Özlenen Rehber Dergisi

90.Sayı

Osmanlı'da Ramazanlar, Ecdadımızın Ramazan Coşkusu

Ayhan ÖZKAN Özlenen Rehber Dergisi 90. Sayı
Osmanlı’da Ramazanlar
Ramazan ayı kameri ayların dokuzuncusudur. Haram aylar içerisinde de yer alan Ramazan-ı Şerif ayı Hicri ikinci yılında bu ayda Rabbimizin Oruç tutmamızı farz kıldıktan sonra daha da ayrı bir anlam ifade etmeye başladı. Hicri 2. yılda, kıblenin değiştirilmesinden hemen sonra, Bedir savaşından hemen önce farz kılınan oruç ibadetine, Allah Rasulü (s.a.v.)’nün çok büyük önem verdiği bilinmektedir. Oruç ibadetini yerine getirirken Peygamberimiz çok hassas davranmış ve bu ibadet konusunda yüzlerce sünnet günümüze aktarılmıştır. Sahur, iftar, hatim, zekât, sadaka… onlarca güzel ibadet hep bu mübarek ayda yaşanmakta ve bir ay kulluk noktasında da dolu dolu geçmektedir. Ecdadımız da ramazan-ı şerif ayını ihya ederken Sünnet-i Seniyye üzerine ihya etmek için günler öncesinden hazırlıklarını yapmıştır.
Türklerin kitleler halinde İslamiyet’e girişleri 751 Talas Savaşından sonra başlamıştır. Karluk Türklerinin Müslüman olması ile İslamiyet Orta Asya ve Maveraünnehr Bölgesinde hızla yayılmaya başlamış devamında ilk Müslüman Türk devletleri kurulmuştur. Bu devletler yeni tanıştıkları dinin hükümlerini yaşamaya çalışırken haliyle yıllar arasında uygulama farklılıkları meydana geldi. Kaldı ki Osmanlı Devleti altı yüzyıl’a aşkın varlığını sürdürdüğü yıllarda bile uygulamalarda farklılıklar oluşmuştur. Bizlerse buna kültürümüzün zenginliği adını veriyoruz. Bugün bile bölgeler arası, iller arası ve hatta semtler arası farklılıklar vardır. Bu farklılığı ortaya çıkaran birçok neden sıralayabiliriz ama şuan konumuzun dışında olduğu için değinmek zaman alır. Bunu ifade etmemin nedeni ise biz burada bazı yaşantılardan kesitler yazarken bütün değil, bütünden bir kesiti kast ettiğimizi işaret etmek içindir.
Kuruluş, yükselme, duraklama, gerileme ve dağılma dönemlerine ayırdığımız Osmanlı’da ramazan ayı her zaman ayrı bir ihtimamla yaşanmıştır.

RAMAZAN HİLALİNİN GÖRÜLMESİ

Ramazan ayının başlangıç ve bitişini, Kadir Gecesi’nin ne zaman olduğunu tespit etmek İstanbul Kadısı’nın göreviydi. Onun görevlendirdiği insanlar özellikle minarelerden hilali gözetlerlerdi. Hilali gördüklerinde şahitleriyle birlikte kadının huzurunda mahkeme kurulurdu. Hilali görenler ’şu saatte gördüm. Bu gece ramazanın başlangıcıdır. Şahadet ederim’ dedikten sonra şahitlerin de ifadeleri ile durum kesinleşince ramazan başlamış olurdu. Ramazanın başladığına veya bitip de bayram olduğuna karar verilirse haberi getirenler ve şahitler yüklü miktarda ödül alırlardı.
Ramazanın başlangıcı bu şekilde tespit edildikten sonra durum Bâbıali’ye, oradan da padişaha bildirilirdi. Padişahın onayından sonra ramazanın başladığı halka duyurulurdu. Cami minarelerinde kandillerin yakılması durumun halka ilânıydı.

İFTAR DAVETLERİ
İftar davetlerinin en önemlisi veziriazamın hükümet merkezinde vereceği ziyafetlerdi. Veziriazamın davetine katılacak devlet adamlarının listeleri düzenlenerek padişahın onayına sunulurdu. Davetlere ilk çağrılanlar âlimlerdi. Ramazanın dördüncü gününde padişahlar tarafından yaptırılmış olan camilerin şeyhleri, beşinci gününde şeyhülislam, altıncı gününde Rumeli ve Anadolu kazaskerleriyle, Peygamberimiz’in soyundan gelenlerin kayıtlarını tutan nakibüleşraf veziriazamın davetine katılırdı. Daha sonra ordunun ve bürokratların önde gelenleri makamlarına göre tespit edilmiş günlerde veziriazamın sofrasında iftar yaparlardı. Herkesin iftarlara geliş ve ayrılışları törenle olurdu.
Osmanlı döneminde iftar davetleri günümüzde olduğu gibi ramazanın ilk günüyle birlikte başlamazdı. İnsanların vücutlarını ve psikolojilerini oruca hazırlamaları, ayrıca ramazan-ı şerifin ilk günlerini aileleriyle birlikte geçirmeleri için davetler ramazanın dördünden sonra başlardı.
Padişahlar, 19. yüzyılın sonlarına doğru devlet adamlarına ve ordu mensuplarına iftar yemeği vermeye başladılar. Özellikle, Sultan İkinci Abdülhamid askerleri ve öğrencileri Yıldız Sarayı’nda iftara davet ederdi. Padişahın ramazan dolayısıyla tertiplemiş olduğu iftar yemeğine katılan subay ve askerlere ayrıca para da verilirdi.
Veziriazamlar, ramazan aylarında devlet ileri gelenlerine günlerce iftar ziyafetleri vermelerinin yanı sıra padişaha, valide sultana, harem ağasına, sarayın üst düzey memurlarına, şeyhülislama ve ulemanın önde gelenlerine ’iftariyelik’ denen hediyeler gönderirlerdi.
Osmanlı’da oruç açmak büyük törendi. Ne yemek yapılacağı, neyin ne zaman sofraya geleceği ve hangi yiyeceğin ne zaman sofrada yeneceği belliydi. İftar sofrasında oruç, iftariyeliklerle açılırdı. Damak lezzetine hitap edecek tüm iftariyelikler ayrı ayrı yerlerden alınırdı. Çeşit çeşit peynirler, siyah ve yeşil zeytinler, farklı kaplarda gelen rengârenk mis kokulu reçeller, pastırma, hurma ve ekmek yerine bir ramazan klasiği olan pide, iftariyeliklerin olmazsa olmazlarındandı.
Ramazanın en önemli özelliklerinden biri de iftar sofralarına davetsiz gidilebilmesiydi. Osmanlı Sarayına ramazan ayı boyunca iftara davetsiz olarak gelinebilirdi. Bunun haricinde Osmanlı Sarayının özel davetleri de olurdu. Ramazanın ilk on gününde Padişah, ayan ve mebusan reisleriyle birlikte vükelayı saraya iftar için davet ederdi.

MAHYALAR
İlk kez I. Ahmed zamanında Sultanahmet Camii minarelerine asılan mahya, insanlar üzerinde bıraktığı tesir ve karşılaştığı beğeni dolayısıyla giderek daha çok camiye asılır olmuştu. Süleymaniye, Yenicami, Atik Valide derken İstanbul’un çift minareli camilerinin hemen hepsine mahya asılır olmuş; eski İstanbul’da mahyacılık da gözde bir zanaat haline gelmişti.
Mahya tutkunluğu bazı ilginçliklere de vesile olmuştur. Fatih döneminden kalma minareleri kısa olduğundan mahya asılamayan Eyüp Sultan Camii’nin minareleri yıkılmış, yerlerine ikişer şerefeli daha uzun minareler inşa edilmiş ve bu minarelere de mahya asılmıştı.
Bu tutkuya bir başka ilginç örnek de Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camiidir. Bu cami tek minareli olmasına rağmen, halkın isteği üzerine buraya ikinci bir minare daha yapılmış ve buraya da mahya asılmaya başlanmıştı.
Eski İstanbul, hayatın gündüzleri yaşandığı, geceleri ise insanların evlerine çekildiği bir şehir idi. Geceleri şehir hemen tamamen karanlık idi. Hava karardığında dışarı çıkmak durumunda olanlar için fener taşıma zorunluluğu vardı.
Ramazan ayı ise şehrin bu genel görüntüsünün bütünüyle değiştiği bir zaman dilimi idi. Ramazanda bu ayın maddi ve manevi hususiyetleri dolayısı ile gündelik hayatın hareketliliği gündüzden biraz daha geceye kayardı. Bu nedenle ramazan ayında şehrin sokakları aydınlatılır, kadın-erkek, küçük-büyük herkes iftar sonrası camilere, teravihe iştirak ederdi.
Ramazan ayında İstanbul her zamankinden daha parıltılı idi. Ramazan aydınlığının en etkileyici kaynağı her halde çift minareli camilerde iki minare arasına asılan mahyalar idi. Mahya, harfleri ipe asılı kandillerden oluşan ışık yazıların adıdır. Bugün elektrik lambaları ile kurulan bu mahyaları eski devirde kandillerle kurmak hakikaten zor zanaat idi. Bugünün ’aydınlatılmış’ gecelerinde mahyalar hâla güzeldir ama geceleri karanlığa bürünen eski İstanbul’da bu mahyalar müthiş etkileyici şeylerdi.
Eski İstanbul’da ramazan ayı yalnızca dini veçheleri ile değil, toplumsal ve kültürel hayatın hemen her alanına nüfuz eden etkisiyle yaşanmıştır. İbadetlerden yeme-içmeye, okuma-dinleme-öğrenme alışkanlıklarından gezme ve eğlenmeye kadar hemen her alanda bir ramazan etkisi hissedilmiştir. Bu etki toplumun her kesiminde; en fakirinden en zenginine, Müslümanından gayrimüslimine imparatorluğun bütün katmanlarınca hissedilen ve yaşanan bir etki idi.
Üç ayların girmesi ile beraber ramazanın gelmesi beklenmeye başlanırdı. Kandil gecelerinde yükselen manevi coşku ile aydınlatılan cami, minare ve sokaklar adeta ramazanın geleceğini haber verir, ramazan hazırlıklarını başlatırdı. Ramazana hazırlık önce zihni bir hazırlık idi. Kandil geceleri de bu zihni hazırlığın tamamlanma fırsatları idi. Ardından maddi hazırlıklar gelirdi. Ramazana girerken İstanbul evlerden sokaklara ve çarşılara, oradan cami ve türbelere kadar hummalı bir temizlik faaliyetine şahit olurdu.
Birçok seyyah, İstanbul ve ramazan gözlemlerini aktarırken bu ayda camilerin dolup taştığına dikkat çekmektedir. Gündüzleri başta Eyüp olmak üzere İstanbul’un belli başlı türbeleri, geceleri ve bilhassa teravih namazlarında camiler mahşeri kalabalıklara sahne olurdu. Ramazan ayında camiler her zamankinden farklı olarak sabaha dek açık kalırdı. Bazı Müslümanlar bu ayda, itikaf adı verilen cami içinde bir tür manevi inzivaya çekilme ibadetini gerçekleştirirlerdi.
Ramazan ayına has ibadetlerden bir diğeri de camilerde, büyük konaklarda ve bazı evlerde mukabele okunmasıdır. Ay boyunca güzel sesli hafızların okuduğu Kur’ân-ı Kerim ramazan ayı sonuna gelindiğinde hatmedilmiş olurdu.

KONAKLARDA TERAVİH

Kibar konaklarında normal günlerde de imam bulunur, sabah akşam ve yatsı namazlarını ev halkı cemaatle kılar, ağalardan uygun biri müezzinlik ederdi. Ramazanda ise çoğunlukla konak imamı teravih kıldırmazdı; dıştan musikişinas bir imam ve güzel sesli müezzinler tutulması adetti. Teravih namazını kılmaya kalan misafirlerle hane sahibi ve hane halkı için ya sofaya veya mevsim kış ise cami haline konmuş büyük bir odaya gayet uzun dokunmuş halıdan saf seccadesi yayılır, misafirlere arakiye üzerine sırma işlenmiş veya atlastan, ipek ve sırma ile süslenmiş ayrı ayrı seccadeler serilir, hane sahibi imama da yine ayrı ayrı ağır işleme seccadeler konurdu. İmamın iki yanına kalın balmumları dikilmiş büyük ve yüksek iki şamdan, mevsim yaz ise sofanın orta avizesi yakılırdı. İmamın sesine dokunmaması için uzağına konan iki buhurdanda öd ya da anber yakılırdı. Hane sahibi en muhterem misafirini yanına ve kendi seccadesine alır, namaza başlarlardı. Müezzinler bu cemaat saflarının en gerisinde oturur, her dört rekâtta hep bir ağızdan ilahiler, tevşihler okurlardı. Namazın sonunda imam efendi Kur’an-ı Kerim’den yüksek sesle mihrabiye okur, bu suretle teravih namazı son bulurdu." (Abdülaziz Bey, Osmanlı Ãdet, Merasim ve Tabirleri, İstanbul 2000, s. 255)

SADAKA TAŞI

Sadaka taşı, Osmanlı toplumunda, cami, imaret ve kütüphane gibi sosyal hizmet veren mekanlarda bir buçuk veya iki metre yüksekliğinde üst tarafı oyulmuş bir taş bulunurdu. Bu taş, sadaka taşıydı. Özellikle yatsı namazına giden Müslümanlar, gece karanlığında o gün vermek istedikleri sadakayı o taşın oyuğuna bırakırlardı. Aynı şekilde o gün paraya ihtiyacı olan ve fakat kimseden alma imkanı olmayan ihtiyaç içindeki bir başkası da o taşın yanından geçerken elini taşın oyuğuna sokar ve sadece ihtiyacı olduğu kadarını oradan alırdı. Zira dönemin anlayışına göre kişi, ancak kendi ihtiyacı kadarını alma terbiyesi ile yetişmişti. Böylece ne oraya para bırakan ne de oradan para alan bilinirdi. Bir dönem İstanbul’da 173 kadar sadaka taşının tespit edildiği belirtilmektedir. Sadaka taşı, ecdadın sadaka verirken bile nasıl bir gizliliğe riayet ettiğinin göstergesidir. Böyle bir uygulamayı dünyanın Müslüman olmayan ülkelerinde görmek mümkün değildir.
Günümüzde sadaka ve zekât zarflarını ve sepette ekmek uygulamalarını ecdadımızın bu geleneklerinin devamı olarak düşünebiliriz.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.