Özlenen Rehber Dergisi

60.Sayı

Padişahın İşi Ne?

Müzeyyen KANBUR Özlenen Rehber Dergisi 60. Sayı
Sultan Murat Han o gün bir hoştur... Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli derseniz değil, üzüntülü derseniz hiç değil. Vezir-i Azam Siyavuş Paşa sorar:

—Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?

—Akşam garip bir rüya gördüm.

—Hayırdır inşallah?

—Hayır mı şer mi öğreneceğiz.

—Nasıl yani?

—Hazırlan, dışarı çıkıyoruz...

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, daha sonra Vefa’ya döner ve zeyrekten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar:

—Kimdir bu?

Ahali:

—Aman hocam hiç bulaşma derler.

Ayyaş’ın meyhusun biri işte!

—Nerden biliyorsunuz?

—Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz. Bu arada bir başkası tafsilata girer
—Biliyor musunuz der. Aslında bu adam iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalın hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine. Hele yaşlının biri çok öfkelidir:

—İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu? Hâsılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada! Tam vezir de toplanıyordur ki, padişah keser yolunu

—Nereye?

Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım. Padişah

—Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle bu bizim halkımızdan. Defini tamamlamak gerek. Vezir-i Azam

—İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.

—Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

—Peki, ne yapmamı emir buyurursunuz?

—Mollalığa devam... Naaş’ı kaldırmalıyız en azından.

—Aman efendim, nasıl kaldırırız?

—Basbayağı kaldırırız işte.

—Yapmayın, etmeyin Sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...

—Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız. Şurada bir mahalle mescidi var ama...

—Olmaz vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?

—Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den en azından Fatih Camii’nden.

—Ayasofya’da, Süleymaniye’de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...

Ve gelirler camiye, Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut, bulur Padişah bakır kazanları kurar ocağa. Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem de manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişah’ın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza. Meçhul nalıncıyı kefenledikten sonra tabuta koyarlar ve musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.

—Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba.

—Nasıl yani?

—Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı, yetimleri vardır.
—Doğru söylüyorsun. Neyse sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir cüzüne tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar, nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Kadın hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

—Hakkını helâl et evladım, der Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belli ki hatıralara dalar. Neden sonra çıkar hayal dünyasından. Biliyor musun? Oğlum diye dertli dertli söylenir. Bizim efendi bir âlemdi, vesselam. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya!

—Niye?

—Ümmeti Muhammed (s.a.v) içmesin diye.

—Hayret.

Sonra malum kadınların ücretlerini öder, eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek. O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihali, Hüccet’i İslam okurdum.

—Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki. Millet’in ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi... Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, tekbir alırken Kabe’yi görmeli, derdi. Öyle imam kaç tane kaldı şimdi? İşte bu yüzden nişancıya, sofulara uzanırdı ya. Hatta bir gün; Bak efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek, inan cenazen kalacak ortada.
—Doğru, öyle.

Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye.

—Ama ben üsteledim, iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?

—Peki, o ne dedi?

Önce uzun uzun güldü, sonra

—Allah büyüktür hatun dedi. Hem padişahın işi ne?
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.