Özlenen Rehber Dergisi

92.Sayı

Gülzâr-ı Ehadis; Takva, Nasûh Tevbe, İyilik Yapmak ve Güzel Ahlâkı Huy Edinmek!

Ömer Faruk EJDER Özlenen Rehber Dergisi 92. Sayı
عن أبي ذر جندب بن جنادة، وأبي عبد الرحمن معاذ بن جبل رضي الله عنهما، عن الرسول صلى الله عليه وسلم، قال: اتق الله حيثما كنت، وأتبع السيئة الحسنة تمحها، وخالق الناس بخلق حسن
Ebû Zer Cündeb İbn Cünâde ile Muaz İbn Cebel (r.anhümâ) demişlerdir ki: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’Her nerede olursan ol, Allah’tan kork! Günahın arkasından hemen bir iyilik yapınız ki ona kefaret olsun! İnsanlara güzel ahlâkla muamele ediniz!’ (Tirmizî, Bir 55; Müsned, 5/153)
Hadîs-i Şerif’ten Çıkan Manalar:
’Allah’tan kork’tan maksat: Allah’ın azabından korunmak için O’nun emirlerini yerine getirmek; nehyettiği işlerden de uzak durmaktır.
Takvanın Alâmetleri Vardır, Peki, Bunlar Nelerdir?
Yüce Kur’an’da takva alâmetlerini şu şekilde sıralanmıştır: İman ve akaid usullerine iman edip, zâhiri ve bâtınî amelleri yerine getirmek. Malî ve bedenî ibadetleri eda etmek, zorlukta ve kolaylıkta sabretmek, insanların hatalarını affetmek, onların eziyetlerine katlanmak, onlara iyilik yapmak, günah ve kötü iş yaptıklarında onları hemen tövbe ve istiğfara davet ve teşvik etmek.
’Her nereden olursan ol’: İnsanların gördüğü veya hiç kimsenin görmediği bir yerde değil de, bilakis hayatın bütün kapsama alanı için yani gizli ve aşikârda geçerli.
’İnsanlara güzel ahlâkla muamele ediniz:’ Söz ve davranış ile mümin diğer mümin kardeşine iyi davranması, insanlara karşı halim selim olmak, güzel yüzlü davranmak, insanlar ile hoş bir ortamda sohbet yapmak, kalplerine saadet mutluluk vermek, iyilik ve fayda göreceği şakaları yapmak, lakin şakada ileriye gitmemesi esastır, şaka yemekteki tuza benzer, fazla tuz ise yemeğin tadını kaçırır. Güzel ahlâkın diğer önemli unsuru ise: Her insana layıkıyla muamele etmek, küçüğe davrandığı gibi büyüğe davranmamak. Cahile, aklı kıt olana davranışını ona göre ayarlamak.
’Günahın arkasından hemen bir iyilik yapınız’: Günahın arkasından yapılacak en birinci iyilik o günahtan tövbe etmekle olur. En büyük iyilik ise Nasuh tövbedir. Bunun yanında malî ve bedenî kefaretleri (sadaka, hayır hasenat gibi) işleri yapmak büyük iyiliklerdendir.
Yine günahı silecek iyiliklerden birisi de; insan hayvan herkese iyilik yapmak, bir insanı darlıktan kurtarmak, borçlulara mühlet vermek ve onları bu hususta sıkıştırmamak.
Yine bir hadîs-i şerifte Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmakta: ’Kılınan beş vakit namazlar arası, iki Cuma arası, iki Ramazan arası geçen zamanlar mümin kul için günahlarına bir kefarettir.’ (Muslim)
’Kefaret olsun’un manası: İşlenen günahın ardından yapılan tövbe ve iyilik, günahı silip atar. Hud suresinin 114’üncü âyeti bunu tasdik eder, yüce Mevlâmız bu ayette: ’Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri giderir’ buyurmaktadır.
Hatalara kefaret olanlar ise: İnsanın bedenine elinde olmadan batan diken, başına gelen gam, keder ve hüzün, güzel bir şeye yetişememesi veya bedenine, kalbine ve maddi durumuna arız olan musibet gibi hadiseler müminin hatalarına kefaretten bir kaçıdır.
Hadiste geçen ahlâkî davranışları hayatında sergileyen mümin bütün hayırları elde etmiştir. Çünkü bunu gerçekleştiren mümin, Allah’ın hakkını ona hakkıyla ibadet etmekle ifa etmiş olur, kulların hakkını ise onlara iyilik ve ihsanda bulunmakla ifa etmiş olur.
Yukarıda zikredilen hadis her müminin hayat düsturu olmalıdır. Güzel ahlâk sergilemek mümin kulun ziynetidir. Âişe (r.anhâ) validemize Rasûlullah Efendimizin ahlâkı sorulmuş; o da soranlara cevaben: ’Onun ahlâkı Kur’an’dır’ demiş. Sair ümmete nispetle gökteki yıldızlar mesabesindeki Sahabe Efendilerimiz, ticari seferlere çıktıkları zaman nebevî ahlâkı hayatları boyunca sergilemişler. Uzak doğu Asya ülkelerinden olan Endonezya’daki insanlar sahabelerin yüce ahlâkından etkilenerek İslâm’a girmişlerdir. Aynı vakıa Afrika kıtasındaki Müslümanlar için de geçerli.
Güzel ahlâk konusunda sizinle bir anekdot paylaşmak istiyorum. Bir müddet bina yöneticiliği yapmış bir vatandaş alt komşusu ile binada onarılması gereken işlerden dolayı polemiğe girmiş. Hatta polemik kavgaya dönüşmüş fakat yönetici kendisini zapt edip olayın büyümesine engel olmuş. Olayı takip eden günlerde tartıştığı kişinin aile fertlerinden biriyle bina girişinde karşılaşmış, elinde gördüğü poşetlere yardım ederek evine taşımış. Tartıştığı şahsa, aile efradı tarafından aktarılan bu ahlâk kendisini çok etkilemiş. Olayı takip eden bir hafta sonra tartıştığı şahsı Cuma namazında görmüş. Hâlbuki bu adam iman etmeyen ve kadere inanmayan bir fikre sahip kişiymiş; ama gel gör ki, insana basit gibi görünen poşet taşıma olayı bir insanın hidayetine vesile olacak kadar yüce bir ahlâk olduğu gerçeğini bizlere göstermiştir. Buna benzer nice anekdotlar hepimiz tarafından az çok bilinmekte. Güzel ahlâk sergilemek haddi zatında bir sanattır. Bu sanatı öğrenmek de ancak büyük Allah dostlarının hayatına bakmakla, ondan dersler çıkarmakla, aynı ahlâkı benimsemek ve özüne yerleştirmek ile olur.
Güzel ahlâk hususunda bir kıssa daha!
Varsayın ki, bir memleketin sultanı kendi el emeği sanat eserlerini sergilemek için bir sanat galerisi açar ve duvarlarına yaptığı şaheser tablolarını, yontma işçilikle üretilen eserleri köşelere yerleştirir, galerinin kimi odalarında oyma, kiminde tezhib eserleri sergilenir. Sonra insanlar öbek öbek galerinin kapısından buyur edilir. Hepsinin eline bir not defteri ve kalem verilip galeride görecekleri eserler ve diğer şeyler hakkındaki duygu ve düşüncelerini yazmaları, ne anladıklarını not etmeleri istenir. Ziyaretleri sırasında binbir türlü ikramlarla, hediyelerle karşılaşırlar. Galerinin diğer kapısından çıktıktan sonra o kralın huzuruna çıkacak ve defterlerini arz edecekler, sultan da onlara hazinesinden galeridekinden kat kat fazla hediyeler verecektir. Galeriye buyur edilen bir grup seyircinin içine dâhil olalım ve onlarla birlikte gezelim. Bu gruptan bir kısım insan, hem sanat eserlerine hikmet ve ibret gözüyle bakıyorlar, sanatın inceliklerine varmaya çalışıyorlar ve diğer taraftan da bu kraliyet galerisinde bulunmanın edebini üzerlerinden hiç eksik etmiyorlar. Ne başkalarını itip-kakıyor, ne aldırmazlıkla bağırıp-çağırıp diğer seyircileri rahatsız ediyor, ne de, yiyeceklerinden arta kalan çöpleri sağa sola atarak etrafı kirletmiyorlar. Aksine, dikkatsizlikle düşürülmüş bir şey varsa, başkasının ayağına takılabilir diyerek onu yerden alıyorlar. Tevazuyla, tefekkürle ve edeble adım adım birkaç saat sonra huzuruna çıkacakları sultana arz edecekleri deftere anlamlı cümleler yazmaya çalışıyorlar. Bu kişilerin tam tersine bir başka kısım ziyaretçi, kısa zaman içinde, o galeriye niçin getirildiklerini unutuyor ve hatta galerinin çıkışında herhangi bir sultanın onları huzuruna çıkaracağını inkar ediyorlar. Bir kısmı bunu bilse de unutmuş görünüyor. Galeriyi baştan sona dolduran sanat eserlerini sanat eseri saymıyor, onların kendi kendilerine zaman içinde bu hale geldiklerini iddia ediyorlar. O sanat eserlerini yağmalamakta veya sahiplenmekte bir sakınca görmüyorlar. Kendilerine, gizli kameralarla gözlendikleri, yaptıklarının kaydedildiği, daha sonra hesaba çekilecekleri hatırlatıldığında umursamazca cevaplar veriyorlar. Ne sultana, ne onun galerideki eserlerine saygı göstermedikleri gibi, kafiledeki diğer seyircilerin hakkına da tecavüzde bulunuyorlar. Ama bu grubun içindeki birkaç kişi, sanat eserlerine tefekkür veya ibret gözüyle bakmadıkları halde, başkalarına karşı nazik olmaya çalışıyorlar. Bir kraliyet galerisinde gezindiklerini, birkaç zaman sonra o sultanın huzuruna alınacaklarını düşünmeseler de, etraflarına zarar vermemeye gayret ediyorlar. Şimdi, sormak gerekiyor:
O sultani sergide edebin asıl kaynağı nedir? Yani, misafirler bizzat sultanın sanatlı elinden çıkmış harika eserlere ve dolayısıyla o sultana karşı edebli olmak durumunda değil midir? Diğer ziyaretçilere gösterilen saygı ve nezaket, ancak sultani galerinin edebinin bir tezahürü olduğunda gerçek yerini bulmaz mı? Dünyanın görünmeyen bir Sanatkar’ın eserlerinin sergilendiği sergi salonu olduğu gerçeğinin unutulmaya ve unutturulmaya çalışıldığı çağdaş zamanlarda yaşıyoruz. İnsanlara, huzur-u ilahinin edebini takınmak ve diğer yaratılmışlara bu huzurun edebiyle davranmak yerine, nevzuhur bir seküler ahlâk telkin ediliyor. ’İyi insan’ veya ’ahlâklı insan’ kavramları dünyanın şahit olunan ve sonra görünmeyen Sultan’ın huzuruna çıkılacağı bir sınav mekanı olduğu gerçeğinden soyutlanarak izah ediliyor kimilerince. İnsan ilişkilerinde, Sultan’ın bildirdiği adaba muhalif bir ’adab-ı muaşeret’ veya görgü kuralları icat ediliyor. Bu yolda, dinden bağımsız ahlâkın mümkün olduğu iddia ediliyor. Oysa, din, bizzat âlemlerin Sultanı tarafından elçisiyle misafirlerine nasıl davranmalarını istediğini bildirilmesinden başka bir şey değil. Ve bir hadis-i şerifin ifadesiyle ’Din edebtir’. Ve yine o mükemmel örnek insan (a.s.) diyor ki: ’Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.’ Onun getirdiği kurallar yani Şeriat, aslında insana önce Yaratıcısına, sonra Onun huzurunda diğer yaratılmışlara nasıl edebli davranılacağını ders veriyor. ’Adab-ı Şeriat,’ yani dinin edeble ilgili kuralları, bu anlamda insanı hem Rahim ve Kerim Sultanıyla bağlıyor, hem de dünya hayatında sergilediği güzel halleri ve davranışları bir ibadet haline getiriyor. Bu dünya salonunda nerede, ne zaman nasıl hareket edeceğini şaşıran, ’iyi fiil’in tanımında tereddüte düşen insan için Hz. Muhammed’in sünnetinden/örnekliğinden daha güzel bir pusula olabilir mi? Sultanın edebi unutularak sergilenen ’güzel’ hallerin de gerçekten güzelleşebilmesi ve anlamını bulabilmesi için, sünnetin ilkelerine uyulması gerekmez mi? Said Nursî’nin (k.s.) Sünnet-i Seniyye Risalesinde belirttiği gibi, bu kâinatı bu derece nimetlerle ile dolduran ikram sahibi Zat, şuur sahiplerinden o nimetlere karşı şükür istemesi, gayet açık bir gerçek. Hem bu kâinatı bu kadar sanat mucizeleriyle süsleyen her işi hikmetli O Zat (c.c.) elbette şuur sahiplerinin içinde en seçkin birisini elbette ki Kendisine muhatap ve tercüman ve kullarına elçi ve önder yapacaktır. Hem bu kâinatı had ve hesaba gelmez cemal ve kemal tecellilerine mazhar eden kemal sahibi o Cemil Zat sevdiği ve görülmesini istediği cemal, kemal, isimlerinin ve sanatını kendi üzerinde toplayan, o cemal ve kemalin en mükemmel ölçüsü bir zata, herhalde en mükemmel bir kulluk vaziyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine örnek gösterip herkesi ona tabi olmaya yöneltecek. Ta ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.
Kısacası, Allah’ı sevmek, Sünnet-i Seniyeye tabi olmayı gerektiriyor ve sonuç veriyor. Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. O güzel sünnetin sahibi güzel insan ’Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş’ diyor. Peygamber’in (s.a.v.) hayatına dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, kat’iyen anlar ki, edebin en güzel çeşitlerini, Cenâb-ı Hak, Habibinde toplamıştır. Ve diyebiliriz ki, onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder. ’Edepsiz kişi Allah’ın lütfundan mahrum olur’ uyarısına muhatap olur ve zararlı bir edepsizliğe düşer. (Murat Çiftkaya; Seküler Ahlâk mümkün mü? Yeni Asya gazetesi, 30.03.2006)




Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.