Özlenen Rehber Dergisi

33.Sayı

O (rh.a) Muttaki Bir Alimdi

Cuma Ali KARA Özlenen Rehber Dergisi 33. Sayı
Cenâb-ı Hak (c.c.) ilâhî muradını, emir ve yasaklarını kullarına iletmek için peygamberler göndermiş, onları elçi ilan etmiştir. Gönderilen peygamberler ise, Allah’ın (c.c.) bildirilmesini emrettiği ilâhî düsturları insanlara tam manasıyla tebliğ etmişler, Allah’ı tanımalarına ve emirlerine yönelmelerine vesile olmuşlardır.
Peygamberlerin sonuncusu olan Rasûl-i Kibriya (s.a.v.) de bu ulvi görevi mükemmel bir şekilde ifa etmiş, her biri kendilerinden sonra gelecek olanlara, birer hidayet rehberi olan ashabını yetiştirmiştir. Allah’ın (c.c.) yanında Hak din olan İslâm’ı insanlara eksiksiz olarak tebliğ etmiştir. Efendimiz (s.a.v) ile peygamberler halkası son bulmuştur; fakat Efendimiz (s.a.v); ’Âlimler peygamberlerin vârisleridir?(1) hadis-i şerifiyle, bu güzel dini insanlara anlatmada ve tebliğ etmede, güzel ahlâkıyla onlara örnek olabilecek âlimleri görevlendirmiştir. Şerefli, yüce, bir o kadar da taşıması ağır olan bu görev yükünü her insanın kaldırması, taşıması hakkını vermesi elbette düşünülemez.
Efendimiz (s.a.v)’e hakiki bir varis olabilmek için Peygamber Efendimizin tebliğ ettiği ilâhi güzellikleri anlayacak, kavrayacak gönül saffetine, ince anlayışa ve Efendimiz (s.a.v)’in ahlâkını kendisine ahlâk edinip yaşayan, muttakî bir âlim olmak gereklidir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ’Kim muttaki bir âlimin arkasında namaz kılar ise, o insan bir peygamberin arkasında namaz kılmış gibidir.?(2) Kanaatimizce, bu hadis-i şerifte geçen ’muttakî âlim?den murad; Efendimiz (s.a.v)’e hakiki manada, hem zahir hem de bâtında varis olan, diğer bir ifadeyle Allah’a ve Habib’ine dost olan namzet kullardır ehlullahtır. Bu bahtiyarları Cenâb¬-ı Hak (c.c.) Mücadele suresi 11. âyetinde methederek şöyle buyurmuştur: ’Allah sizden îman etmiş olanları yükseltir ve kendilerine ilim verilmiş olanları ise dereceler ile yükseltir ve Allah yaptıklarınızdan haberdardır.?
Hak dostlarının kimisi halk tarafından bilinirken, kimilerinin yakınlığı da hak katında mahfuzdur. Bakıldığı zaman Allah’ı hatırlatan cemal ve kemal sahibi olan, irşat halkaları vefatlarına kadar açık bulunan zamanımızın ender gönül erlerinden biriside Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) Hazretleridir. Sadrındaki yakınlık ilimlerinden, sohbetlerindeki hikmetlerden istifade edenlerin sayısı çoksa da dini, onun yaşadığı kuvvette yaşamak ve onun gibi sevmek gerçekten çok zordur. Kulluğundaki gayret, itaatindeki istikrar, onu bir ayna misali kılmıştır. Ona yaklaşan nice nasipliler, bu aynada kendi acziyet, taatlerindeki zayıflıklar ve Hak sevgisindeki yetersizliklerini rahatlıkla fark edebilmişlerdir.
Yaşamış olduğu 63 yıllık hayatı şahanelerini; itaat, sevgi ve teslimiyetiyle Allah’a kulluk etmekten kaçan, Rasûlullah’a ittibada zayıf, dünyaya heva heves içine dalan insanları, hikmet ve nasihatlerle çağırarak geçiren bir Allah dostuydu.
İtiraf etmeliyim ki, Abdullah Farukî (k.s) Hazretlerinin kemal hallerini bütün cihetleriyle tanıtabilmek, bizlerin bilgi ve gönül dağarcığının bu hizmete kifafı söz konusu değildir. Ancak 11 Aralık gecesi baki âleme intikal eden rahmetli Üstad’ımızı (k.s.), bir hadis-i şerifin mana haznesinde sizlerle paylaşmak, zikredeceğimiz hadis-i şerifte anlatılan hususlara yakinen şahit olmamız münasebetiyle onu Rasûl-i Kibriya (s.a.v.) Efendimizin mübarek lisanlarıyla anlatmak istiyorum. Zira Sevgili Peygamberimiz varislerini bütün beşerden daha iyi tanımakta ve bizlerin de bu kandilleri tanıyabilmemiz için şöyle buyurmaktadır:
’Her âlimin yanında oturmayınız! Ancak sizi şu beş şeyden vazgeçirip diğer beş şeye davet eden âlimlerin yanında oturunuz (sohbetinde bulununuz ki o beş vasıf şunlardır):
(Allah’a îmanda) şüpheden yakine, riyadan ihlâsa, kibirden tevazua, dünyaya rağbetten zühde, düşmanlıktan nasihate (dostluğa davet eden âlimlerin sohbetinde bulununuz).(3)
Şüpheden Yakîne Erdirmek...
Üstadımız Hz. Abdullah Faruki Hazretlerinin sohbetleri, maneviyatla dolu dolu geçer, anlatmış olduğu zahirî ve ledünnî ilimler, dinleyenlerin gönüllerindeki evhamları yok ederdi. Akılları, fikirleri aydınlatarak yakînî bilgiyi elde etmeye vesile olurdu. İmam Gazalî (k.s.), yakini bilgi hakkında şöyle der: ’Yakînî bilgi, bilinen şeyin kendisinde hiçbir şüphe bırakmayacak tarzda ortaya çıkan bilgidir. Bu tür bilgide yanılmaya ve vehme asla yer yoktur.?(4) Örnek verecek olursak; Efendi Hazretleri, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den bahsettiği zaman, (anlatılan mevzu bilinen bir hadisede olsa) sinelerde alevler yanmaya başlıyor, gözlerden yaşlar akıyor ve zannediliyor ki, aradan 1400 yıllık zaman dilimi kalkmış, sanki üstadımız anlattığı güzellikleri kendisi orada görüyor ve yaşıyor da öyle anlatıyor... İşte bu; üstadımızın ilimde ve maneviyatındaki kemâlâtının, anlattığı hususlara yakînî olarak bir yansıması ve böylece gönüllerdeki vehm ve şüpheleri bertaraf etmesidir.
Riyadan İhlâsa Kavuşturmak...
Riya; bir ameli Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların beğenisini kazanmak için yapmadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: ’Muhakkak ki, sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk yani riyadır.?(5) Bir başka hadislerinde ’Her kim duyulsun diye bir iş yaparsa, Allah onun kıymetsizliğini duyurur. Her kim gösteriş olsun diye bir iş yaparsa, Allah da onun gösteriş yapmasını ve değersizliğini ortaya çıkarır.?(6)
Rahmetli Üstadımız Abdullah Farukî Hazretleri, evlatlarını bu gizli şirk olan riyadan korunmaları ve kurtulmaları için uyarır, gizli ve aşikâr hâllerde yapılan ibadetleri insanlar için değil de kâinatın yaratıcısı olan Hz. Allah için yapılmasını emrederdi. Yaptığı ibadetler, hayırlar ve kavuştuğu meratipten ise irşat sohbetlerinde örnek ve rehber olması kabilinden çok azı hariç hiç bahsetmezlerdi. Kendileri, Efendimiz (s.a.v)’in sünnet-i seniyyelerini hiç terk etmeksizin; yolculuk, ikamet; münferiden ya da topluluk içinde ayırt etmeksiniz yaşarlardı. Misal olarak; misvak kullanmak ve namazı sarık sararak, cübbe giyerek kılmak sünnetini her hâlükârda yerine getirirlerdi. Onun güzellikleri ve doğruları bir meşale gibi yansıtan hâli ve yaşantısı; talebelerinin zahirde olduğu kadar, ruhî ve nefsî tekamüllerinde de irşat edici bir mektep gibiydi. Zaten kendileri fazla konuşmayı da sevmezlerdi.
İhlâs ise, gerek beden ile gerek mal ile yapılan farz veya nafile bütün ibadetleri Allah rızası için yapmaktır. Cenâb-ı Hak ihlâs sahibi olan kullarını överek şöyle buyurmuştur: ’Onlar kendi canları çekerken yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. ’Biz bunları Allah rızası için veriyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz’ derler.?(7)
İmam-ı Rabbanî (k.s) buyuruyor ki: ’İbadet yaparken, Allah Teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmaya niyet etmelidir. Kiminde ihlâs kendini zorlayarak hâsıl olur ve kısa zaman devam eder. Sonra kalbe nefsin arzuları gelir. Devamlı ihlâs sahiplerine muhlas denir. Zahmet çekerek elde edilen, ihlâsı devamsız olanlara muhlis denir. Muhlas olana, ibadet yapmak, tatlı ve kolay gelir. Çünkü onlarda nefislerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle bir ihlâs da insanın kalbine ancak bir evliyanın kalbinden gelir.? Allah’a hamd olsun ki mürşid-i kâmil olan Üstad’ımız (rh.a.), aynı zamanda İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin methettiği muhlas kullardandı. Buna örnek verecek olursak, Mübarek Efendi Hazretleri dizlerinin ve belinin çok şiddetli bir şekilde ağrımasına rağmen ibadetlerini hiç aksatmadan zamanında ve tam olarak yapar, evinden mescide çok zahmet çekerek iner, sabah namazını eda edep, hatme ve virtleri muntazam yaparak, evlatlarına da güzel bir şekilde örnek olurdu. Üstad’ımız da ihlâs hakkında çok hikmetli sözler söylenmiştir. Bunlardan bazılarını zikredelim:
Ey tâlip! Bir sâlik ihlâs bağını kopardığı zaman iblisin oklarına hedef olur.
Ey muhlis! Şer-i şerifi öyle ihlâsla yaşayın ki, hâliniz halka hitap etsin.
Ey muhlis! İhlâs nurunu elde etmek için, yaptığın ibadetlerinde aşk ve edeple hareket et.
Ey muhip! İhlâs bir güneş, kötü ahlâk da buz gibidir. O güneş buzları eritir.
Ey Âşık! Bir kulda nefsin kötü ahlâkları olduğu müddetçe onda ihlâsın olması mümkün değildir. İhlâs gelince de diğer kötü ahlâkları götürür siler.
Kibirden Tevazua Sevk Etmek...
Kibir; büyüklenmek, yücelik taslamak, kendini başkalarından üstün görerek onları aşağılamaktır. Kibir, şeytana ait çok kötü bir ahlâktır. Şeytan, kibrinden dolayı Hz. Âdem’e secde etmeyerek lanetlenmiştir. Küfrün, münafıklığın en önemli sebebi de kibirdir. Mekke de yaşayan müşrikler, Efendimiz (s.a.v)’in peygamber olduğunu bildikleri halde, kibir ve inatlarından dolayı Efendimiz (a.s.)’ın risaletini inkâr etmişlerdir.
Hz. Nuh (a.s) oğluna vasiyet ederken, ’İki şeyden seni men ederim: Biri şirk, diğeri kibirdir.? buyurmuştur.(8)
Ebu Reyhane (r.a.) Peygamber Efendimiz (s.a.v)’den şöyle rivayet etmiştir: ’Cennete kibirden hiçbir şey giremez. Orada bulunanlardan biri şöyle dedi: Ey Allah’ın Rasûl’ü! Ben kamçımın ses çıkarması ve ayakkabımın sağlamlığı ile güzel görünmekten hoşlanırım, bu kibir midir? Hz. Peygamber (s.a.v): Hayır bu kibir değildir. Allah güzeldir güzeli sever. Kibir hakkı küçük görmek, kabul etmemek ve başı gözü ile insanlarla alay etmektir.?(9)
Mübarek Üstadımız kibiri ve kibirli olanı hiç sevmez, tasvip etmez ve bu hastalığa dûçar olan dervişleri kurtarmak için çok emek sarf ederdi. Kibir hakkında şöyle demiştir:
’Ey sâlik! Dervişte kibir olmaz. Onda eğer kibir varsa, tasavvuf ve takva olmayıp, o kişi derviş değil, bu yolda devrilmiştir.?
’Kibir öyle pis, ağır ve kötü şeydir ki, onun batırmadığı güzel bir amel yoktur.?
’Ey sâlik! Sakın bu yoldaki parıltılara aldanıp nefsini üstün görme ki, iblis dergâhtan bunun için kovuldu.?
’Ey insan! Eğer sen şeytan-zade değilsen, sakın benlik mirasına sahip çıkma!?
Tevazu ise, alçak gönüllük, kendini hiç kimseden üstün görmemektir. Kibrin zıddıdır. Dinimiz tevazua çok önem vermiş, hiç bir kimsenin diğerinden üstün olmadığı, üstünlüğün ancak takvayla olduğunu öğretmiştir. Hz Peygamber (s.a.v)’in en büyük özelliklerinden biri de eşsiz tevazusudur. Efendimiz (s.a.v) hiç kimsenin makamına, mevkiine, fakirliğine, zenginliğine bakmadan, bütün insanlara kucak açar ve ilgilenirdi. O, mübarek dizinin üstüne oturarak, fakirlerle birlikte yerde oturarak yemek yer, yetimlerin öksüzlerin başını devamlı okşar, onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışır, kendisinden bir şey istenirse hiç reddetmeden verir, biriyle musafaha ettiği zaman, musafaha ettiği kişi elini çekmeyinceye kadar, kendileri de o kişinin elini bırakmazlardı. Bir gün kendisine bir adam getirilir, gelen şahıs korkudan titremeye başlar. Bunu gören Allah Rasûl’ü: ’Sakin ol! Ben bir melik değil, Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum.? buyurmuşlardır.(10)
Bu peygamberî ahlâk, Üstadımız Abdullah Farukî Hazretlerinde öyle tezahür ediyordu ki, onu görenler bu güzel tevazusu karşısında hayran kalıyorlardı. Yaşantısını, çevresiyle olan muamelesini tevazu üzerine ikame etmiştir.
Üstad’ımız, 1998’de Mısır’a teşrif edip, öğrenci evimizde misafir olmuştu. Evimize gelir gelmez, içeriyi hissedilir manevi bir hava sardı. Üstad’ımızın konuşması, davranışları hele hele biz öğrencilerine yaklaşımı, bir babanın evlatlarına şefkatle yaklaşması gibi sıcak ve merhametliydi. Yemek zamanında bizlerle beraber oturur, yemek yer, sofrada sünnete dikkat eder, bunun için güzel bir şekilde nasihat eder, sanki kendi evinde ailesiyle berabermiş gibi hareket ederdi. Namaz vakti gelmeden önce hazırlanır, ilk önce kendisi oturup namaz vaktini bekler, sözden ziyade yaşayarak örnek olurdu. Bir kardeşimizin sarığı yoktu. Hemen kendisi, başındaki sarığı çözüp ona hediye etti. O eşsiz peygamberî ahlâkın kendisindeki varlığını, lisan-ı hâl ile teyit ediliyordu. Çeşitli âlim ve ârifleri ziyaretlere gittiğimizde; nezaketi, tevazusu karşısında insanlar kendisine bend oluyorlardı. Alışıla gelmiş, insanlardan ayrı oturan, ayrı yiyen, ayrı hareket eden, bir mürşit değildi! Bilakis o, hayranı olduğu Rasûlullah (s.a.v)’in ahlâkı mucibince insanlara karışıp, onlarla hareket eden, onlara Allah’ın emirlerini, yasaklarını, Efendimiz (s.a.v)’in sünnetlerini ve ahlâkını yaşayarak, yaşatarak öğreten muttaki bir âlimdi.
Sünnet-i seniyyeleri öyle içten ve severek yaşardı ki, onu görenler de o sünnet-i Rasûlullah’ı severek, isteyerek yaparlardı. Konuştuğu zaman Allah’ın ahkâmını, Rasûlullah (s.a.v)’in sünnetlerini konuşurdu. Kendisine; sıkıntısı, derdi olanlar dertlerini arz ettikleri zaman, kendi sıkıntısı ve derdiymiş gibi ilgilenirdi.
Üstadımız Hz. Abdullah Farukî el-Müceddidi (k.s), Rabbimizin (c.c.) bize bir ikramı ve rahmetiydi. Bu manada Üstad’ımızın tevazu hakkında söylemiş olduğu veciz sözlerinden bazılarını zikretmek istiyorum:
’Ey sâlik! Haset ve kibir ateşini tevazu suyu ile söndür ki, sadrın gül-gülistan olsun.?
’Ey muhib! Tevazu bulunmayan bir kalpten hayırlı işleri beklemek mümkün değildir.?
Dünyaya Rağbetten Zühde Erdirmek...
Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’de buyuruyor ki: ’Biliniz ki dünya hayatı, bir oyun, eğlence, süslenme, aranızda övünme ve daha çok da mal ve evlat sahibi olma davasından başka bir şey değildir.?(11), ’Ey insanlar! Şüphe yok ki Allah’ın vaadi (öldükten sonra dirilmek ve hesap) gerçektir. O halde sakın dünya hayatı sizi aldatmasın.?(12)
Rasûl-i Kibriya (s.a.v.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: ’Dünya sevgisi her hatanın, günahın başıdır.?
Züht; dünyaya ve maddi menfaate değer vermemek, elde olan dünyalığa sevinmemek ve elden çıkana üzülmemek, elde bulunan veya bulunmayan şeyin gönülde de bulunmamasıdır. Kısaca; ahireti unutup dünyaya esir olmamaktır.
Üstadımız Abdullah Faruki Hazretleri çalışır, elde ettiği kazancını Allah’a itaat yoluna infak ve vakfederdi. Dünya ve dünya malına hiç kıymet vermezdi. Çünkü o, Abdülkadir Geylânî (k.s) Hazretlerinin överek şunları söylediği Allah dostlarından biriydi: ’İnsanlar içinde öylesi vardır ki, dünya avucunun içindedir; fakat onu sevmez, ona gönül vermez. O, dünyaya mâlik olur; fakat dünya ona mâlik olmaz. Dünya onu sever; fakat o, dünyayı sevmez. Dünya onun peşine düşer; fakat o, dünyanın peşinden gitmez. O, dünyayı istihdam eder, hizmetçi olarak kullanır; fakat dünya onu istihdam edemez, kendine hizmetçi ettiremez. Kalbi sırf Allah için halisleşmiş, salihleşmiştir. Dünya onu ifsat etmeye muktedir olamaz. O, dünyada tasarrufta bulunur, dünyaya hükmeder; fakat dünya onda asla tasarrufta bulunamaz.?
İmam-ı Rabbanî (k.s) ise, dünya sevgisinin kalpten atılması için, insanın Allah adamlarının yanında yetişmesi lazımdır diyor. Daha önemlisi ise Hz. Abdullah Faruki (rh.a.) gibi, Allah dostlarının değerlerinin önemine dikkat çekerek diyor ki: ’Bu büyüklerden biri ele geçerse; kıymetini bilmeli, onların emirlerini yapmaya, canla başla sarılmalıdır.?(13)
Düşmanlıktan Nasihate, Dostluğa Davet Etmek...
Efendimiz (s.a.v) insanlara birliği, beraberliği, kardeşliği tavsiye etmiş; kini, nefreti, düşmanlığı şiddetle yasaklamıştır. ’Ey Allah’ın kulları! Allah’ın size emrettiği gibi kardeş olunuz.?, ’Kim bir mü’min kardeşinin hacetini giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki hacetini giderir.? Nasihatleri gibi daha birçok hadis-i şerifte dostluğun önemini vurgulamıştır.
Rahmetli Üstad’ımız; kardeşliğe, kendi nefsi için sevip istediğini kardeşi için de sevip isteme düsturuna çok önem vermiş, saliklere uhuvvetin ehemmiyetini anlatmıştır. Terbiye metodunda da ’fenâ fi’l-ihvan? kaidesi vardır ki kardeşlerin birbirlerini sevmeleri, onları kendi nefsine tercih etmeleri terbiye yolunun temel düsturlarındandır. Bu düstur ilhamını ’Mü’minler ancak kardeştir? âyet-i kerimesi ve ’Birbirinizi sevmedikçe îman etmiş olmazsınız? hadis-i şerifinden almaktadır. İşte mürşid-i kâmil bu metotla müritlerini terbiye etmektedir. Efendi Hazretleri bu konuda saliklere şöyle nasihat ederlerdi:
’Ey sâlik! Kusur araştırıp birbirinizi hakir görmeyin ki; iblis, kendini üstün gördüğünden dolayı lanetlendi. Birbirinizde yok olun ki rahmete müstahak olup, ebedî hayatta var olasınız.?
Netice olarak diyebiliriz ki Abdullah Faruki Hazretleri; ’Allah’tan ancak âlim kulları korkar? âyet-i celîlesinde işaret edilen ittikaya ve konumuzu şerh için naklettiğimiz makbul ve muteber bir âlimin beş vasfını zikreden hadis-i şerife muhatap olan güzide bir insandı, gönüllerde de taht kuran, bir evlâd-ı Rasûldü.
Abdulkadir Geylânî (k.s) Hazretleri buyurur ki:
’Tasavvuf erbabının meşgalesi, sahip bulundukları maddî ve manevî nimetleri etrafındakilere saçmak ve halka rahat ve huzur getirmektedir. Onlar ganimet toplarlar, ganimet dağıtırlar. İzzet ve celâl sahibi Allah’ın fazlından ve rahmetinden ganimeti alırlar, toplarlar ve onu fakirlere ve darda kalmış yoksullara dağıtırlar, hibe ederler. Borcunu ödemekten aciz kalmış borçluların borçlarını öderler. Onlar sultanlardır; fakat dünya sultanları değil. Zira dünya sultanları ganimete konarlar; fakat ganimet dağıtmazlar. Tasavvuf ehli, mevcudu tercih eder, elden kaçırılmışı ise bekler. Onlar, insanların elinden değil, izzet ve celâl sahibi Hakk’ın yedinden (katından) alırlar. Bedenen çalışarak kazandıkları halk için olduğu gibi, kalpleriyle kazandıkları da halk içindir. Hem bedenen kazandıklarını, hem de kalben kazandıklarını halka verirler. Onların huzur ve rahatı için harcarlar. Onlar, sırf bunu Allah rızası için yaparlar. Hevâî arzular için yapmazlar. Nefsanî maksatlar için yapmazlar. Allah dostları ahlâk ve maneviyat doktorlarıdır.?(13)
Hz. Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s) Efendimizi rahmetle yâd ediyoruz.
Rabbim! Derecelerini âli eylesin. Şefaatlerine cümlemizi nail eylesin... Âmin.

------------------
1. Ebû Dâvûd, İlm 1, (3641); Tirmizî, İlm 19, (2683); İbnu Mâce, Mukaddime 17, (223).
2. El-İhtiyar, c.1, Namaz Bahsi.
3. Ebû Nuaym, Hilye; Gazâlî, İhya İlim bahsi.
4. Gazalî, el-Munkuzi Mine’d-Dalal, s.64.
5. Tirmizi, Hudud 24.
6. Müslim, Zühd 38.
7. el-İnsan, 76/8, 9.
8. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/170.
9. Müslim, Îman 47.
10. Gazalî, İhyâ-u Ulûmi’d-Din, 2/483, 484.
11. el-Hadid, 57/20.
12. Fatır, 35/5.
13. el-Fethu’r-Rabbânî, sh. 242.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.