Özlenen Rehber Dergisi

74.Sayı

Haber...kur'an'dan İdrake Yansıyanlar...

Davut AĞBAL Özlenen Rehber Dergisi 74. Sayı
Kur’an Tasavvurunun Tefsirdeki ÖnemiKur’ân-ı Kerim’in tefsir edilmesi konusunda önemli noktalardan biri de hiç şüphesiz, müfessirin “Kur’an Tasavvuru”dur. Kişinin Kur’ân-ı Kerim’e bakış açısı aynı zamanda onun Kur’an’ı anlama ve anlamlandırmadaki mantalitesini ortaya koyar. Bundan dolayıdır ki Kur’an hakkında eksik ve yanlış fikirlere sahip olanlar aynı zamanda Kur’an’ı yanlış anlama ve yorumlama potansiyeline de sahiptirler. Bunun için, bir müfessirin -veya daha basit kullanımıyla Kur’ân-ı Kerim’i anlamaya çalışan her insanın- ilk olarak bilmesi gereken şeylerin başında “Kur’an’ın mahiyeti”nin ne olduğu gelir.Kur’ân-ı Kerim’i sadece bir dil kitabı olarak gören elbette ki ondan bu fikrinin muktezasınca faydalanabilir. Yine aynı şekilde Kur’an’a sadece bir bilim yahut tarih, hukuk veya matematik vb. bir ilmin kitabı olarak bakan da ondan -en fazla- bu çerçevede faydalanabilir. Bunun gibi, Kur’an denilince; içerisinde, geçmişte vuku bulmuş ve gelecekte vuku bulacak münferit her olayın bir şifre ile gizlenildiği bir esrâr kitabını zihninde canlandıran kişi de onu anlamaya çalışırken belki asılsız bir çok şifre ve formül kullanarak Kur’an içerisindeki âyetlerden bu tür olayların tarihlerini veya bu münferit olayların nasıl olduğu ve olacağı ile ilgili çıkarımlarda, kehanetlerde bulunacaktır. Ve dolayısıyla da, Allah-u Teâlâ’nın Kur’an’ı göndermedeki asıl gayesinden uzaklaşılacaktır.Bu noktada Kur’an’ı doğru anlayıp, Kur’an’dan makul ve makbul anlamlar çıkarmak için, Allah-u Teâlâ’nın ve Efendimiz’in (s.a.s.) Kur’ân-ı Kerim’i ne ile vasfettiğini bilme gereği ortaya çıkar. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyette Kur’an’ın nitelikleri geçmektedir. Bunlar; onun bir hidâyet , bir rahmet , nur , zikir , beyan , besair , inzâr , büşra ve şifa olmasıdır. Efendimiz (s.a.s.) de bir çok hadîslerinde; Kur’an’ı, Kur’an’da zikredilen bu vasıflarla tavsif etmiştir. Kur’an ve sünnette mevcut bulunan bu niteliklerin yekûnu bize, Kur’an’ın kendisiyle vasfedildiği en önemli hususun insanın yaratılış gayesinin tahakkukuna imkân sağlayan ilahî bir imdâd ve rahmet olduğunu göstermektedir. İnsanın yaratılış gayesini ise bize şu âyet-i kerime çok beliğ bir şekilde beyan etmektedir: “Ben cinleri ve insanları yalnızca ibadet etsinler diye yarattım.” Bu âyet-i kerime cinler ve insanların ne için yaratıldıklarını açıkça beyan etmektedir. Âyette ifade edilen bu ihbarî durum, içerisinde bir de ihtar bulundurmaktadır. O da; sadece bu gaye için yaratılan cin ve insanların kendilerine verilen hayatlarında, bu amacı en önde tutmaları gerektiğidir.Allah-u Zü’l-Celâl hazretleri; insanın, hayatında en önde tutması gereken konuyu böylece beyan etmenin yanında, onu kendi kelamında da en önde tutmuştur. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim insana hitaben indirilmiş ve Hak Teâlâ bu hitabında insanların ihtiyaçlarını dikkate almıştır. İşte bundan dolayı da Allah-u Teâlâ’nın kelamı; -en önce- insana, insanlığının ve varoluş gayesinin gereğini hatırlatmak ve bu yolda ona öncülük edip, yol gösterip, kendisine rast gelecek zorluklara ve tehlikelere işaret edip ona yardımcı olmak amacına münhasır bir kelamdır. Bu gayeye matufen; Allah (c.c.), kelamı olan Kur’ân-ı Kerim’le Hak ve bâtılı ayırmıştır. Mezkur tefrikin hayata aksettirilme cehdinin vesilesi veya neticesi ile insanı zulmün, küfrün karanlığından çıkarmış ve onu, zaten özünde kabiliyetli olarak yarattığı “ahsen-i takvim” kıvamına ulaştırmıştır. Burada sayamadığımız daha nice hususiyetleri bir kenara, sadece bu yönüyle bile Kur’ân-ı Kerim, insan için mahza rahmettir.Elbette ki kendisine gönderilen böyle bir rahmet ve hidâyet kaynağı karşısında insana da düşen görevler vardır: Öncelikle Kur’an’a nasıl baktığımız ondan ne almak istediğimizin de ipucunu vereceği için, Kur’an’dan almak istediğimiz şey ile Allah-u Teâlâ’nın kelamıyla bize vermek istediği şey arasındaki uygunluğu gözetmek gerekir.Malumdur ki; Kur’ân-ı Kerim’in yukarıda ifade ettiğimiz hususiyetlerini, kendisine ölçü olarak alan ve o ölçü çerçevesinde Kur’an’ı anlamaya çalışan kişilerin Kur’an anlayışı ve tefsiri ile diğer amaçları kendisine gaye edinenlerin Kur’an anlayışı ve tefsiri birbirinden çok farklı olacaktır. Özellikle Rasûlullah’ın (s.a.s.) yaptığı tefsir veya Sahabe-i Kiram’ın yaptığı tefsirler ile daha sonraki tefsir çalışmaları arasında önemli düzeyde farkların olması bu duruma güzel bir örnektir. Rasûlullah’tan (s.a.s.) ve Sahabelerden nakledilen hadislerde, Kur’an âyetlerini yorumlarken anlatılmak istenen asıl mefhuma vurgu yapmaya çalışmaları ve Kur’an’dan ahzedilen bu fikirlerin gereğince amel etmeye önem vermeleri, bu açıdan çok önemlidir. Örneğin Hz. Ömer’in (r.a.) Abese Sûresini okurken “وَأَبًّا وَفَاكِهَةً ” nazmındaki “أَبًّا” kelimesinin ne anlama geldiğini bilememesi ve bir müddet düşündükten sonra bu kelimenin ne olduğunu bilmesine gerek olmadığını ve bu kelimeyi bilmenin kendisi için bir tekellüf olduğunu söylemesi; Kur’an’ı anlamanın, onun asıl takdim ettiği fikri, zihniyeti ve fehvayı (mefhum) kavramak olduğunu gösterir. Çünkü o, bu kelimenin ne anlama gelebileceğini âyetlerin siyak ve sibakından çıkarabilmektedir. Dolayısıyla daha fazla detaya inmeye hacet görmemiştir.Buradan, âyetleri anlarken kelimelerin lügat manalarından tamamen uzaklaşmayı savunduğumuz anlaşılmamalıdır. Âyetlerin tefsiri mevzuunda lügat ilminin ehemmiyeti malum bir hakikattir. Ancak burada ifade etmek istediğimiz, kelimelerin mücerret lügat manalarına ehemmiyet verip de Kur’an’ın ruhundan, bizlere kazandırmak istediği temel anlayıştan uzak hareket etmenin yanlışlığıdır. Dolayısıyla naklettiğimiz bu olay ve ifadeler, tefsir çalışmalarını çok katı bir şekilde sınırlandırıcı ifadeler olarak görülmemelidir. Bunlar sadece Kur’an’ı anlamanın ne demek olduğu hakkında bize fikir vermektedir. Bu verilmek istenen mefkure içerisinde oluşan fikirlerin üzerine daha başka bir çok fikir inşa edilebilir. Bunda da bir sınırlama söz konusu olamaz. Ancak ortaya koymaya çalıştığımız bu düşünce Kur’an’ı, Kur’an’ın indiriliş amacının dışında bir kitap olarak görmeye çalışan anlayışların karşısında durup ve o anlayışları makul bir alana çekmeye çalışmanın bir neticesidir.Şu bir gerçektir ki, Kur’an dilsel olarak, Arapça kaleme alınan hiçbir eserle kıyaslanamayacak mükemmelliktedir. Bu , aynı zamanda onun muciz yönlerinden biridir. Fakat Kur’an’a sadece Arap dil kaidelerinin içerisinde toplandığı bir kitap olarak bakmak, takdir edilir ki onu anlayamamaktır. Bu, bir insana bakıp onun yalnızca bedenden oluştuğu fikrine kapılmak yahut cevizi kabuğundan ibaret saymak gibi bir durumdur.Bunun gibi, bu gün bilimin ispatladığı birçok hakikatin Kur’an’da mevcut olduğunu biliyoruz. Bu hususun da Kur’an’ın muciz olmasının bir delili olduğunu söyleyebiliriz. Ama, Kur’an=Bilim/yahut bilimsel bilginin ispat ettiği hakikatler demek ve Kur’an’a böyle bir bakış açısıyla yaklaşmak yanlıştır. Zira Kur’an’ın muciz olmasının delilleri, bilimin faaliyetlerini icra ettiği alanlarda ortaya koyduğu hakikatlerden çok; belki de bilimin hiçbir zaman inceleme fırsatı bulamayacağı alanlardaki hakikatleri de içerisinde bulundurması hasebiyledir. Asıl itibariyle Allah-u Teâlâ’nın Kur’an’da ifade ettiği konular ile bilimin ele aldığı konular, bilgi türü olarak birbirinden çok farklı alanlara mütealliktir. Bu farklılığın sadece bir yönüne değinecek olursak; bilimsel bilgide terakki söz konusudur. Hâlbuki Allah’ın ilminde ifade edilen şeyde bilimdeki gibi bir terakkiden söz edilemez. Yani Allah (c.c.) mutlak hakikati konuşurken bilim hakikate ulaşabilmek için fikir sunar (teori) ve bu fikri ispata yönelik deneyler yapar. Belki yapılan deneyler ortaya sundukları teoriyi doğrulamayabilir. Bu durumda başka bir teori geliştirir ve onu araştırır. Yani baştan ayağa bir tecrübe içerir. Dolayısıyla Kur’an’ın yani mutlak hakikatlerin, ilerlemeci bir bilgi ile eşitlenmesi çok büyük hatadır. Kulun bilgisiyle Allah’ın (c.c.) bilgisini birbirine denk görmek demektir. Bundan dolayı, şu an bilim içerisinde doğruluğu ispatlanmış bir hakikatin Kur’an’daki yerini mütalaa ederken; bazen savunmacı, bazen övünmeci ve iyi niyetli bir ifade olarak kullanılan “Bu mesele Kur’an’da da var, Kur’an bunu bin dört yüz yıl önce söylemiş.” gibi ifadeleri; mütekellimlerine, o kelamın -Kur’ân-ı Kerim’in- sahibinin kim olduğunu tekrar düşünmeleri gerektiğini ikaz olarak hatırlatır mahiyette kabul etmekteyiz. Şu bir gerçektir ki; Allah-u Teâlâ eğer isteseydi, bu gün bilimin bir kısmına ulaştığı büyük bir kısmı hakkında da ulaşmaya çaba sarf ettiği bilimsel bilgilerin tamamını bize Kur’an’da anlatabilirdi. Allah (c.c.) şüphesiz her şeyi bilir. Fakat yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Allah (c.c.), Kur’an’ın indiriliş gayesini bununla tavsif etmiyor.Kaldı ki daha ileri bir safhadaki fikir zafiyeti de şudur: Bu gün daha teori safhasında olan birçok bilgi ile Kur’an’daki hakikatler eşleştirilmektedir. Bu konunun ise ele alınacak bir yerinin olmadığı malumdur.Yine Kur’an’ı, içerisinde insanlık tarihinin ve hatta bütün evren olaylarının hepsinin şifreli olarak bulunduğu bir kitap olarak görmek de yanlıştır. -Sadece bir cihetten meseleye bakacak olursak- bu hadiselere tek tek değinen bir kitabın hacminin nasıl olacağını her halde düşünemeyiz. “İşte tam da bunun için Allah (c.c.) onlara şifre koyup Kur’an’a yerleştirmiştir.” denilirse; biz de şöyle bir fikri öne süreriz: Geçmişte olan olayları Kur’an’da anlatırken Allah (c.c.) şifre kullanmamıştır. Anlatacağı kıssaları anlatmış ve o kıssaların haricinde anlatmadığı büyük bir kısma da hiç değinmediğini ferman buyurmuştur. Üstelik Kur’ân-ı Kerim’de ne zaman ki bir kıssa anlatsa, o kıssadan ibret alınmasını ifade buyurmuştur. Filhakika; Allah-u Teâlâ (c.c.), Kur’an’ın üçte ikisini oluşturan kıssaları, kendilerinden hisse çıkarıp o hisseyi hayatımıza yansıtmamız için anlatmıştır. Yine -bizim için - geleceğe ait olaylardan da haber vermiş ancak bu haber verdiği olaylarda kesin tarihlerden, olaylarda bulunacak olan bireylerden, sayılarının ne kadar olacağından, kullanılacak silahlardan ve daha birçok teferruattan hiç söz etmemiştir. Allah-u Teâlâ’nın (c.c.) gelecekle ilgili vermiş olduğu bu haberler -hâşâ- kehanetvâri ifadeler olmamakla birlikte; -yukarıda zikrettiğimiz- Kur’an’ın indiriliş gayesini vurgular niteliktedir.Örnekleri çoğaltabiliriz, ancak bütün bu anlayışların hepsine verilecek tek cevap; Kur’an’ın, insanın muhatap olduğu dinin gayelerini insan üzerinde gerçekleştirmek amacıyla indirilmiş olmasıdır. Bu Allah-u Teâlâ’nın, âyetlerde Kur’an’ı tavsif ettiği durumdur.Bu aşamada Kur’an’ı anlamak adına ortaya konulan bazı ifadelerden örnekler vererek meseleyi daha net bir şekilde ortaya koymaya çalışacağız.Örneğin, Kur’ân-ı Kerim’de geçen “deniz” ve “kara” kelimelerinin sayılarından yola çıkarak dünyadaki deniz ve kara oranının Kur’an’da var olduğunu ortaya koymak... İfade edilen görüşe göre “kara” kelimesi Kur’an’da on üç yerde “deniz” kelimesi de otuz iki yerde geçmektedir. Görüş sahibi bu sayılara 45 paydasını eklemekte ve ortaya çıkan 13/45 ve 32/45 değerlerini yüzdeye çevirdiğinde ise kara oranının %29 ve deniz oranının %71 olduğuna ulaşmakta ve bu durumun tam da bu günkü bilimin ulaştığı gerçek olduğu kanaatine varmaktadır. “Görüş sahibi yazar bu sayılara nasıl ulaşmıştır?” bu husus tam bir muammadır. “Kara/البَرُّ” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de on iki yerde geçmektedir. Ancak yazar, ifade ettiği sayıya ulaşabilmek için midir bilinmez, aynı manada aldığı “يَبَس” kelimesini de ilave eder ve sayıyı on üçe tamamlar hâlbuki “يَبَس” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de dört yerde geçmektedir. Bu dört yerde de şu formlarda bulunmaktadır. “يبسا” “يابِس” “يابِسَاتٍ” bu kelimelerin farklı formlarda olması yazarı destekler mahiyette olabilir. Ancak kelimelerin anlamı görüş sahibinin fikrini izale etmektedir. Çünkü kelime “kara” değil, “kuru” manasındadır ve Kur’ân-ı Kerim’de de bu manada kullanılmıştır. Ayrıca “Deniz/البحر” kelimesi de Kur’ân-ı Kerim’de tekil olarak otuz üç kere geçmektedir. İkil ve çoğul kullanımları ile birlikte ise toplam kırk bir yerde geçmektedir. Bu haliyle de ifade edilen görüşün tutarsızlığı ortaya konulmuş olmaktadır. Burada verilen sayıların gerçekle alakası olmamakla birlikte hangi metot hangi delalet ile formüle 45 sayısını eklemiştir? Bu konu ise ayrı bir muammadır.Aynı yazarın bunun gibi birçok görüşü bulunmaktadır. Bunlar içerisinde en ilginçlerinden birisi hiç şüphesiz DNA’nın Kur’an’daki varlığı ile ilgili görüşüdür. Bu görüş Kur’an’ı rey ile tefsir ederken Arapça ilminin ne kadar değerli bir menhec olduğunu bize tekrar göstermektedir. Yazar, bu üç harfin Kur’an’da yan yana geldiği yerleri saymış ve onların sayısından yola çıkarak formülize ettiği matematiksel işlemlerle DNA’nın keşfediliş tarihini bulduğunu iddia etmiştir. Burada enteresan olan nokta şudur ki yazar birçok kelimeyi adeta paramparça etmiştir. Kur’an’ı doğru anlama konusunda, değil bir kelimeyi bir âyeti bile bağlamından koparmamak gerektiğine vurgu yapılırken ve bunun önemine dikkat çekilirken bir kelimeyi ifade ettiği anlam ile hiç alakalı olmayan bir şekilde parçalamak ne kadar akılcı bir davranıştır? Dikkate sunulur. Burada yazar “عِنْدِنَا” “وَجَدْنَا” “لدُنَّا” gibi kelimelerin son üç harfini alıp görüşüne argüman olarak kullanmıştır. Bu, Arapça’yı uzaktan görmüş insanlar için bile komik olarak ifade edebileceğimiz, buna karşılık ciddiyeti ve menfi bir gayesinin olduğu açıkça görülen, bir görüştür.Örnekleri çoğaltmak imkân kabilindedir; ancak Kur’an’ı -bir şekilde- anladığını söyleyen bu yazarın kalite ve kapasitesini görmek açısından okuyucular; “www.kuranca.com” adresine başvurabilir ve orada özellikle Halley yıldızının Kur’an’da geçtiği yeri ilgi ile(!) okuyabilirler.Benzer şekilde ifade edilen görüşlerin yekûnu yukarıda -bir örnek olması kabilinden- gösterdiğimiz şekilde çürütülebilecek görüşlerdir ve bu görüşler genellikle seküler medyanın aracılığıyla tartışılan, insanlara aktarılan görüşlerdir. Bu yollarla Kur’an; tartışma, cedelleşme ve ihtilaflara konu olan bir kitap haline getirilmektedir. Oysaki Kur’an, Allah (c.c.) katından indirilmiş ve bu sebepten dolayı da içerisinde hiçbir çelişkinin bulunamayacağı bir kitaptır. Dolayısıyla bu ilahi kitap, onun bu özelliği dikkate alınarak okunmalıdır. Aksi durum ise bizzat Rasul-i Ekrem Efendimiz tarafından nehyedilmiştir. Burada bir örneğe daha temas etmek istiyoruz: Kur’an’daki herhangi bir âyeti, bugün daha ispatlanmamış bilimsel bir mesele hakkında tahric ve delil mevkiine koymak da yanlıştır. Günümüzde öne sürülen big-bang (büyük patlama) teorisine gökyüzünün genişletildiği ile ilgili âyeti delil sunmak bu kabildendir. Kur’ân-ı Kerim “gök”ten bahsetmektedir. Bilim de bir “gök”ten, daha doğrusu uzaydan bahsetmektedir. Ancak iki “gök” kavramı arasında tarifi mümkün olmayacak kadar fark mevcuttur. Bu gün bilimin konu aldığı gök, Kur’ân-ı Kerim’de farklı farklı tabakalardan oluştuğu ifade edilen gökyüzünün sadece bir kısmıdır. Buna delalet eden âyetler de mevcuttur. Böyle bir durumda hem daha kısır ve daha küçük bir alanda çalışan, üstelik daha teori safhasında (buna belki zann-ı galip veya ondan daha alt raddede olan bir bilgi de denilebilir) bulunan bir bilgiyi nasıl olur da mutlak hakikate şamil kılabiliriz.Bu, bir şekilde günümüzde vecd ile icra edilen bir tavrın sadece bir örneğidir. Ancak farz-ı muhal daha sağlam başka bir teori ortaya atıldığında bu fikri hararetle savunanlar acaba ne yapacaklardır? Biz söyleyelim her halde o daha sağlam teoriyi desteklemek için başka bir âyetten istinbatta bulunacaklardır. Bu ise Kur’an’ın şanına halel getiren bir durum olarak farklı çevreler tarafından kullanılabilme ihtimalini muhtevidir. Bu ve daha başka sebepler hasebiyle bu yanlış anlayışlardan uzak durmamız gerekmektedir.Yine Kur’ân-ı Kerim’de bulunan farklı âyetlerden, herhangi bir siyasi düzene meşruiyet sağlamaya yönelik düşünceler de Kur’an’ın özüne zıttır. Bu hususta istişareyi emreden âyetin; toplumumuzda, çağdaş devlet yönetim biçimleri ile alakalandırılması önemli bir örnektir. Allah-u Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de insanların hayatlarının her safhasında kendilerine fayda verecek olan genel kaideleri koymuştur. Bu manada herhangi bir yönetim biçimini değil; yönetimin içeriği ve mahiyetinin nasıl olması gerektiğini bize açıklamıştır. Ortada bu hakikat dururken Kur’an’ı kendi fikrimize uydurmaya çalışmak doğru bir metot değildir. Bilakis Kur’an’ı kendi fikrine uydurmak yerine; kendi fikrini Kur’an’a uydurmak onu anlamada büyük bir mesafe kaydetmektir.Son bir mütalaa: Kur’an’ı, şanına layık şekilde okumaya çalışanlar; kendi şanlarına layık mertebeye ulaştırılırlar.Vallahu a’lemu bisavabihi.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.