Özlenen Rehber Dergisi

72.Sayı

Vefatının 26.cı Yılında Necip Fazıl Kısakürek

Sema Betül ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 72. Sayı
Necip Fazıl 1904 yılında İstanbul Çemberlitaş semtinde, köklü, iyi eğitimli ve zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Eğitim hayatına Fransız mektebi ve Amerikan kolejinde başlayan Necip Fazıl daha sonra Büyük Reşid Paşa Numune Mektebi, Heybeliada Numune Mektebine ve Bahriye Mektebine gider. 1921 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğrencisi olur. Şiire olan ilgi ve merakı bu yıllarda gelişir ve 1922 yılında ilk şiirleri çeşitli dergi ve mecmualarda yayımlanmaya başlar.
1923’de Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra Devletin tahsil için Avrupa’ya gönderdiği ilk öğrenciler arasında yer alan Necip Fazıl Galata Rıhtımında kendisini Marsilya’ya götürecek olan geminin üzerine binerken fesini başından çıkarıp sulara fırlatır. Çünkü o da Tanzimat’tan beri yetişen birçok Türk aydını gibi aşağılık duygusu içerisinde ve içinde yaşadığı medeniyetin, kültürün hemen her şeyinden nefret eder konumdadır. (Necip Fazıl Kısakürek, Babıâli, Büyük Doğu yay., İst. 1976 s. 21) Devlet imkân ve desteğiyle eğitim için gittiği Fransa’daki yaşadığı günleri kendisi “başıboşluk ve serserilik” olarak nitelendirir. (Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, Büyük Doğu yay. İst. 1987 s. 64)
1925 yılında yurda dönen Necip Fazıl 1934’te Abdulhakim Arvasî (k.s.) ile tanışıncaya kadar ki yıllarda, çeşitli bankalarda, mizaç ve fıtratıyla pek de uyumlu olmayan işlerde çalışır. Bu zaman zarfında kendi ifadesi ile Beyoğlu pansiyonlarında tavan arası odalarda ressamlı, heykeltıraşlı, şairli, muharrirli, profesörlü bir kalabalığa gömülü ismi olan fakat kendisi olmayan, mide gurultusu kadar başıboş insiyakların, en kaba teessüriyetlerin hâkim olduğu ve adına bohem hayatı denilen bir hayat yaşar. (Kısakürek, O ve Ben, s. 67) 1925 yılında ilk şiir kitabı olan ‘Örümcek Ağı’ ve 1928 yılında kendisini büyük bir üne kavuşturacak olan ‘Kaldırımlar’ yayımlanır. O artık adında çokça bahsedilen şiirleri ders kitaplarına alınıp gençlere büyük bir şair olarak tanıtılan ve hatta o gün için yayımlanmış toplam eser mevcudu 64 yaprağı ancak bulduğu halde kendisi ve sanatı hakkında yüzlerce yazı yazılan, tabir yerindeyse kendisinden sıklıkla övgü ile bahsedilen biri haline gelmiştir. Bütün bu olaylar arsında 1932 yılında üçüncü şiir kitabı olan ‘Ben ve Ötesi’ yayımlanır. Daha sonra sırasıyla Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi ve Robert Koleji’nde Edebiyat Hocalığı yapar. (Kısakürek, Babıâli, s. 264-265)
Maddi anlamda hiçbir sıkıntısının ve kederinin olmaması yine de onu mutlu etmeye yetmez. O kendisinin çok sevdiği ifadeyle hafakanlar, bunalımlar ve buhranlar içerisinde kıvranır ve halini;

“Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı
Aradım bir ömür arkadaşımı
Ölsem dikecek yok mezar taşımı
Halime ben bile hayret ederim” (Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yay., İst.,1987, s. 66) dizeleriyle ifade eder.

Necip Fazıl’ın içine düştüğü bu menfi durumun başlıca sebebi kendi neslinin din ve tarih duygusundan mahrum yetiştirilmesidir. Onun bu içler acısı ve ağlanılacak hali devrin birçok aydın(?)ında da görülür. Çünkü bu nesil dine karşı kuvvetli bir reaksiyon içinde yetişir. Bu devirde din duygusunun yerini onun tam zıddı olan bir duygu, dünya duygusu alır. Yine bu devirde gençler evlenmeyi, aile yuvası kurmayı lüzumsuz görmeye başlar. Bekâr bir hayat yaşamak müşterek bir tem haline gelir. Geçmişe karşı müthiş bir reaksiyon olduğu için gençlikte tarih duygusu kalmaz. Bu devirde korkunç bir aydınlar ihanetine rastlarız. Kalbini ve kafasını yitiren etten robotlar etrafı sarmaya başlar. (Mehmet Kaplan, Nesillerin Ruhu, İst. 1967, s. 17-19) İşte bu sosyal şartlar içinde yetişen Necip Fazıl’da ailesinin vermeye çalıştığı milli ve manevi değerleri bir süre korusa da nesline mensup modern eğitim kurumlarında okumuş birçok genç gibi devrini ve neslini saran korkunç imansızlığı yenemez. İçinde yaşadığı devir ve muhitin, ulvi bir imanın gelişmesine meydan vermeyen yıkıcı şartları onu da derinden etkiler. (Mehmet Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, İst., 1978, s. 192-193)
Necip Fazıl’ın bu hayatı 1934 yılında Seyyid Abdulhakim Arvasî (k.s.)’yi tanıyıncaya kadar bu şekilde devam eder. Onun Abdulhakim Arvasî (k.s.) ile tanışması, hayatında bir dönüm noktası olur. Devrin ünlü İslâm âlimlerinden olan Abdulhakim Arvasî; görüşleri, düşünceleri, telkinleri, tavırları ve örnek hayatıyla Necip Fazıl’ı derinden etkiler. Necip Fazıl’ın hayat kainat ve insan ile ilgili bütün düşüncelerini yavaş yavaş değiştirir. Arvasî Hazretleri ona hayatın ve insanın yaratılış gayesini anlatır. Allah’a kul olmanın, ona ibadet etmenin, onun rızasına uygun bir hayat yaşamanın güzelliğini fark ettirir. Necip Fazıl, Abdulhakim Arvasî (k.s.) ile tanışmasını 1940 yılında

“Allah dostunu gördüm bundan altı yıl evvel
Bir akşamdı ki zaman donacak kadar güzel” (Kısakürek, Çile, s. 74) ve onu tanımadan evvelki hayatını da
“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” (Kısakürek, a.g.e., s. 35) dizleriyle dile getirmiştir.

Necip Fazıl Abdulhakim Arvasî (k.s.) ile tanıştığı 1934 yılı ile 1943 yılları arasında hayatına çeki düzen vermiş, namaza başlamış, Efendi’sinin tavsiyesi üzerine 1941 yılında onun huzurunda evlenmiştir.
1943 yılından itibaren gazete ve mecmualarda giriştiği İslâmî mücadele yüzünden eski çevresince dışlanmış ve kendisine karşı menfi tavır alınmaya başlanmıştır. O da İslâm’a daha iyi hizmet edebilmek ve daha geniş kitlelere yaymak için Büyük Doğu Mecmuasını çıkarmıştır. O günlerde hükümet tarafından İzmir’e sürgün edilen Abdulhakim Arvasî (k.s.) Hazretleri, fani dünyadan irtihal eylemiştir.
Büyük Doğu’nun yayın hayatına girmesi, bazı kesimlerce ciddi rahatsızlık sebebi olur ve dönemin Milli Eğitim Bakanı Necip Fazıl’a öğretim üyeliği ile Büyük Doğu Mecmuası arasında bir tercih yapmasını söyler o da Büyük Doğu Mecmuasını tercih eder ve bu yüzden görevinden ayrılmak zorunda bırakılır. (Kısakürek, Babıâli, s. 285) Bundan sonra Necip Fazıl’ın hayatında büyük bir mücadele dönemi başlar. Bir zamanlar onu övecek kelime bulamayanlar ondaki değişimi ve İslâmî gelişimi hazmedemeyip ondan yüz çevirir ve onu “sanatına kıyan geri adam” diye yaftalarlar. (Kısakürek, O ve Ben, s. 68) 1943 yılı ile 1978 yılları arasında Büyük Doğu Mecmuası on altı defa yayına girer ve yine on altı defa çeşitli sebep ve gerekçelerden ötürü yayından kaldırılıp yasaklanır. Bütün bu zaman zarfı içerisinde Necip Fazıl defalarca yargılanıp hapse girer ve çıkar. (Kısakürek, Babıâli, s. 162-285)
Abdulhakim Arvasî (k.s.) ile tanışması, İslâm’a gönül vermesi ve Büyük Doğu’yu çıkarmasıyla birlikte Necip Fazıl’ın hayatında ve sanatında yepyeni ve çok farklı bir dönem başlar. Büyük bir fikri ve ruhi değişim yaşayan şair ‘Muhasebe’ adlı şiirinde kendisindeki bu değişimi şöyle anlatır:

“Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri
Sadece, beyni zonk zonk sızlayanlardan biri
Bakmayın tozduğuma meşhur Babıâli’de
Bulmuşum rahatımı ben de bir tesellide
...
Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım
Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım
Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana
Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana” (Kısakürek, Çile, s. 402-403)

Necip Fazıl kollarını bir makas gibi açarak “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” diye haykıran, toplumun içinde bulunduğu durumu birkaç fırça darbesiyle harikulade bir tablo çizen ressam gibi resmeden bir aydın düşünür ve büyük şairdir.

“Geçenler geçti seni uçtu pabucun dama
Çatla Sodom-Gomore patla Bizans ve Roma
Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul
Bir kişiye tam dokuz dokuz kişiye bir pul
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa
Yaşasın kefenimin kefili karaborsa” (Kısakürek, Çile, s. 406-409)

Açıkça görülmektedir ki, Necip Fazıl’ın üslubu son derece çarpıcı ve orijinaldir. Aynı zamanda sade duru ama bununla birlikte derindir.
Modern Türk Edebiyat’ında birçok şair ve yazar dünya görüşleri sebebiyle hapse girmiş zindana atılmış ve sürgüne gönderilmiştir; fakat bunlardan hiçbiri zindandan bu kadar gür bir iman ile haykıramamış, bu kadar umut dolu bir şekilde geleceğe bakamamıştır. O zindan da en ağır şartlar altında yaşarken bile ümitsizliğe kapılmamış, Anadolu insanına daima tarihi misyonunu hatırlatmış, müjdeler vermiştir.

Dua, dua, eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış...
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu
İplik ki, incecik, örer boşluğu.
Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş...
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir” (Kısakürek, Çile, s. 422)

Onun şiirleri Anadolu insanının vicdanında makes bulmuş ve derin bir hayranlık uyandırmıştır. Çünkü o Anadolu insanına başını dik tutmasını, inandığı değerleri hiç kimseye aldırmadan en onurlu bir şekilde savunmasını öğütlemiş, yaşadığı devirde kendi ifadesi ile “surda gedik açan adam” olmuştur. Türk milleti tarihinde ilk defa bir şaire “ÜSTAD” unvanını vermiş ve onu büyük bir sevgiyle bağrına basmıştır.
Üstad 1972 yılında artık evine çekilmiştir. Çünkü Çile şairi artık iyice yaşlanmış mücadele ıstırap ve çile dolu uzun hayatı onu iyice yıpratmıştır. 1980 yılında kendisine ‘Sultanu’ş-Şuara’ ödülü verilen şair artık iman dolu bir mümin olarak güzel dediği ölümü beklemektedir.

“Ölüm güzel şey budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölürümüydü Peygamber” (Kısakürek, Çile, s. 51)

Ve nihayet 25 Mayıs 1983’te bu fani dünyadan ebedi âleme göç eyleyen şairin cenazesini binlerce “Büyük Doğu” ideal ve düşünceli gençler tarafından parmakların üzerinde taşındı.

“Minarede -ölü var- diye acı bir salâ
Er kişi niyetine saf saf namaz... ve âlâ
Böyledir de ölüme kimse inanmaz hâlâ
Ne tabutu taşıyan, ne de toprağı kazan

Ve son söz,
“Olmasın son günümde çelengim top arabam
Beni alıp götürsün tam inanmış dört adam”
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • damira

    siirleri cok guzel..bu makale icin cok tesekkurler..

1 kişi yorum yazdı.