Özlenen Rehber Dergisi

61.Sayı

Ecdadımızda Peygamber Sevgisi

Nadir SÖNMEZ Özlenen Rehber Dergisi 61. Sayı
Nisan ayı Efendimizin (s.a.v.) dünyaya teşrif ettikleri aydır. Bu ayda milletçe çeşitli programlarla Kutlu doğum haftasını kutlayacağız. Bu sebeple bizde bu ay ki konumuzu ecdadımızın Rasûlullah (s.a.v.)’a olan sevgilerini, iştiyaklarını, bağlılık ve edeplerini anlatmaya çalışacağız.

Rasûlullah (s.a.v)’a sevgi hususunda hiç şüphesiz Ashab-ı Kiram en başta gelir. Bu sevgi onların gönüllerinden daha sonraki nesillere de aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Konumuza Hicaz topraklarının Osmanlı Devletine katılması esnasında cereyan eden bir hadiseyle başlayalım.

Medine’nin Osmanlılar tarafından idare edilmesi, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı, fethetmesiyle başladı ve 414 yıl devam etti. Mekke emiri Berekât, Harameyn-i Şerifeyn’in (Kâbe ve Mescid-i Nebevî) anahtarlarını ve kutsal emanetleri Mısır’da bulunan Sultan Yavuz’a gönderdi.

Abbasi halifesi de, hilafeti teslim edince Mekke ve Medine’nin idaresi Osmanlılara geçmiş oldu. Hilafetin merkezi ve kutsal emanetler İstanbul’a taşındı. Yavuz Sultan Selim’in Halep’te kıldığı bir Cuma namazında, hutbe okuyan hatibin, Yavuz Selim’den bahsederken ”Hâkimu’l- Harameyn-i Şerifeyn” yani Harameyn-i Şerifeyn’in hâkimi tabirini kullanması üzerine, Sultan Selim hemen müdahale eder ve:“Hâşâ! Hâkimi değil, hadimi. Biz Harameyn-i Şerifeyn’in hizmetçisi olmaktan şeref duyarız” demiş ve devlet adamlarının, Anadolu’dan Haremeyn’e kadı gönderilmesi teklifini Yavuz Sultan, şu sert cevapla geri çevirmiştir: ’...Mekke, Allah’ın (c.c.) haremi, Medine ise Efendimizin (s.a.v.) şehridir. Bu zamana gelene kadar onlara taşradan kadı gönderilmiş midir? Mekke ve Medine’nin padişahlığı, Efendimizin (s.a.v.) evlâdı kiramı elindedir. Ben, o memleketleri askerle çekip almadım. Onlar edep ve saygı ile bana itaat ettiler ve tam bağlılık gösterdiler... Bunun için Allah’a ne kadar hamd ve senalar etsem azdır. Bundan duyduğum mutluluğu bütün dünyanın padişahlığına değişmem.

Haremeyn-i Şerifeyn (Mekke ve Medine) halkına her ne çeşit gayret, şefkat, yardım lâzım ise esirgemeyin” diyerek Efendimize (s.a.v.) olan sevgisini ortaya koymuştur.

Yine Kanuni Sultan Süleyman döneminde Mescid-i Nebî’ye bir mihrap yapılmasını emrettiği zaman, Efendimizin (s.a.v.) namaz kıldığı yerde bir mihrap olduğu, ikinci bir mihraba gerek olmadığı hatırlatılınca; ”Efendimizin (s.a.v.) namaz kıldığı yerde durabilmekten hayâ ederim” diyerek ona olan hürmet ve sevgisini ortaya koymuştur.

Osmanlı padişahlarından gönlü Rasûlullah (s.a.v.) aşkı ve sevgisiyle dolu olan I. Ahmed’e ait şu örnek mısralar bizim için ne güzel bir vesikadır. Sultan Ahmed, sarığına taktırdığı sorgucun içine, Efendimizin (s.a.v.) ayak izinin resmini koydurmuş ve üzerine de şu muhteşem dörtlüğü yazdırmıştır:

N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim,

Kademi resmini ol Hazreti Şahı Rasûl’ün.

Güli gülizârı nübüvvet o kadem sahibidir,

Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.

Bu dörtlüğün anlamı şöyledir:

“Her zaman başımda taç gibi taşısam,

Peygamber’in (s.a.v.) ayak resmini,

Gül yanaklı Peygamberimiz’in (s.a.v.) ayak izidir o.

Ahmed durma hemen yüzünü sür o gülün ayağına!”

Gönlü Efendimizin (s.a.v.) aşkıyla yanık olan Sultan I. Ahmed’e, Medine’den bir mektup geldiği söylenir. Hasta Sultan mektubu açtırmaz. O haliyle abdest alır, sonra yataktan kaldırılmayı ister. İtiraz edenlere şöyle der:

“Ben Efendimizin (s.a.v.) şehrinden gelen bir mektubu gönderen kim olursa olsun uzandığım yerden dinleyemem. Edepsizlik yapamam!” Sultan ayağa kalkarak, koltuk değneklerine tutunarak bitkin bir halde mektubu ayakta dinlemiştir.

I.Abdülmecid zamanında Mescid-i Nebevi’yi genişletmek için tadilat yapılmıştır. İstanbul’dan gönderilen mühendis, mimar ve ustalardan oluşan birçok sanatkâr, Mescid’in genişletme ve tamir çalışmalarını 12 yılda bitirmişlerdir.

Mescid’in inşası için Medine’ye yakın yerden kırmızı taşlar kesilmiş, mermerler ise Anadolu’dan getirilmiştir. Bu taşlar, ”Ruh u Rasûlullah çekiç sesinden rahatsız olmasın” düşüncesiyle Mescid’den uzak bir yerde şekillendirilir, yeşil ipeklere sarılır, Yasin’ler, Fatiha’lar, İhlâs’lar okunarak tekbir ve salâtu selamlarla Mescid-i Nebevi’ye götürülür, ta’zim ve hürmetle yerine konulurdu. Taşlar yerleştirilirken, az da olsa çekiç darbelerinden çıkan seslerin Efendimizi (s.a.v.) rahatsız etmemesi için çekiçlere keçe sarılmıştır.

Yine Rasûlullah (s.a.v.) aşkıyla yanıp tutuşmasına rağmen o kutsal beldelere gidememiş olan II. Abdulhamid bu özlemini İstanbul’dan Medine’ye uzanan Hicaz demiryolunu yaptırarak gidermeye çalışmıştır. Hicri 1326 (1908) yılında Sultan II. Abdulhamid devrinde İstanbul’dan Şam’a, Medine’ye ve Mekke’ye bağlanan “Hicaz Demiryolu’nun inşası Osmanlıların Harameyn’e hizmette önemli hadiselerden biridir.

Sultan Abdulhamid Han’ın talimatıyla, Allah Rasûlü’nün kabrinde rahatsız edilmemesi için istasyon şehrin kenarına yapılmış, rayların altına keçeler döşenmiştir. Hicaz demiryolunun inşasına paralel olarak Medine’ye tren istasyonu ile yanına bir mescid yapılmıştır.

Anadolu’dan gelen buğday, un, şeker, yağ, pirinç, soğan, patates gibi ihtiyaçlar depolanıp oradan halka dağıtılmıştır. Bir nevi anbar görevi ifa eden bu semte halk arasında ‘Anbariye’ adı verilmiştir. Buradaki mescid de ‘Anbariye Mescidi’ olarak anılır olmuştur.“Medine halkı peygamber soyundandır. Peygamber soyuna da, sırtına un çuvalı, eline yağ tenekesi alıp taşımak uygun olmaz” düşüncesiyle yiyecekleri evlere Osmanlı askerleri dağıtmıştır.

Ecdadımızın, Efendimize (s.a.v.) ve onun Ehl-i Beyt’ine olan sevgilerinden dolayı kurdukları Nakibü’l-Eşraflık müessesesi de hürmetin sembolü olmuştur. Sınırları dâhilindeki, Peygamber nesebine mensup Seyyid (Hz. Hüseyin) ve Şerifleri (Hz. Hasan) tek tek kaydederek; her türlü ihtiyaç ve hizmetlerini görmek ve şecerelerini soy kütüklerine işleyip muhafaza etmek için, özel olarak Nâkibü’l Eşraflık müessesesi ihdas etmiş ve başına da Âli Beyt’e mensup ’Nâkibü’l Eşraf’ isimli bir memur atamıştır. Peygamber nesline bağlı olduğunu belgeleyenlere, birer berat verip kendilerini her çeşit vergiden muaf tutmuştur. Bütün bu hürmet ve imtiyazlarla, Seyyid ve Şeriflerin, huzur ve sükûn içerisinde hayat sürmelerini amaçlanmıştır.

Ayrıca Osmanlı da kutsal mekânlara başta Kâbe’nin örtüsü olmak üzere orada bulunan Ehl-i Beyt’e hediyeler götürmekle görevli Sürre alayları vardı. Bu alaylar hürmetle, dualarla, tekbirlerle ve bizzat padişahın da bulunduğu devlet erkânı, ulema ve halk tarafından uğurlanması, geçtiği yerlerde hürmetle karşılanması ve Efendimize (s.a.v.) selamlar gönderilmesi, ecdadımızın ona olan sevgisini göstermektedir.

Cihanı titreten Osmanlı hükümdarlarının Rasûlullah (s.a.v.) sevgisiyle kendilerini onun ayak bastığı kutsal beldelere hizmetçi saymaları, O’nun Ehl-i Beyt’ine olan hürmetlerini kurdukları müesseseler ile göstermeleri, Efendimizin (s.a.v.) mescidini yaparken onu rahatsız etmekten çekindikleri için işlerin çoğunu Medine dışında yapmaları veya çekiçlerine keçe bağlamaları, Medine’den herhangi birinden gelen mektubu abdestli ve ayakta dinlemeleri, Medine halkına olan hürmetleri ve daha birçok buna benzer ahlâklar kolayca elde edilecek haller olmasa gerek. Bu yaşanan hallerin altında yatan sebep gerçekten ecdadımızın: “(Ey Habibim) de ki: Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah ta sizi sevsin” ayetini gönüllerine iyice nakşetmiş olmalarının bir sonucu olsa gerek. Yine onu anadan, babadan, kendi canından daha fazla sevmedikçe tam iman etmiş olmazsınız anlayışını gönüllerinde tam olarak yaşamanın bir sonucudur yukarıda anlattığımız haller.

Bu derece Peygamber sevgisine sahip ecdadımız onun doğumu olan Mevlid-i Nebî’yi de büyük bir iştiyakla kutlardı. Kutlamada yapılanlar yine ona olan sevgiyi ve hürmeti ortaya koymakta idi.

Bizim ecdadımızın tarihinde Mevlid-i Nebî Osmanlının 1514’den 1918’e kadar 414 sene Hicaz bölgesinin yönetimini üslendiği dönemde kutlanmıştır. Bu yıllarda Medine’de Ravza-i Mutahhara merkezli Efendimizin (s.a.v.) velâdeti büyük törenlerle kutlanırdı. Şehrin emîri o günün sabahı beyaz giysilerini giyer, her zaman olduğu gibi Efendimizin (s.a.v.) kabr-i şerifini bizzat kendi elleriyle büyük bir huşu içerisinde siler-süpürürdü. O gün Medine’de bayram yapılırdı. Dükkânlar kapanır, vitrinleri süslenirdi. Çocuklar bayramlıklarını giyer, Müslümanlar Mescid-i Nebî’ye akın eder; hatimler indirilir, Mevlitler okunur, binlere varan salâvat-ı şerifeler âfâkı inletirdi.

Sabahleyin ecdadımız top sesleriyle o günün Mevlid-i Nebî olduğunu halka duyururdu. Sokaklara, çarşılara ve büyük alanlara Efendimizin (s.a.v.) hadislerini ihtiva eden dev dövizler, afişler ve pankartlar asılırdı. Dünyanın değişik bölgelerinden Medine’ye hac ve umre yaptıktan sonra Allah Rasûlü (s.a.v.)’nü ziyaret için gelen Müslümanlar bu muhteşem ve feyizli hallere tanık olurdu. Dönüşlerinde Osmanlı’nın bu geleneğini kendi ülkelerine taşırlardı.

Bugün hâlâ Cezayir’de, Mısır’da, Tunus’ta, Fas’ta, Malezya’da, Endonezya’da kısaca İslâm Dünyası’nın her tarafında ecdadımızın Mevlid-i Nebi kutlama ve Mevlid-i Şerîf okuma geleneği yaşatılmaktadır.

Bu gün mevlid olarak anılan Süleyman Çelebi’nin yazdığı Vesîletü’n-Necat adlı eserin yazılış sebebini ortaya koyarsak ecdadımızın Efendimize (s.a.v.) olan sevgisinin açıklanmasında faydalı olacaktır.

Süleyman Çelebi, yüreğindeki Peygamber sevgisiyle Bursa Ulu Camii’nde görevliydi. İran’dan gelen bir vaiz cemaate vaaz ederken Bakara suresinin 285. ayetini; “Biz, Allah Tealâ’nın peygamberlerinden hiç birini ayırt etmeyiz. Duyduk ve itaat ettik” ayetini tefsir ederken; “Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Hz. İsa (a.s.) arsında hiçbir farklılık yoktur,” diye açıklar. Bu duruma cemaatten büyük tepkiler olur. Süleyman Çelebi de bu durumdan çok müteessir olur ve gönlünün yangınına tercüman olması için kalemine sarılır ve adı Vesiletü’n-Necat (Kurtuluş Vesilesi) olan şiirini yazar. Gönlündeki aşkı ve muhabbeti beyitlere öyle bir döker ki; ondan sonra nice insan mevlid-i şerif kaleme alır da hiç birisi onun yazdığı mevlidin yerini tutmaz.

Günümüzde de çeşitli etkinliklerle kutladığımız Efendimize (s.a.v.) olan sevgimizi ortaya koymaya çalıştığımız kutlu doğum ve Mevlid kandilleri kutlamaları bizlere bir günlük veya bir haftalık bir Rasûl sevgisi değil, bir ömür boyu O’nun Sünnet-i Seniyye’sine uygun hareket edebilme iştiyakını vermelidir.

Maalesef günümüzde Efendimizi (s.a.v.) sadece bir haftada hatırlayıp o zaman zarfı içerisinde gönlümüzde birtakım kıpırdanmalar olmakta daha sonra ki zamanlarda ise aynı iştiyak ve Rasûlullah (s.a.v.)’a olan bağlılık bir türlü yakalanamamaktadır. Dahası o kutlamalar da toplumun sadece bir kısmıyla yapılmakta olup, o şehrin bekli de sadece 1/10’u programlara katılmakta, diğer kesim ise bu kutlamalardan habersiz o günleri geçirmektedir. Burada bize düşen görev bulunduğumuz mahaldeki insanlara ulaşıp Mevlid-i Nebî’yi (Kutlu Doğumu) herkese anlatmamız lazımdır.

Efendimizin (s.a.v.) doğumunu tabi ki kutlamalıyız. Kutlamanın yanında O’nun Sünnet ve ahlâklarını öğrenip hayatımıza da tatbik etmeliyiz. Bu şekilde olduğu takdirde yaptığımız kutlu doğum etkinlikleri daha bir anlam kazanacaktır. Yukarıda örneklerle açıkladığımız gibi yönetimdeki dehasıyla bütün devletleri ve hükümdarları dize getiren Osmanlı sultanlarının Rasûlullah (s.a.v.)’a olan edep ve sevgilerini kendi gönül dünyamızda, aile ve çocuklarımızın gönül dünyasında yaşatabilirsek onun yaşantısını öğrenip öğretebilirsek, yapılacak kutlamalar o oranda kıymetli ve etkili olacaktır.

Son olarak; günümüzde bazı akımlar Mevlid-i Nebî ve Kutlu doğum kutlamalarının ilk defa Fatımî devletinde görülen bir uygulama olduğu için kutlanmasının caiz olmadığı, gereksiz olduğu gibi bazı fikirler ortaya koyarak Müslümanların kafasını karıştırmaktadırlar. Varlık sebebimiz ve yaşadığımız bütün İslâmî güzelliklerin olma nedeni olan günü edeple ve Efendimizin (s.a.v.) sünnetine uygun kutlamanın ve O’nu insanlara tanıtmanın neresi caiz değildir. Elbette caizdir.

Efendimizin (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Pazartesi günü oruç tutun zira ben o günde doğdum” diyerek kendi doğum gününe ibadetlerle hürmet edilebileceğini belirtmiştir.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.