Fıkıh Rehberi
Sorular & Cevaplar
İlahiyatçı, İslam Hukuku mezunu hocalarımız tarafından Kur'an ve Sünnet ışığında sorularınız cevap buluyor
Soru Detayı
Cevaplandı
Soru:

Bela ve musibet neden başımıza gelir?

Bela ve musibetsiz hayat olmaz mı? neden başımıza bunlar gelir? dertlerin büyüklüğü neye göredir? en çok sıkıntıyı kimler çeker? bunlardan Allah'a sığınmanın hükmü nedir? niçin çocuklara hastalık ve dert gelir? bela ve musibetler açısından müslüman ve kafirlerin dünyadaki durumları nedir, açıklar mısınız?

Soru Tarihi : 19.03.2009 Soran: Evren Taşçı / Almanya

Cevap:
İnsanoğlunun anlamaya çalıştığı, cevabı hususunda sürekli bir arayış içerisinde olduğu konulardan biri de; başına gelen musibetlerin sebeb-i vukuudur.

Musibetler öyledir ki, kimimizi alay-ı illiyyine, kimimizi de esfel-i safiline götürür. Aslında bizi bu noktalara taşıyan başımıza gelen dertler ve sıkıntılar değil, o andaki davranış tarzımız ve halimizdir. Bir Müslüman'ın başına gelen musibetlere bakış açısı ve hareket tarzı nasıl olmalıdır?

Dinimiz her konuda olduğu gibi bu konuda da bizi öylesine aydınlatmıştır ki, sorulacak hiçbir sual bırakmamıştır. Bu konuyla ilgili malumatlara araştırdığımızda bir kez daha dinimizin en mükemmel din olduğunu anlamaktayız. Bu manada şu ayet-i kerime dimağlarımızda yankılanmaktadır. 'Bugün sizin için dininizi kemale erdirerek üzerinize olan nimetimi tamamladım.'(1)

Musibet konusunu, en çok akla gelen sorular ve bu sorulara verilen kısa cevaplar halinde arz etmeye çalışacağız inşallah!

Akıllara gelen ilk soru; 'İlla ki başımıza bela, musibet gelecek mi, gelmezse olmaz mı?' oluyor.

Bırakalım, bu soruya Kur'an ve Sünnet cevap versin. 'İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'iman ettik' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, bir onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, sadıkları ortaya çıkaracak, sadık olmayan yalancıları da ortaya koyacaktır.'(2) Bu ayet-i kerimeden anlıyoruz ki, iman edip de imtihana tabi tutulmayacak beni adem yoktur. İkinci olarak ise, bu iş Rabbimizin, bizden öncekiler hakkında geçerli olduğu gibi bizim için de geçerli olan bir sünnetidir. Üçüncü olarak ise, iptilanın esbabı; sadıkların sadık olmayanlardan ayırt edilmesi, salih amel işleyenlerle işlemeyenlerin, dünyayı ahirete tercih edenlerle etmeyenlerin marifetidir. Diğer bir ayet-i kerimede ise: 'Andolsun ki sizi biraz korku; açlık; mallardan, ürünlerden, azalmayla (fakirlikle), canlarınızla (hastalık, stres v.s.) imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.' (3) Bu ayet-i kerimeden de anladığımız üzere, muhakkak herkes malında ve canında imtihan olunacaktır. İmtihanın hangi yönde ağır basacağı ise kişinin mecaline bağlıdır. Herkes aynı konularda, aynı ağırlıkta imtihana tabi tutulacak, diye bir kaide yoktur. Bu meyanda her gün okuduğumuz Bakara suresinin son iki ayeti olan 'amene'r-Rasulü'de Rabbimizin bize öğrettiği şekilde Rabbimize: 'Ey Rabbimiz! Bize götüremeyeceğimiz yükü yükleme!'(4) diye tazarruda bulunmaktayız.

Bu konuda birçok ayet-i kerime bulunmakla beraber yukarıda zikrettiklerimizle iktifa edeceğiz. Bu konuda bir hadis-i şerifi zikrederek bu sorunun cevabını sonlandıralım.

Rasulullah Efendimiz (s.a.v.): 'Ademoğlunun misali, yanı başında doksan dokuz tane (öldürücü) belanın bulunmasına benzer. Bu belalardan kurtulmuş olsa bile, sonunda ölünceye kadar çekeceği düşkünlük hali yakalayacaktır.'(5) buyurmuşlardır.

Gördüğümüz gibi ilmin şehri Efendimiz (s.a.v.), bize saadet ve huzur düsturlarından birini daha buyurmuşlardır. Aklımıza, fikrimize dahi gelmeyen doksan dokuz ayrı yerden dertler, sıkıntılar başımıza üşüşecek, imtihan olunacağız ve tam 'Bu dertlerden kurtulduk, artık rahatız!' derken yaşlılığa bürüneceğiz, ihtiyarlığın meşakkati başlayacak. Yine bu meyanda Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin: 'Dünyada rahat yoktur.' hadis-i şerifini zikretmek burada manidar olacaktır.

Yukarıdaki hadis-i nebeviden anladığımız ince bir husus vardır ki nazarları celbetmektedir ki bu da 'Çileden çileye geçiş vardır; ama çilenin bitmesi diye bir şey söz konusu değildir' kaidesidir. Özellikle seyr-i süluke giren kardeşlerimiz için bu, dikkate değer bir husustur.

Aklımıza takılan ikinci bir husus ise bela ve musibetlerin sebebidir.

Yani başımıza gelen dertlerin dozu neye göredir?

Acaba bizden dolayı mı, yoksa bize rağmen midir?

Bu soruya dinimizde geniş bir şekilde cevap verilmiştir.

Kısa ve öz olarak zikretmeye çalışacağız.

Bu sorunun cevabını bir madalyon iki yüzü gibidir. Madalyonun iki ayrı yüzü, her yüzünde ise ayrı bakış açıları vardır. Her iki açıyı da iyice fehmeylemek icap eder. Birinci yöne baktığımızda, başımıza gelen musibetlerin sebebi olarak günahlarımız gözükmektedir. Bu konuda şu ayet-i kerimeyi zikredeceğiz: 'Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle işlediğiniz (günahlar) yüzündendir. Ve Allah bir çoğunu da affeder.'(6) Bu ayet-i kerimeden anlamamız gereken iki husus vardır: Birincisi; başımıza gelen sıkıntıların günah ve hatalarımızdan dolayı olduğudur. İkincisi ise; başımıza gelen sıkıntıların sebebi olan bu günahların bir çoğunun bağışlandığıdır. Yani; eğer Rabbimiz, bizlere rahmet eylemeyip işlediğimiz bütün günahları bize musibetler olarak aksettirseydi acaba halimiz nice olurdu? arifler, kendilerine isabet eden herhangi bir musibeti veya aksiliği hatalarından bilme hususunda ziyade hassasiyet göstermiş; 'Merkebim dahi binerken huysuzluk yapsa günahlarımdan bilir, bundan oturup tevbe-istiğfar ederim!' demişlerdir. Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda ise, Rabbimizin sonsuz rahmetini seyran eylemekteyiz. 'Bazen hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.'(7) Bu ayet-i kerimeden de anlıyoruz ki, bazen öyle işler olur ki biz onları kesinlikle kötü addederiz; ama sonuçta o bizim için hayırdır. Yine öyle işler vardır ki, kesinlikle hayırlı deriz; ama sonuçta o bizim için şerdir. Evet, bizim ilmimiz nereye kadardır ki! Allah (c.c.) her şeyi bilir, biz ise hiçbir şeyi. Musibet ve iptilalarda da aynen öyledir. Aslında başımıza gelenler ebedi hayatta rahat etmemiz içindir. Rahim olan Allah'ın huzuruna tertemiz çıkmamız içindir.

Yine bu hususta da Rasulullah Efendimizin: 'Müslüman'a ilişen yorgunluk, hastalık, tasa, keder, gam, hatta vücuduna batan bir diken (gibi kendisine isabet eden bir musibet) yoktur ki Allah, bu sebeplerden biri ile onun hatalarından bazılarını örtmüş olmasın.'(8) ve 'Allah Teala kuluna hayır dilediği zaman (günahlarına karşılık) dünyada (onun) cezasını çabucak verir. Allah kuluna fenalık murad ettiğinde ise günahı sebebiyle onu ahirette cezalandırmak için dünya da cezalandırmaz.'(9) hadis-i şerifleri bu mevzua ışık tutmaktadır. Buradan yola çıkarak anlıyoruz ki; başımıza gelen en küçük can sıkıntısı, gam, keder, stres, bunalım, kavga, hatta elimize batan kıymık dahi günahlarımızın affına vesile olmaktadır. Ve yine anlıyoruz ki; bu musibetler yarın Allah (c.c.)'nun huzuruna tertemiz, günahlardan arınmış bir şekilde varmamız içindir. Bu da bize Rahman'ın rahmetinin genişliğini bir defa daha ispatlamaktadır. Bu mefhumu idrakten sonra, başımıza herhangi bir sıkıntı varit olduğunda kullara bahane bulmayıp bu sıkıntının sebebinin işlemiş olduğumuz bir günah olduğunu bilecek ve bu böylece sosyal hayatımızda insanlarla barışık yaşayacağız. Ve bu sıkıntıdan dolayı Rabbimize yönelerek O'ndan aff-ü mağfiret dileyeceğiz. Böylelikle hem yaratanla, hem de yaratılanlarla aramızı bulmuş olacağız.

Akıllara gelen bir başka soru ise; bela ve musibetlerin beni adem yaratıldığından bu yana en çok kime isabet ettiğidir?

Bu sorunun cevabı yine hadis-i şeriflerde belirtilmiştir. Mus'ab b. Sa'd, babası (r.a.)'den naklediyor: Der ki: 'Ey Allah'ın Rasul'ü! dedim, insanlardan kimler en çok belaya uğrar?' cevaben buyurdular ki: 'Peygamberler, sonra büyüklükte onlara ve bunlara yakın olanlar. Kişinin diyaneti nispetinde belası da şiddetli olur. Şayet dininde zayıflık varsa, Allah onu da diyaneti nispetinde imtihan eder. Bela kulun peşini bırakmaz. Ta o kul, hatasız olarak yeryüzünde yürüyünceye kadar.'(10) Bu hadis-i nebeviden de anlıyoruz ki; dünyada gelmiş geçmiş insanlar içerisinde en çok sıkıntı ve cefaya uğramış kimseler başta Peygamberimiz (s.a.v.), sonra 'Ulu'l-Azm' denilen peygamberler, Sahabeler, Ehl-i Beyt ve Allah dostlarıdır. Seyr-i sülukta da evliyaullahla diğer insanlar arasında tevafut vardır. Ehlullahın seyr-i süluku daha zor ve meşakkatlidir. Ehlullah bu konuda bizlere güneşin ışıklarını yansıtırlar. Güneş ışıklarını bize yansıtırken maksatları insanlığa faydalı olabilmek, Hakk'ı kula, kulu Hakk'a sevdirebilmektir. İşte bu acıya bu yüzden katlanırlar. Yoksa onlara kalsa hemen vuslat dilerler. Mürşidler de yine insanlığı yetiştirmede kemmiyete değil keyfiyete bakarlar. Yukarıda anlattığımız gibi, madem ki Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz en çok çile çekendir. Ve madem ki her konuda bize örnektir. O halde bizlere başımıza gelen musibetlerden dolayı şikayet hakkı düşmese gerek. O, isteseydi altından saraylarda oturur, kimsenin şahit olmadığı bir saltanata sahip olur, bir işaretiyle dağlar altın olur, yine bir işaretiyle orduları helak ederdi. Ama Efendimiz (s.a.v.) kulluğu ve ümmetine örnek olmayı seçti. Kimseye ne bir şikayet hakkı, ne de söylenecek bir söz bıraktı. Manevi kazanç açısından meseleye nazar ettiğimizde, aynı belaya duçar kişilerin manevi kazançları arasındaki tefavut, bu kişilerin konum ve yaşantılarından ileri gelmektedir. Yani kişi, Allah yolunda ise çektiği çile de kutsal olacaktır. Değilse, kendisine sadece çektiği sıkıntı ve acılar kar kalacaktır. Bir de Allah ve Rasul'üne duyulan muhabbet ve sevgiden ötürü isabet eden sıkıntı ve zorluklar vardır. Abdullah İbn-i Muğaffel (r.a.) anlatıyor: Bir adam gelerek: 'Ey Allah'ın Rasul'ü! Ben seni seviyorum!' dedi. Rasulullah (s.a.v.): 'Ne söylediğine dikkat et!' diye cevap verdi. Adam: 'Vallahi ben seni seviyorum!' deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasulullah (s.a.v.) bunun üzerine adama: 'Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha süratli gelir.'(11) Diğer bir rivayette ise Efendimiz (s.a.v.), Allah'ı sevdiğini ifade eden bir sahabiye, bela ve musibetlere hazırlıklı olmasını telkin etmiştir. Bu rivayetlerden anlaşılıyor ki, Rasulullah için olan aşk, fakirliği; Rabbimize duyulan aşk ise bela ve musibeti celbetmektedir. Rabbimize olan aşkın iptila ve imtihanının ağırlığı Efendimiz Abdullah Faruki el-Müceddidi Hazretleri'nde açıkça müşahede edilmekteydi. Burada nazar-ı dikkate alınacak husus; musibetin, maşuka olan aşk kadrince tecelli edeceğidir.

Bir başka soru da; madem ki bela ve musibetler günahlarımızdan ötürü, günahlarımıza keffaret olarak geliyor, o halde bunlardan Allah (c.c.)'ya sığınmak doğru olur mu?

Bu konuda yine hadis-i şerifler bizlere ışık tutmaktadır. Peygamberimiz (s.a.v.), hastalıktan, açlıktan, borçtan, şeytanın şerrinden, kazadan, beladan, görünen görünmeyen musibetlerden ve kötülüklerden Allah'a sığınmıştır. Ayrıca bu gibi kötülüklerden korunmak için sadaka vermek, anne babanın duası, sıla-i rahim, ehlullahın duası da çok önemlidir. Vuku bulan bir musibet anında davranış tarzımız hususuna gelince; Kur'an-ı Kerim'de Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin şahsında tüm ümmete hitaben; 'Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her kötülük de nefsindendir (günahın yüzündendir).'(12) buyurulmuştur.

Buradan hareketle anlıyoruz ki, edep, iyilikleri Rabbimizin bir rahmeti, kötülükleri ise nefsimizin tavrı olarak bilmeyi gerektirir. Bunun tersi, yaratanımıza karşı edepsizlik olur. Bu konuyla alakalı bir hadis-i şerif ise şöyledir: Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasulullah (s.a.v.), (ölen) çocuğu için ağlamakta olan bir kadına rastlamıştı: 'Allah'tan kork ve sabret!' buyurdu. Kadın (ıstırabından kendisine hitap edenin kim olduğuna bile bakmadan): 'Benim başıma gelenden sana ne?' dedi. Rasulullah (s.a.v.) uzaklaşınca, kadına: 'Bu Rasulullah idi!' dendi. Bunun üzerine, kadın çocuğun ölümü kadar da söylediği sözden dolayı (utanıp) üzüldü. (Özür dilemek için) doğru Aleyhissalatü vesselam'ın kapısına koştu. Ama kapıda bekleyen kapıcılar görmedi, doğrudan huzuruna çıktı ve: 'Ey Allah'ın Rasul'ü! (O yakışıksız sözü) sizi tanımadan sarf ettim (bağışlayın!)' dedi. Aleyhissalatü vesselam: 'Makbul sabır, musibetle karşılaştığın ilk andakidir.' buyurdu.(13) Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki; ilk andaki acıyı atlatıncaya kadar kendimize sahip olacağız, dilimizi tutacağız, ilk anı atlattıktan sonra kendimize sahip olmamız daha da kolaylaşacaktır. Bebeklerin ve çocukların çektikleri acı hastalık vs. gibi sıkıntılara gelince; küçük yaşta çekilen bu sıkıntılar, büyüyünce işlenen günahlara keffaret olacaktır. Diğer yandan, hiç günahı olmayan bir masumun başına gelen musibetlere cevaben; bu musibetler ve belalar onun derecesinin yükselmesi içindir, deriz.

Aklımıza takılan diğer bir husus da; dünyamıza ammeten baktığımızda şerir insanların -ki bunların başında gayri Müslimler gelmektedir- hayatlarını zevk ve sefa içerisinde idame ettirdikleri halde durumun ehl-i iman için tam aksine cereyan ettiğini görürüz. Acaba bunun sebebi nedir?

Bilinmelidir ki, küçük davalar (günahlar) küçük mahkemelerde (dünyada iken) görülüp cezası burada iken verilir. Büyük davalar ise (şirk vb. gibi) büyük mahkemelerde (ahirette) görülüp cezası oradadır. Onun içindir ki ehl-i iman günahlarının cezasını dünyada gördüklerine ahirette sevineceklerdir. Çünkü ahiretteki ceza elim ve şiddetlidir. Toplu olarak gelen deprem, sel vb. gibi musibetlerin, cezaların umumiyeti günahların ammede intişarına derc edilmiştir. Dolayısıyla 'Kuru ağacın yanında yaş da yanar' kaidesince iyiler de kötülerle birlikte aynı musibet ve cezaya maruz kalır. Ama ahirette kötülerden ayrılıp iyiler taifesine dahil edilir ve onlarla birlikte haşir olunurlar. Evliyaullahın nazarında Rabbimizin kahrı da lütfu da müsavi olduğundan, gelene değil gönderene bakarak olayı değerlendirirler. Lütuf da kahır da yaratanın birer sıfatının tecellisi olduğundan nimetine karşı şükrederler, kahrına karşı da sabrederler. Böylelikle her iki yönden de kazançlı çıkarlar, Hakk'ın rızasından ayrılmazlar. Sonuç olarak diyebiliriz ki; musibetler, belalar, sıkıntılar vs. genellikle bizi günahlarımızdan temizlemek için verilirler. İsyan etmek, sıkıntıları azaltmaz ve sonu da acı olur. Ama metanet, acı olsa da sonu tatlıdır. Bu konuda en büyük silahımız duadır. Başta Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere büyüklerimizin hayatlarını okuyarak bu sıkıntıların stresinden kurtulabiliriz. Çünkü bize isabet eden eza ve musibetler onların çektikleri yanında hiç denecek kadar az olduğundan şikayet etmekten içtinap ederiz.

Rabbimiz götüremeyeceğimiz yükü yüklemesin, lütufta da kahırda da gözümüzü kendinden ayırmasın.

Kaynakça:
1. El-Maide 5/3.
2. El-Ankebut 29/2-3.
3. El-Bakara 2/155.
4. El-Bakara 2/286.
5. Tirmizi, Kader 14.
6. Eş-Şura 42/30.
7. El-Bakara 2/216.
8. Müslim, Birr.
9. Tirmizi, H.no:2396.
10. Tirmizi, Zühd 57.
11. Tirmizi, Zühd 36.
12. En-Nisa 4/79.
13. Buhari, Cenaiz 43.