Özlenen Rehber Dergisi

61.Sayı

Tasavvufta Sünnet'in yeri ve önemi

Yakup YÜKSEL Özlenen Rehber Dergisi 61. Sayı
Her ne hikmetse tasavvuf ilmi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den günümüze kadar özellikle konuyla alakası olmayan veya sadece bilimsellik adına pek çok kişi tarafından üzerinde en çok konuşulan bir ilim dalı olmuştur.

Hâlbuki her konuda olduğu gibi bu ilim dalında da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahlâkı üzere işi ehline bırakmakta fayda olduğu kanaatindeyiz. Yani konuyu İslâm mutasavvıflarının bakış açısından ve onların anlayışlarından hareketle izaha çalışmak daha isabetli bir davranış olacaktır.

Tasavvuf, kelime olarak sof (yün) giymek, saf olmak, ilk safta bulunmak, suffe ashabı gibi yaşamak anlamlarına gelir.

Terim olarak ise pek çok tanımı yapılmıştır. Bu tanımlar daha çok o mutasavvıfın bulunduğu makam ve hâle göre değişiklikler arz etmekte ise de; aslında asıl gayenin Hz. Allah olduğu aşikârdır. Yapılan bazı tanımlardan örnekler vermek gerekirse:

Tasavvuf, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in zühd yaşantısına bakılarak ‘baştan sona zühddür’ denilmiştir. Ahlâkla ilgili tavsiyelerine bakılarak ‘güzel ahlâktır’ şeklinde tanımlanmıştır. Ayrıca yapılan terbiye usûlü ve metoduna göre ‘tasfiye yani kalp temizliği veya tezkiye yani nefs ile mücadeledir.’ İtaat açısından ‘Allah’a tam teslimiyet ve kulluktur.’ Ulaşılması istenilen hedef açısından ‘Hakk’a vuslattır.’ İnsanın manevi yönü ile de ilgilenen bir ilim dalı olması hasebiyle ‘İslâm’ın ruh hayatıdır ve bir batın ilmidir.’ Elde edilen bilgi açısından ‘havassa ait ledün ilmidir’ gibi tanımlara da rastlamak mümkündür.

Fakat en genel ve başka bir ifadeye gerek bırakmayan, konumuza da en uygun olan bir tanımla tasavvuf; ‘Kitap ve Sünnet’e sarılmak ve edebe riayettir’ denilmiştir. Çünkü şer’î ölçüler dışına çıkan bir tasavvufî anlayışı İslâmî saymak mümkün değildir. Zira tasavvuf, dine sımsıkı sarılmayı ve “Beni Rabbim terbiye etti ve edebimi ne güzel eyledi” hadisi mucibince edeb sınırını gözetmeyi emretmektedir. Zira Kur’ân ve Sünnet’in emrettiği istikametin gerçekleşmesini sağlayan en önemli faktör, edebdir.

Mutasavvıfların; “Sahibini utanılacak şeylerden muhafaza eden sağlam bir his ve irade” olarak tanımladıkları edeb, onların dinin sınırlarını korumada önem verdikleri hususlardan biri ve istikameti muhafaza etmeye yardımcı olmuştur.

Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî tasavvufu; “Toplu halde Kur’ân dinleyip vecde gelmek, Kur’ân ve Sünnete ittiba ederek amel etmektir” diye tanımlarken; Ebû Hafs Haddâd ise; “Tasavvuf edebden ibarettir. Her makamın, her halin ve her vaktin bir edebi vardır. Ancak buralardaki edebe riayet eden kimse rical sınıfına girer” demiştir. Rahmetli üstadımız Abdullah Farukî el-Müceddidî de dinin tanımını şu ifadelerle dile getirmiştir: “Ey muhib! Din güzel ahlâktan ibarettir. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a uy ki; O, ‘güzel ahlâkı tamamlamak için’ gönderildi.”

Öyleyse tasavvuf, Kur’ân ve Sünnet ile ameldir.
Yapılması gereken ve kula düşen görev ise; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetine ilk ve en güzel şekliye muhatap olan ve ardından “Hûd beni ihtiyarlattı” buyurarak istikamet üzere amel etme ahlâkı içerisinde olmanın zorluğuna işaret eden Efendimizi (s.a.v.) kendine örnek almak, örnek alanlardan da istifade etmektir.

Tasavvuf ilminin amelî boyutuna dikkat çeken belli başlı özelliklerinden de bahsetmek gerekirse şunlar söylenebilir:

Tasavvuf, tatmak ve yaşamakla, manevi tecrübe ile anlaşılır.

Tasavvuf, üstadlar nezdinde ve onların terbiyesi altında öğrenilir. Bu üstadların Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ulaşan kesintisiz bir silsileye sahip olmaları gerekir.

Tasavvuf, kitabî bir ilim değildir. Yani kitaplara çalışılarak öğrenilmez.

Tasavvuf, mâ-verâe’l-akıl bir ilimdir. Felsefe ve mantık gibi sadece akla dayanan bir ilim değil; akıl üstü kalp ve vicdan ilmidir.

Tasavvuf, gözle görülen âlemin dışında bazen gayb âleminden de bahseder.

Tasavvuf’un konusu ve gayesine gelince...

Tasavvufun konusu, İslâm ahlâkını öğrenmek (tahalluk) ve bunu gerçekleştirip ahlâkî ve manevî yükseliş sonucu bazı tahkiki bilgilere ulaşmak (tahakkuk)’tur. Gayesi ise; insanı kötü ahlâklardan, çirkin huylardan uzaklaştırmak, güzel vasıflarla bezemek, Allah ve Rasûlü (s.a.v.)’nün ahlâkını benimseterek Ona tam bir ittibâ ile insan-ı kâmil yetiştirmektir.

İşte tam bu noktada tasavvufun sünnet ile bağlantısı ortaya çıkmış olmaktadır. Zira Rasûlullah (s.a.v.)

Efendimizin Sünnet-i seniyyelerine dayanmayan hiçbir ilim dalının bir kıymeti bulunmamaktadır. Buradaki maksat ise tasavvufun sünnete dayandırılması değil, sünnete tabi olunması konusunda tasavvufta sünnetin yeri ve önemidir.

Şimdi tasavvuf ve sünnet bağlantısını izah etmeye çalışalım:

Önce Sünnetten bahsetmek gerekirse, Sünnet: Yol, istikamet anlamlarına gelir ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söz, fiil ve takrirleri olarak bilinmektedir. Eğer bu bilgiler sözlü veya yazılı olarak bir başkasına aktarılırsa hadis adını almaktadır. Bunun yanında Sünnet, diğer ilim dalları ile olan münasebetleri açısından (tefsir, kelam, akaid, fıkıh vs.) değişik şekillerde kısımlara ayrılmıştır. Tasavvuf ilmi açısından ise sünneti nazarî ve amelî olarak iki kısma ayırmak mümkündür.

Nazarî Sünnet; daha çok Hz. Peygamber (s.a.v.), sahabe ve tabiinden bize din olarak bildirilen haberlerin rivayet ve bilgi açısından durumunu ifade etmektedir. Yani nazarî sünnet, daha çok hadis ilminin konusunu oluşturmaktadır.

Amelî sünnet; öncelikle Hz. Peygamber (s.a.v.), daha sonra sahabe ve tabiinin zühd yaşantılarını ifade etmektedir. Bir bakıma sünnetin amel olarak ortaya konulması tasavvuf ilminin konusu ve aynı zamanda gayesi durumundadır.

Nazarî (bilgi) açıdan bakıldığında tasavvufun hadis ilmiyle olan münasebeti şu şekildedir açıklanabilir:

Tasavvufî hayatın temelini oluşturan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in rûhî ve zühdî hayatı ile bu konudaki sözleri, tasavvuf ile hadis ilmini birbirine yaklaştırmıştır.

Tasavvufun bir ilim olarak ortaya çıkışından önce, gerek muhaddisler ve gerekse mutasavvıflar tarafından kaleme alınan Kitâbü’z-Zühd adlı eserler, hadis ilmiyle tasavvuf ilmi arasında bir köprü görevi görmüştür.

Mutasavvıfların başlangıçtan beri hadis ilmiyle iştigal ettiği ve ilk zâhid-sûfîlerin ekserisinin muhaddis olduğu ve hatta günümüze kadar ulaşan pek çok Allah dostunun da aynı zamanda hadis ilmiyle iştigal ettiği bilinmektedir. Bu itibarla hadis ve tasavvufun yakın bir akrabalığı vardır.

Ancak mutasavvıflar, hadis rivayeti ve rivayet esasları, hadisi rivayet edenler gibi hadis ilminin konusu içerisine giren meseleleri hadisçilere bırakarak hadisi rivayet edenler konusunda muhaddislerin gösterdikleri titizliği göstermemişleridir. Çünkü hadisçiler hadisi ezberlemek ve rivayet etmek için belli titizliklerle öğrenirlerken mutasavvıflar, hadisi bir irşad vesilesi ve ahlâkî bir öğüt olarak amelî boyutu itibariyle değerlendirmişler ve hadis rivayetinde özellikle hadisin Hz. Peygamber(s.a.v.)’e ve sahabeye ait olan bölümüyle ilgilenmişleridir. Onlar için hadisin mânâ yönünden doğruluğu yeterli olmuştur.

Tasavvufun hadis ilmiyle olan bir başka alakası da, tefsir ilminde olduğu gibi, hadislerin de işârî (tasavvufî) üslupla şerh edilmesi ve muhtelif tasavvufî konularda “Kırk Hadis” adlı eserlerin meydana getirilmesidir.

Mutasavvıflardan ekserisi, bu maksatla pek çok eser kaleme alarak tasavvufî yorumları hadislerde de kullanmışlardır. Bu çığırı açanların başında ise Hâkim et-Tirmizî gelmektedir. Onun Nevâdiru’l-Usûl adlı eseri ilk tasavvufî hadis şerhi sayılabilir.

Amelî açıdan bakıldığında ise tasavvufun hadis ilmiyle olan münasebeti hakkında şunları söyleyebiliriz:

Mutasavvıfların aynı zamanda birer hadisçi ve fıkıhçı olduklarını daha önce ifade etmiştik. Bu itibarla mutasavvıflar, amelî olarak her şeyden önce hicri ilk asırlardan beri İslâm tasavvufu içerisine sızan bir takım akımları Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sahih sünnetine kayıtsız şartsız bir ittiba ve yaşantı olarak engellemeye çalışmışlardır. Bunu büyük ölçüde başarmışlardır da...

Bunun yanında İslâm’a uygun ruhanî bir hayat yaşayan hakikî sûfîler toplum tarafından övülmüş; sahtecilik yapılan dönemlerde ise bu durum şu sözlerle bir anlamda Hz Peygamber ve onun yolundan gidenlere duyulan bir özlemle: “Tasavvufun manası gitti, ismi kaldı. Hakikî sûfîlik kayboldu, onun yerini şekilcilik aldı” şeklinde tenkit edilmiştir.

İslâm’ın kalbine ve beynine nüfuz etmeye çalışan bu yabancı unsurlar karşısında hadis, fıkıh ve kelâm âlimleri de dikkatli ve uyanık olmasını bilmişler, bu gibi tehlikeli gelişmeler karşısında Müslümanları uyarma görevlerini yerine getirmişlerdir. Fakat tasavvuf adı altında İslâm’a yönelen tehlikelerle Kur’ân ve Sünnete özellikle amelî noktada sıkı sıkıya bağlı, tasavvuf sahasında ihtisas sahibi olan sûfîler kadar tesirli bir şekilde mücadele verememişlerdir. Sırf bu maksatla mutasavvıflar tarafından ortaya konulan pek çok eser mevcuttur. Yani ehl-i sünnete uygun olan tasavvuf anlayışını ortaya koymak, sonra buna aykırı bulunan ve dış kaynaklardan beslenen mistik cereyanların tenkidini yapmak maksadıyla vücuda getirilen eserler kaleme alınmıştır.

Kelâbâzî’nin Taârruf isimli eseri sadece bunlardan biridir.
Hülasa İslâm tarihi boyunca dinin yayılmasında ve insan-ı kâmil yetiştirilmesinde diğer İslâmî ilimler kadar tasavvuf ilmi de küçümsenemeyecek bir yere sahiptir. Özellikle hicri II. asırdan itibaren tasavvuf mektepleri şeklinde ferdi olarak varlığını göstermeye başlayan, daha sonraki asırlarda ise Kur’ân ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in istikamet yolunu kendisine rehber edinen tasavvuf okulları, sünnetin yayılmasında ve yaşantı olarak ortaya konulmasında önemli bir yere sahiptirler.

İşte bu nedenledir ki, rahmetli üstadımız Abdullah Farukî el-Müceddidî’nin özellikle talebelerine hadis ezberleme ahlâkını kazandırma ve yabancı tesirlerden koruma yolunda yaptığı gayretler asla hafife alınmamalıdır. Onun; “Her sünnet-i seniyyeyi yaşamak bir nefis tezkiyesidir” sözü iyi anlaşılmalı ve muhaddislerin hadis toplamak için yaptıkları yolculuklarına karşılık; bir sünneti seniyyeyi bir başkasına öğretmek için düzenledikleri irşad yolculukları çok iyi tahlil edilmelidir. Zira ancak sünnete tabii olmakla Âlemlerin Efendisi Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’e itaat edilmiş olur ve Cenabı Hakk’ın şu emri yerine getirilmiş sayılır: “Kim Rasûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince seni onların başına bekçi göndermedik!”
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.