’ Orada bulunanlar sordu: ’Ey Allah’ın Rasûlü! Onlar kim, bize haber ver!’ ’Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah’ın ruhu (Kur’ân) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler.’ Ve şu âyeti okudu: ’Haberiniz olsun Allah’ın dostları var ya! Onlara ne korku var ne de onlar üzülecekler.’(7)

Yukarıda vasıflarını nispeten ifade etmeye çalıştığımız ve Hz. Ömer’den nakledilen hadîs-i şerifte açık bir şekilde tebşîr edilen Hakk dostlarında, yine insanların hidayetlerine vesile olacak bazı güzel ve olağanüstü hâller zuhûr edebilmektedir. Onlarda tezâhür eden bu hârikulâde hâller keramet nev’inden hususî tecellilerdir. Ve haktır da. İmam Şâtıbî (r.h), kerametlerin asıl sahibinin Rasûlullah (s.a.v.) olduğunu zikrederken; bu hâller için, Rasûlullah Efendimizde zuhur eden mucizelerin, Allah dostlarında keramet olarak devam etmesidir, demektedir.(8) Ve onların asıl kerameti ise Kur’an ve Sünnet-i Rasûlullah üzere istikamet sahibi olmalarıdır. Zira Rasûlullah Efendimizin en büyük mucizesi Kur’ân’dır.

Allah dostlarından talep edilmesi gereken husus istikamet olmalıdır. Aksi taktirde insanlar bu sâlih kullardan gereği gibi istifade edemezler. Niyetlerin istikamet olmayışından dolayı; onların ahlâkındaki şeriat ahkâmından, ibadet ve taatteki devamlılıklarından, zühd, takva ve güzel ahlâklarından nasipdâr olamamaktadırlar. Onlarda zuhur eden keramet gibi hâllerle kendilerini oyalar dururlar. Kendileri istikamet elde edemediği için de, terbiye neticesinde dinin doldurması gereken, ama boş kalan yeri, nefsin boş hevâları ve hurafeler, bidatler dolduracaktır.

Rabbimiz bizlere şeriat-ı ğarrâ ve ahlâk-ı hamîdiyeye imtisal etmeyi nasip eylesin; ve bizleri kendisine ve kendisine dost edindiklerine dost olabilmeye muvaffak eylesin! Selam da, dîn-i mübîn-i İslâm’ı ve ahlâk-ı Rasûl-i Zîşân’ı gönlünde büyük bir rahatlık ve itaat aşkıyla yaşayanlara olsun!

Kaynakça:
1. En-Nahl 16/36.
2. El-Ahzâb 33/40.
3. Ebû Dâvûd, ’İlim’ 1 ; Tirmizî, ’İlim’ 19.
4. Fâtır 35/28.
5. Yûnûs 10/62.
6. El-Müceddidî, Abdullah Fârukî (k.s.), ’İslâm’da Zikir ve Râbıta’, s.167.
7. Ebû Dâvûd, ’Büyû’ 78.
8. Şâtıbî, Muvafakat, II, 260
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • ABDURRAHMAN DEMİR

    SELAMUN ALEYKUM. SİTEMİZ HAYIRLI OLSUN. DİLEĞİMİZ ABDULLAH FARUKİ HAZRETLERİNİN ESERLERİNİN İÇERİĞİNİN YAYINLANMASIDIR. ŞİKAYETİMİZ İSE BAĞLANTILAR BÖLÜMÜNDE DERGİ LİNKLERİ VAR. BURADA ALEM VE LEMAN GİBİ DERGİLERİN LİNKİ VERİLMİŞ. MÜSTEHCEN İÇERİKLİ OLDUKLARINI GÖRDÜM. SİTETEDEN KALDIRILMASINI ARZEDERİM. SAYGILARIMLA

1 kişi yorum yazdı.