Özlenen Rehber Dergisi

154.Sayı

Tahrif Edilmeye Çalışılan İnanç Esaslarından 'Kadere İman' - 2.bölüm

Murat SÜTÇÜ Özlenen Rehber Dergisi 154. Sayı
Cüz’î İrade İle Kader Arasındaki İlişki
İnsanda gözüken fiilleri iki kısma ayırabiliriz:
1- Iztırârî (mecburi) fiiller:
Bunlar tamamen irademiz dışında meydana gelen fiillerdir. Boy, güzellik veya çirkinlik, insanın doğum tarihi, yetiştiği bölge, anne-babası, ölüm tarihi, nefes almak, kalp atışları vb. şeyler hep bu kabildendir. Bu tür fiillere insanın iradesi müdahale etmediğinden dolayı, bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat yoktur.
2- İhtiyârî (isteğe bağlı) fiiller:
Bunlar ise, kendi irademiz ile işlediğimiz fiillerdir. Yemek, içmek, bakmak, konuşmak, yürümek gibi. Burada tercih ve seçim hakkımız vardır. Helal şeylere bakabileceğimiz gibi, harama da bakabiliriz; helali yiyebileceğimiz gibi, haramı da yiyebiliriz; hayrı konuşabileceğimiz gibi, yalan ve gıybet de konuşabiliriz.
Cüz’î irade; ’ihtiyârî fiiller’ dediğimiz bu kısım fiillerdeki tercih kabiliyetimizdir.
Yaratılması bakımından ıztırârî fiillerde olduğu gibi, ihtiyâri fiilleri de yaratan Allah (c.c.)’dur. Fakat ihtiyârî fiil ve hareketlerimizde bizim talebimiz yani cüz’î irademiz söz konusudur. İhtiyârî fiillerde insan; talep edendir, Allah (c.c.) ise yaratandır.
İşte insan bu talebi sayesinde itaatkâr veya isyankâr olur. Şimdi cüz’î iradenin mahiyetini bir misal ile anlamaya çalışalım:
Bir padişahın misafirhanesinde bulunduğumuzu farz ediyoruz. Bu misafirhanenin her katında ayrı ayrı nimetler sergileniyor olsun. Ve yukarıya doğru çıktıkça bu nimetlerin çoğaldığını görüyoruz. Bu misafirhanenin alt katında ise nimete mukabil cezaların ve azapların olduğunu farz ediyoruz...
Yukarı katlara çıkmak için de, aşağı katlara inmek için de tek yol; asansöre binmek ve ulaşmak istediğimiz katın düğmesine basmaktır.
Şimdi bizler asansördeyiz ve asansörü üst katlara çıkaran düğmesine bastık. Asansör bizi o kata çıkarttı. Ya da bizi aşağı katlara indirecek bir düğmeye bastık ve asansör bizi o kata indirdi.
Şimdi durumumuzu inceleyelim: Asansörü biz yapmadık ve onu kendi kuvvetimizle hareket ettirmiyoruz. Ancak asansör de kendi kendine hareket etmiyor. Biz irademizi kullanarak bir düğmeğe basıyoruz ve asansör bizi o kata ulaştırıyor.
O halde: ’Asansörü ben hareket ettiriyorum ve asansör benim kuvvetimle çalışıyor.’ diyemeyeceğimiz gibi, ’Bu asansör kendi kendine hareket ediyor, dilerse üst kata, dilerse alt kata indiriyor, elimde hiçbir şey yok.’ da diyemeyiz.
O halde en doğru söz şudur: ’Asansörü biz hareket ettirmiyoruz ve asansör bizim kuvvetimizle çalışmıyor, ancak biz asansörün çıkacağı ve ineceği katları irademizle belirliyor ve düğmeye basıyoruz.’
Şimdi gelelim temsildeki hakikatlerin izahına:
Bu misaldeki misafirhane; bu dünyadır.
Misafirhanenin sahibi ise; Allah (c.c.)’dur.
Misafirhanenin üst katı; bizi cennete ulaştıracak ameller, alt katı ise; bizi cehenneme düşürecek günahlardır.
Asansör ise: Allah (c.c.)’nun irade ve kuvvetidir.
Asansörün düğmesine basmak ise, Allah (c.c.)’dan o fiilin yaratılmasını istemektir. İşte bu cüz’î iradedir... Cüz’î irademizle Kur’ân’ın başına oturduğumuzda ve Kur’an okumayı talep ettiğimizde, Allah (c.c.) da kuvvetiyle ’Kur’an okumak’ fiilini yaratmaktadır. Yani biz bu halde iken, asansörün üst düğmesine basmış ve asansör de bizi o kata çıkartmıştır. Ağzımızın hareketinden tutun, okuduğunuz Kur’an’a kadar her şey Allah (c.c.)’nun yaratması ile meydana gelir. Bize düşen tek şey, bu vaziyetin yaratılmasını tercih etmemizdir.
Eğer biz okunması haram olan bir kitabın başına oturmuş olsaydık, bu sefer cüz’î irademizle asansörün alt katlarına indiren bir düğmeye basmak gibi, o fiilin Allah (c.c.) tarafından yaratılmasını talep etmiş olacaktık ki, Allah Teâlâ da imtihanda olmamızdan dolayı bu fiili yaratacaktı.
Allah (c.c.)’nun yaratması, bizim isteğimize, yani cüz’î irademize tabi olduğundan dolayı biz mesul olmaktayız. Gerçi birçok defa Allah (c.c.)’nun rahmetinden dolayı o günahı yaratmadığı da görülmektedir.
Cüz’î iradeyle küllî irade/Allah’ın yaratması arasında ilişki mevzuunda şunların bilinmesi gereklidir:
- Eğer kul, bir şeyin olmasını ister, ancak Allah (c.c.) onun olmasını murat etmezse, o fiil vücuda gelmez ve meydana çıkmaz. Eğer vücuda gelmeyen bu arzu, bir hayır ise, kul niyetinin mükâfatını görür.
- Eğer kul bir şeyin olmasını ister, Allah (c.c.) da onun olmasını murat ederse, o fiil vücuda gelir ve yaratılır. Bu fiilin yaratılmasına kulun cüz’î iradesi sebep olduğundan dolayı, kul bu fiilinden mesuldür. Hayırlı bir iş ise mükâfat, kötü bir iş ise ceza görür.
- Kulun hiçbir müdahalesi olmaksızın, sırf Allah (c.c.)’nun dilemesiyle yaratılan fiillerde kulun cüz’î iradesi işe karışmaz.

İyilikler Allah (c.c.)’dan, Kötülükler Nefislerimizdendir:
Sebep olmak bakımından, şer yani kötülük elbette nefistendir, ama yaratmak bakımından, hayır da, şer de Allah (c.c.)’dandır. Nefis kötülüğü ister, sebep olur, Allah Teâlâ da yaratır. Yani kötülükleri de Allah Teâlâ yaratır, O irade eder. Allah Teâlâ irade etmezse, yaratmazsa, sivrisinek kanadını oynatamaz. Başımıza gelen her türlü kötülük, Allah (c.c.)’nun iradesiyle ve yaratmasıyla meydana gelir. Hâşâ, nefsimiz yaratıcı değildir, şerri de, hayrı da yaratamaz. Her şeyin yaratıcısı yalnız Allah Teâlâ’dır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyruluyor:
’Hâlbuki sizi de, (elinizle) yapa geldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır.’1
Konuya başka bir yönden baktığımız zaman, işlediğimiz bütün iyilikleri Allah (c.c.)’nun bize verdiği sermaye ile işlemekte olduğumuzu görürüz.
Mesela Kur’ân okuduğumuzda; dil, ses telleri, ses, sesi havada yayan zerreler, göz, Kur’an’ın yazıldığı kâğıt ve o kâğıttaki mürekkep, anlamamızı sağlayan aklımız, kalbimizdeki okuma iştiyakı, hafızamız ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz her şey Allah (c.c.)’nundur. Bize ait olan ise sadece, yine Allah (c.c.)’nun bize vermiş olduğu cüz’î iradedir. O halde nasıl ’Kur’an’ı biz okuduk, bu güzellik bizimdir.’ diyebiliriz. Bize düşen, tevazu ve ihlâs ile bu hayırlı ameli bizim için yaratan Allah (c.c.)’ya şükretmektir.

Kader Değişir mi?
Allah (c.c.)’nun yazmış olduğu iki farklı kader defteri vardır. Bunlardan bir tanesi: ’Levh-i Mahv-ı İsbat’tır, diğeri ise ’Levh-i Mahfuz’dur.
Levh-i Mahv-ı İsbat denilen kader defterindeki kadere, ’muallâk kader’ denilmektedir. Bu defterde yazılan her şey bazı şartlara bağlanmıştır ki, bu şartlar yerine getirilmezse, yazı kaza edilmez ve değişir.
Mesela, Levh-i Mahv-ı İsbat defterinde; falan kulun altmış sene yaşayacağı yazılmıştır. Ancak bu yazı, kulun sadaka verme, sıla-i rahim yapma ya da iyilikte bulunma şartlarına bağlanmıştır. Eğer o kul bu şartları yerine getirirse bu kadar yaşar, aksi halde daha az yaşar.
Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:
’Allah, dilediğini siler, dilediğini de sabit kılıp bırakır. Ümmü’l-Kitâb (ana kitap yani Levh-i Mahfuz) ise O’nun katındadır.’2
Bu ayet bize değişen kader levhası ’Levh-i Mahv-ı İsbat’tan ve değişmeyen ’Levh-i Mahfuz’dan haber vermektedir. Allah (c.c.)’nun dilediği şeyi silmesi ya da yaratmaması ile yapılan değişiklik, ’Levh-i Mahv-ı İsbat’ta olmaktadır. ’Levh-i Mahfuz’da ise hiçbir değişiklik olmamaktadır.
Yani kulun, sadaka verip vermeyeceği, sıla-i rahim yapıp yapmayacağı vb. hususlar, Allah (c.c.)’nun ezeli ilmi ile bilindiğinden dolayı, Allah (c.c.) değişmeyecek en son neticeyi ’Levh-i Mahfuz’a yazmıştır. Burada yazılı olan kadere ise ’mutlak kader’ denmektedir.

Evliliğin cüz’î irade ile alakası
Allah (c.c.), ezeli ilmi ile evlenecek kadın ve erkeğin, kendi cüz’î iradelerini kullanarak birbirleriyle evlenmek isteyeceklerini bilmiş ve zamanı geldiğinde onların bu arzularını külli iradesiyle yaratacak olduğundan dolayı, ezelde kader defterlerine birbirleriyle evleneceklerini yazmıştır. ’İlim maluma tabidir.’ kaidesiyle, bu yazı onların iradelerine tabidir. Yani kader defterinde şunlar birbiriyle evlensin değil, şunlar birbiriyle evlenecek diye yazılmıştır. Elbette böyle bir yazı insanı zorlayıcı değildir.

’Allah (c.c.) kimin cennetlik veya cehennemlik olduğunu biliyor ve bunu kader defterimize yazmış. O halde bizi bu dünyaya niçin gönderdi?’
Bu soru son derece mantıksız bir sorudur. Zira bizim yaratılışımızın gayesi ve bu dünyaya gönderilişimizin hikmeti ile Allah (c.c.)’nun akıbetimizi bilmesi arasında hiçbir münasebet yoktur. Başka bir ifade ile bu dünyaya gönderilişimizin hikmeti, Allah (c.c.)’nun cennete veya cehenneme gideceğimizi bilmesiyle yok olmamaktadır. Yaratmada daha birçok hikmet mevcuttur.
Mesela; Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de, insanının yaratılış sebebini şu ayetiyle bildirmektedir: ’Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım.’3
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: ’İnsanların ve cinlerin yaratılmasındaki gaye onların Allah’ı tanımalarıdır ki bu onlar için tam bir kemaldir. Yoksa bu, Allah’ın kemale ermesi demek değildir. Hadis-i kutside varit olan: ’Mahlûkatı yarattım ki bilineyim.’4 sözünden maksat mahlukatın Allah’ı bilmesidir. Bu söz Allah’ın tanınması ve bu vesileyle kemale ermesi değildir. Allah bundan pek yücedir.’5
Yine Allah Teâlâ’nın birtakım isimleri vardır ki; bu isimler dağlarda, denizlerde, güneşlerde, meleklerde tecelli edemez. Sadece insanlarda ve cinlerde tecelli eder. Mesela, insanlar ve cinler günah işlerler ve af dilerler, Allah (c.c.) da onları affeder. İşte Allah (c.c.)’nun affetmesiyle insanlarda ve cinlerde; Ğafûr, A’fuvv, Tevvâb, gibi isimler tecelli etmektedir ki, bu isimler sadece insanlarda ve cinlerde gözükebilir.
Allah (c.c.)’nun böyle cemalî isimleri sadece insanda tecelli edebileceği gibi, celalî birçok isim de sadece insanlarda ve cinlerde gözükebilir. Mesela, bir kul isyan eder ve Allah (c.c.) onu cezalandırır. İşte burada Muntakim, Azîz, Hasîb, Muzill gibi isimler onda tecelli eder. Bu isimler ise ancak isyan eden kulda tecelli edebilir. O halde eğer isyan ederek cehenneme gidecek kullar bu âleme gönderilmeseydi, biraz önce saydığımız isimler ve daha onlar gibi onlarca isim asla tecelli edemeyecekti.

Fetret devri insanlarının durumunun ne olacağı:
İki peygamberin devirleri arasında geçen zamana ’fetret devri’ ve bu zamanda yaşamış ve iki peygambere yetişememiş kimseye de ’ehl-i fetret’ denilir. Kendinden önceki peygamberin dininin unutulduğu ve kendinden sonraki peygambere de yetişemediği için bu ismi almıştır.
Ehl-i fetret, namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerle ve dinin diğer emirleriyle mükellef değildir. Bu hususta ittifak vardır. Ahirette onlara bu ibadetleri yapmadıklarından dolayı hiçbir hesap ve ceza olmayacaktır. Çünkü bunların bilinmesi bir peygamberin tebliğine bağlıdır. Hâlbuki bu kişiler, bir peygambere ulaşamamışlardır. Bu yüzden ibadet ve emirlere muhatap değildirler.
Fakat bu kimselerin, Allah (c.c.)’a iman etmekle mükellef olup olmayacakları hususunda ihtilaf vardır. İmam Maturidi’ye göre; ehl-i fetret, ibadet ve emirler ile mükellef değil ise de, Allah (c.c.)’a iman ile mükelleftir.6 Çünkü Cenâb-ı Hak, onlara akıl vermiş ve şu âlemi, varlığına ve birliğine delil olacak sayısız mahlûklarla doldurmuştur. Bir iğnenin ustasız, bir harfin kâtipsiz ve bir memleketin sahipsiz olamayacağını bilen insan, şu âlemdeki sanat eserlerinden sanatkârları olan Allah (c.c.)’a ulaşmalıdır. Ve ona iman etmelidir. Akıl, bir peygamberin davetini işitmese de bunu tek başına yapabilecek bir kabiliyettedir. Dolayısıyla fetret asrında yaşamış insanlar, eğer Allah (c.c.)’a iman etmeden ölürlerse, İmam Maturidi’ye göre bunlar kâfir olarak ölmüş sayılırlar.
İmam Eş’arî ise; ehl-i fetretin, Allah (c.c.)’ya imanla mükellef olmadığı görüşündedir. Çünkü İmam Eş’arî’ye göre, insanları peygamber vasıtasıyla imana davet eden Allah Teâlâ, fetret ehline bir peygamber göndermemekle, onları imana davet etmemiştir. Çünkü Kur’ân’da geçen: ’Zaten Biz (herhangi bir topluma, emir ve yasaklarımızı duyurmak üzere) bir rasûl gönderinceye kadar (cezasını bilmeyerek işledikleri şeylerden dolayı) azap ediciler olmamışızdır!’7 ayetine göre, onların sorumlu olmamaları gerekir. Zira sırf akıl ve fikir, Allah (c.c.)’ı bilmede yeterli değildir. Dolayısıyla İmam Eş’arî’ye göre; fetret devri insanları, iman etmemekten dolayı cehenneme girmeyeceklerdir.

Faydalanılan Kaynaklar:
- http://www.kadereiman.com/kader-kaza-ve-cuez-i-irade
- Kur’ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi, Mahmud Ustaosmanoğlu

(Endnotes)
1 es-Sâffât, 37/96.
2 er-Ra’d, 13/39.
3 ez-Zâriyât, 51/56.
4 Bu söz genelde tasavvufî çevreler tarafından hadis formatında nakledilir. Ali el-Kârî bu rivayetin hadis olmadığını belirttikten sonra mana itibariyle sahih olduğunu ve: ’Ben, insanları ve cinleri ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.’ ayetinin tefsirinde İbn-i Abbâs’dan nakledilen: ’Beni bilmeleri için yarattım.’ sözüyle uyuştuğunu söylemektedir. Bkz. el-Esrâru’l-Merfûa Fi’l-Ahbâri’l-Mevdûa, s.269. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî Kelime Anlamlı ve Açıklamalı Tercüme, Tercüme:Heyet, c.4, s.44’daki 1. Dipnot, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2012.)
5 İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî Kelime Anlamlı ve Açıklamalı Tercüme, Tercüme:Heyet, c.4, s.44, Yasin Yayınevi, İstanbul, 2012.
6 Ömer Nesefi, İslam İnancının Temelleri ’Akaid’, Bayrak Yayınları, s. 73-74.
7 el-İsrâ, 17/15.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.