Özlenen Rehber Dergisi

163.Sayı

HAK MEZHEPLERDEN BİRİNE UYMANIN GEREKLİLİĞİ

Murat SÜTÇÜ Özlenen Rehber Dergisi 163. Sayı
Sünnet’in, dinde delil oluşunu inkâr eden bir takım insanlar, Kur’an’ın hükümleri dururken herhangi bir mezhebe bağlanmanın gereksiz olduğunu, hatta Kur’an’a zıt olduğunu, Peygamber Efendimiz zamanında olmadığını, dolayısıyla mezheplerin de mezheplere uymanın da bidat olduğunu, mezheplerin kendi aralarında bile ihtilafa düştüğünü ileri sürerek, insanları mezhepsizliğe davet etmektedirler.
Hâlbuki işin perde arkasına baktığımızda bu mezhepsizler haram dairesine girerek, hevalarına tabi olmuşlar, hatta farzları bile eda edecek kuvveti kendilerinde bulamayacak hale gelmişlerdir. Kendilerine bir bahane bulmak için de: ’Bu mesele müçtehidin kendi görüşüdür. Şu meselede mezhepler birbirine muhalefet ediyor. O hâlde bu hükümlere uymak gereksizdir. Biz de onlar gibi içtihat ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tabi olmaya ne mecburiyetimiz var?’ diyerek nefislerini avuturlarken hem kendilerini hem de kendilerine tabi olanları ateşe sürüklemektedirler.
Mezhepleri inkâr etmenin en temel sebebi, İslami hükümlerin ağır gelmesi sebebiyle, içinde beş vakit namaz, zekât, kurban ve tesettür gibi emirler olmayan, nefsî arzularının helal olduğu bir dini ortaya çıkarmak arzusudur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den bu yana geçen 1400 küsur yıl içerisinde mezhep kurabilecek derecede engin bir ilme sahip olan yüzlerce âlim bile içtihada heveslenmeyerek hak olan dört mezhepten birine bağlanmış ve kurtuluşu bu yolda görmüşlerdir. Hal böyle iken bir kısım bedbahtlar mezhepleri adeta karmaşalar yumağı görerek ve göstererek, kendilerini Kur’an’dan hüküm çıkaracak derecede müçtehit(!) addederek mezhepleri inkâr etmektedir.
Müçtehit, Kur’an’da ve sahih hadislerde açıkça beyan edilen dinin farzlarıyla ilgili bir hüküm hakkında içtihat yapamaz. Yani zekâtın farziyeti, namazın kaç vakit, kaç rekât olduğu vb. hususlar ayan beyan ortada olduğu için hiçbir müçtehit bu alanlarda içtihat yapamazken, zamanımızın nadide müçtehitleri(!) olan bu mezhepsizler beş vakit namazı bir iki vakte kadar indirmekte, diğer bir kısmı ’namaz duadan ibarettir’ deyip kıbleye karşı dönüp dua ederek namaz ibadetini eda ettiklerini zannetmekte, tesettür ve miras taksimi gibi emirleri inkâr edip İslam’ın farzlarına karşı gelmektedirler. Kur’an’ı hevalarına göre yorumlamak için hadisleri inkâr etmektedirler. Hadisi inkâr etmek için de, bu hadislerin günümüze kadar gelmesine vesile olan Sahabe Efendilerimizi kötü göstermeye çalışmakta, onlara güveni sarsmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Hâlbuki Peygamberlerden sonra, insanların en faziletlilerinin Sahabeler olduğu hususunda Ehl-i sünnet ve’l-cemaât âlimlerinin ittifakı vardır. Bununla beraber en büyük veli zatın bile, en alt derecedeki Sahabe’nin derecesine ulaşamadığı itikat kitaplarımızda geçen gün gibi açık bir gerçektir.
Unutulmamalıdır ki, sapık mezheplerin çıkış sebebi; Kur’an-ı Kerim’i ve hadis-i şerifleri kendi heva ve heveslerine göre yorumlayıp, Kur’an’ın tefsiri konumundaki hadisleri, vahye şahit olan Sahabe efendilerimizin açıklamalarını ve İslam âlimlerinin içtihatlarını göz ardı edip ellerinin tersiyle itmeleridir.
Mezhepler, Kur’an’da ve Sünnet’te bulunup açık olmayan konular hakkında görüş beyan ettikleri halde, ’dört mezhep de nereden çıktı?’ deyip herkesi güya Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmaya yönlendirmek aslında dört değil, belki dört yüz milyon mezhep kabul etmek demektir. Çünkü her şey Kur’an’da açıkça bulunsaydı ve içtihada gerek olmasaydı zaten mesele olmazdı. Bu yüzden mesela Hanefi Mezhebine bağlı yaşamak, Kur’an’ı ve Sünnet’i bırakıp İmam-ı A’zam’a uymak demek değil, bilakis Kur’an’ı ve Sünnet’i onun anlayışı ile kabullenmek, yani Kur’an’a ve Sünnet’e İmam-ı A’zam’ın penceresinden bakmak demektir.
’Mezhepler de nereden çıktı?’ sorusu; ’doktorluk, marangozluk, terzilik vb. meslekler nereden çıktı?’ sorusu kadar saçma bir sorudur. Herkes her bir sanatın inceliklerine vakıf olamadığı için bu meslekler adeta insanlar arasında paylaştırılmış, kimileri insanların sağlık-sıhhat ihtiyacını giderirken, kimisi insanların giyinme ihtiyacını gidermek için terzi olmuş, kimisi marangoz… Aynen bunun gibi içtihat sanatının çıkış sebebi de; insanların, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkaramamalarıdır. Bilmediğimiz dini konuları işin ehli hocalara sorduğumuz gibi Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den sonra, Müslümanların büyük bir çoğunluğu Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarma gücünde olmadıkları için, karşılaştıkları sorunların çözümünü, içtihat kuvvetine sahip âlimlere soruyor ve cevaplarını onlardan öğreniyorlardı. İşte onca müçtehit imamlardan sadece dört mezhep imamlarının ve talebelerinin verdikleri fetvalar, çıkardıkları deliller, yaptıkları kıyaslar ümmetçe kabul görmüş ve son derece sağlam bir şekilde kaydedilerek, tevatür derecesinde bizlere kadar ulaşmıştır.
Mezheplerin Doğuşu Nasıl Olmuştur?
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hayatta iken Sahabeler arasında herhangi bir ihtilaf yoktu. Çünkü karşılaştıkları sorunları, meseleleri Peygamberimize arz ediyorlar ve sorunlar bu şekilde hallediliyordu. Peygamberimiz (s.a.v.) ebedî âleme göçtüğünde Müslümanlar karşılaştıkları meseleleri Peygamberimizin yetiştirmiş olduğu âlim ve fakih olan Sahabe Efendilerimize gelip soruyorlar, onlar da Kitap ve Sünnet’e göre hüküm veriyorlar; bu ikisinde de bulamazlarsa kıyas yoluyla meseleyi hallediyorlardı. Bu Sahabe efendilerimiz, Rasûlullah Efendimizden almış oldukları bu ilim mirasını yetiştirdikleri Tabiin efendilerimize bırakmışlardır. Tabiin Efendilerimiz de Sahabelerin rivayet ettikleri hadisleri ve onların içtihatlarını derleyip bir araya toplamışlardır. Bunun yanı sıra hakkında ayet, hadis ve Sahabelerin içtihadının mevcut olmadığı meselelerde kendileri de içtihatta bulundular. Çevrelerinde halkalanan talebeleri yani ’Tebe-i Tâbiîn’i yetiştirmeye gayret ettiler. Tebe-i Tâbiin’in en meşhurları; İmam-ı Âzam, İmam-ı Malik, İmam-ı Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Süfyan-ı Sevrî, Sufyan b. Uyeyne gibi müçtehit imamlardır. Tebe-i Tabiin imamları, Sahabe’nin ve Tabiin’in içtihatlarını topladılar. İhtiyaç oldukça kendileri de birçok meselede içtihatta bulundular. Müslümanların karşılaşmış olduğu binlerce meselede fikrî çalışmalar yapıp belli esaslar koydular. Her Müslüman topluluğu ise kendi bölgelerinde yaşayan müçtehidin içtihadını kabul ediyor ve ibadetlerini ona göre yapıyordu. Bu tercih ve taraftarlık, zamanla yerini ’gidilen yol’ manasına gelen mezheplere terk etti.
Mezhep sahibi müçtehitlerden hiçbirisi, ’Biz bir mezhep kurduk, bize uyunuz, bizim mezhebimizi kabul ediniz, o mezhebi benim ismimle söyleyiniz.’ diye bir dâvet ve telkinde de bulunmamıştır. Onlar, sadece meclislerine gelen kimselere dinî ilimleri öğretir, kendilerine gelen meselelere hal çareleri aramaya çalışırlardı. Bir meselenin dinî hükmü kendilerinden sorulduğu zaman onu açıklarlardı. Bu imamlardan ders alan talebeler, söz ve içtihatlarını kabul eden âlimler ve halk kendilerine tabi oldu. Böylece bunların sözleri ve içtihatları bir mezhep şeklini aldı.
İlk başta birçok mezhep varken talebe ve müntesiplerinin azalması sonucu varlığını devam ettiremedi, kitap sayfalarında kaldı. Ehl-i Sünnet mezhepleri içinde dört tanesi günümüze kadar gelebilmiştir: Hanefi mezhebi, Mâlikî mezhebi, Şâfiî mezhebi, Hanbelî mezhebi.
Müçtehit İmamlara Uymayı Emreden Ayetler
1. Ayet: ’Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ulü’l-emre itaat edin. O halde bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, artık onu Allah’a ve Rasûlü’ne arz edin. Bu hem hayırlı, hem de netice itibarıyla daha güzeldir.’1
Bu ayet-i kerimede geçen ’ulü’l-emr’ den maksadın; din alimleri olduğu hususunda İbn-i Abbâs, Câbir b. Abdullâh, İmam Mücâhid, İmam Hasan, İmam Atâ, İmam Dahhâk ve birçok âlim ittifak etmişlerdir.2
Ayetin devamında ’herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Rasûlüne götürün.’ buyrulmuştur. Ayetin bu kısmı kıyasın hak ve şer’î bir delil olduğuna işarettir. Şöyle ki; ayet-i kerimede, kendisinde ihtilafa düşülen bir meselenin Allah’a ve Rasûlüne götürülmesi emredilmiştir. Bir meselede ihtilafa düşmek için ise, o meselenin Kur’an’da ve hadislerde açıkça geçmemesi gerekmektedir. Zira kendisinde ihtilafa düşülen mesele Kur’an’da ve hadislerde açıkça beyan edilseydi, zaten onun hakkında çekişmeye gerek kalmazdı. Demek bu ayet içtihadı emretmiştir ki bu, hükmü açıkça belirtilenlerin arasından, hükmü belirtilmemiş olan bir meselenin benzerini arayıp bularak, onları birbirine benzetip kıyas ederek hükmü ortaya koymaktır.
2. Ayet: ’Hem onlara emniyet veya korkuya dair bir haber geldiğinde onu yayıverirler. Ama onu Peygambere ve ulü’l-emre arz etselerdi, onlardan bunu (o işin gerçek mahiyetini, dirayetleriyle ortaya) çıkarabilecek olanlar, elbette onu(n tedbirini) bilirlerdi. İşte Allah’ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, elbette pek azınız müstesna, şeytana uyardınız!’3
Bu ayette geçen emrin götürüleceği kişiler yani ulü’l-emr; Fahreddin-i Râzî’ye göre ilim ve içtihat sahibi âlimlerdir. Aynı manayı son asrın en büyük fıkıhçılarından İbn-i Âbidîn (rh.a.) de nakletmiştir. Ve daha yüzlerce âlim, ayette geçen istinbat vasfı olan ulü’l-emrin müçtehit âlimler olduğunu bildirmişlerdir.
Fahreddin-i Râzi Hazretleri; ’Bu ayet dört şeye delalet etmektedir’ der ve şöyle sıralar:
- Hükmü açıkça belirtilmeyen meselelerde istinbat ve içtihat yapılması gerektiğine,
- İstinbatın yani içtihadın şer’î bir delil olduğuna,
- Rasûlullah (s.a.v.)’in istinbatla görevli olduğuna,
- Müçtehit olmayan avamın -yani bizlerin- fıkhî hükümlerde müctehid âlimleri taklitlerinin vacip
oluşuna delalet etmektedir. Zira ayette meselelerin hükümlerine vakıf olmayanların ehl-i istinbata yani müçtehit âlimlere başvurmaları gereği beyan edilmektedir.4
3. Ayet: ’Kim kendisine hidayet belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelir ve müminlerin yolundan başkasına tabi olursa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.’5
İmam Şâfiî Hazretleri, icmanın (İslam âlimlerinin bir mesele hakkındaki ittifaklarının) şeriatta bir delil olduğuna ve hakkında icma olan bir hükme muhalefet etmenin haram olduğuna bu ayet-i kerimeyi delil göstermiştir.6
Zira Cenab-ı Hak, bu ayet-i kerimesiyle hem peygambere muhalefet etmenin, hem de ’müminlerin yolundan başka bir yola uymanın’ tehdit sebebi olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla buradan, hakkında ittifak edilmiş bir hükme yani icmaya muhalefet etmenin haram olduğu ve icmaya uymanın vacip olduğu sabit olur.
Mademki İslam âlimlerinin ittifak ettiği bir meselede onlara muhalefet edilemeyeceğine aşikâr bir şekilde delildir. O halde mezhepsizlik haramdır. Çünkü İslam âlimleri, müçtehit olmayan Müslümanların bir mezhebe bağlanması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu meselede âlimler arasında en küçük bir ihtilaf yoktur. Hiçbir Ehl-i Sünnet âlimi mezhepsizliği savunmadığı gibi, hadis hafızı olarak 100.000 hadisi senetleriyle birlikte ezbere bilen zatlar, İmam Gazaliler, İmam Rabbaniler, İmam Serahsiler, Celalettin-i Suyutiler bile bir mezhep imamının peşinden gitmiş ve onları taklit etmişlerdir.
4. Ayet: ’… Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.’7
Ayette geçen ’ehl-i zikir’ ile kimin kastedildiği hakkında âlimler farklı izahlar yapmışlardır. Ayetteki ’zikir ehli’ tabiri ile; Kur’an’ı çok iyi anlayan ve Kur’an’ın sırlarına vakıf olan âlimler kastedilmiştir.
Ayetin açık ifadesiyle; dini konularda, meselelerin izahlarını bilmeyenler, bilemediği konuları ’ehl-i zikre’ soracaktır. Yani Kur’an ehline müracaat edeceklerdir.
Eğer bir mezhebe bağlanmak şart olmasaydı ve herkesin kendi anlayışı ile hükmetmesi caiz olsaydı, ayette; ’eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun’ denilmez, ’bilmiyorsanız, zannınıza göre hükmedin, kafanıza göre takılın vs.’ gibi ifadeler kullanılırdı. Ama böyle denilmemiş ve bilmiyorsak, ehl-i zikre sormamız emredilmiştir. Demek, bir ehl-i zikrin peşinden gitmek vaciptir ve Kur’an’ın emridir.
O halde bilmediğimiz meseleleri sormamız emredilen zikir ehli kimlerdir? Kur’an’ın manalarını, Efendimiz (s.a.v.)’den dinleyen ve ilimleri ile Efendimiz (s.a.v.)’in övgüsüne mazhar olan İbn-i Abbas, İbn-i Mes’ûd, İbn-i Ömer gibi Sahabeler mi veya İmam A’zam, İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi müçtehit imamlarımız mı ehl-i zikirdir? Yoksa kendilerini müçtehit iddia eden ve bu hevesle ahiretlerini berbat eden cahiller mi? Elbette kendilerine uymamız emredilen zikir ehli, ilimleri ve Cenâb-ı Hakk’a olan yakınlıklarıyla bütün insanlığa ışık olan ve vermiş oldukları hükümlerle kendilerine uyanların kurtuluşuna vesile olan ve hükümleri kıyamete kadar baki kalacak olan Peygamberimizin varisi konumundaki bu büyük zatlardır.
Sahabelerin İçtihatlarına Dair Hadis-i Şerifler
1. Misal: Hz. Peygamber (s.a.v.) Hendek savaşından sonra: ’Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, Kurayzaoğullarının bölgesine varmadıkça ikindi namazını kılmasın.’ buyurmuştu. Güneş batmaya yüz tutunca, Ashab-ı Kiram bu sözün ifade ettiği anlam hakkında farklı görüşler belirttiler. Bir kısmı: ’Rasûlullah bu sözüyle, çabuk yol almamızı istedi.’ şeklinde görüş belirtirken, bir kısmı da: ’Hayır, Rasûlullah bu sözüyle, güneş batmış olsa bile, biz ancak Kurayzaoğulları bölgesinde ikindi namazını kılabiliriz.’ demek istemiştir diye görüş belirtmişler ve ikindi namazını güneş battıktan sonra kılmışlardı. Her iki gurubun davranışı Hz. Peygambere (s.a.v.) haber verildiğinde, O (s.a.v.) hiçbir guruba sert tepki göstermemiştir. Bu, O (s.a.v.)’in yapılan içtihatları onayladığı anlamına gelmektedir.8
2. Misal: Rasûlullah (s.a.v.), Muaz’ı Yemen’e göndermek istediği zaman (ona hitaben): ’Sana bir dava arzedilirse nasıl hüküm verirsin?’ buyurdu. (Muaz): ’Allah’ın Kitabı’yla hükmederim.’ dedi. (Rasûlullah): ’Allah’ın Kitabı’nda bulamazsan (ne ile hükmedersin)?’ buyurdu. (Muaz): ’Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetiyle.’ dedi. (Rasûlullah): ’Ne Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetinde ne de Allah’ın Kitabı’nda bulamazsan (ne ile hükmedersin)?’ buyurdu. (Muaz): ’Kendi görüşümle içtihat ederim, (hüküm vermekten) geri durmam.’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), onun göğsüne vurdu ve: ’Hamd, Rasûlullah’ın elçisini, Rasûlullah’ı hoşnut eden şeye muvaffak kılan Allah’a mahsustur (ya da olsun)!’ buyurdu.9
Demek ki, ehlinin, yani bir müçtehidin içtihat yapması ve hakkında açık bir hüküm bulunmayan bir meseleyi, hakkında açık hüküm bulunan benzer bir meseleye kıyas ederek hükme bağlaması caizdir. Bu, bizzat Efendimizin (s.a.v.) emridir.
Kur’an ve Sünnet Bir İken, Görüşler Niçin Farklı Oluyor?
Bunun birkaç sebebi var. Şöyle ki:
1- İhtilafın sebebini anlayamamanın altında yatan en büyük sebep; kişinin, Allah’ın kelamı ile beşer kelamını
birbirine karıştırmasıdır. Kur’an veciz bir kitap olduğu için, özelde bütün Arap şairlerine genelde bütün dünyaya meydan okuyan böyle mucizevi bir kitap, adeta bir umman misali içerisinde birçok manayı barındırıp, beşerin sözleri gibi kısır manalar taşımaktan uzaktır. Bu yüzden müçtehit imamlar ayetlerden farklı manalar çıkarmakta ve farklı neticelere ulaşmaktadır.
2- Yine tek bir mezhebin olmasını istemek; Efendimiz (s.a.v.)’in bir meselede sadece bir tek uygulama yaptığını zannetmekten ötürüdür. Hâlbuki Peygamberimiz (s.a.v.) namazının kılınış şekli dâhil olmak üzere bir meselede, birçok farklı uygulamalar yapmış ve her bir mezhep imamı bu uygulamalardan bir tanesini almıştır. Zaten Peygamberimiz (s.a.v.)’in farklı uygulama yapmadığı ve hakkında tek bir nas olan konularda ihtilaf olmamıştır. Demek ki ihtilafın diğer bir sebebi de Peygamberimiz (s.a.v.)’in farklı uygulamalarının bir neticesidir.
3- Yine hadisleri delil olarak kullanma konusunda müçtehitlerin ihtilâf etmeleri de her birinin farklı sonuçlara ulaşmasına sebep olmaktadır. Meselâ Hanefî âlimleri hadisler konusunda titiz davrandıkları için haber-i vahidi yani tek Sahabe’nin rivayet ettiği hadisi delil olarak kabul etmezler. Şâfiî âlimleri ise, haber-i vahidi kabul eder ve onu kıyasa tercih ederler. Diğer taraftan Hanefî âlimleri mürsel hadisi yani; Tabiin’in, Sahabe’yi zikretmeden direkt olarak Rasûlullah’a dayandırdığı hadisi delil olarak kullanırken, Şâfiî âlimleri kullanmazlar.
4- İhtilafın diğer bir sebebi de fetva verilen beldenin örf ve âdetlerinin, müçtehitlerin yaptıkları içtihatlara tesir etmesidir.
Ayetlerin Farklı Anlamlara Gelebilmesinin Misalleri
1. Misal: ’Muhakkak biz sana Kevser’i verdik. Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.’10
Kurban kesmenin hükmü İmam A’zam’a göre vacip, İmam Şâfiî’ye göre ise sünnettir. Peki ihtilaf nasıl ortaya çıkıyor, Şöyle ki:
İmam A’zam Hazretleri, Kevser suresinin bu iki ayetini şöyle izah etmiştir: Surenin 1. ayeti olan ’Muhakkak biz sana Kevser’i verdik.’ ifadesindeki muhatap; Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Buradaki Kevser; Efendimize (s.a.v.) verilen bir ihsandır. 2. ayet olan ’Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.’ emrine muhatap ise Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmayıp, Ümmet-i Muhammed’dir. Buradaki namaz; ümmete emredilen beş vakit namazdır. Kurban kesme emri de bu ümmetin bizzat kendisine yapılmıştır. Dolayısıyla kurban kesmek vaciptir.
İmam Şâfiî ise ayetleri şöyle tefsir eder: Surenin her iki ayetinde de muhatap; Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. ’Muhakkak biz sana Kevser’i verdik.’ ifadesiyle, Efendimiz (s.a.v.)’e verilen bir ihsan beyan edilmiştir. 2. ayetteki ’Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.’ emri de Peygamberimiz (s.a.v.)’edir. Buradaki namaz; beş vakit namaz olmayıp, gece namazıdır. Zira gece namazı Peygamberimiz (s.a.v.)’e farz idi. Ayetteki ’Kurban kes.’ emri de bizzat Peygamberimiz (s.a.v.)’e yapılmış, kurban kesmek sadece Efendimize farz edilmiştir. Ümmete ise, Peygamberimiz (s.a.v.)’e tabi olması cihetiyle sünnettir.
2. Misal: ’… Oraya (Kâbe’ye) giren emin olur…’11
Bu ayet-i kerimeden hareketle şer’an öldürülmesi gereken bir kimse Harem-i Şerif’e sığınsa İmam A’zam’a göre kendisine dokunulmaz ve orada ceza uygulanmaz. Sadece ona yiyecek ve içecek verilmeyerek, oradan çıkmaya mecbur edilir ve çıkınca kısas yapılır. İmam Şâfiî hazretlerine göre ise; Kâbe’ye sığınan oradan çıkmazsa, çıkması için beklenmez, orada kısas edilir. Buradaki ihtilafın sebebi ise; ayette geçen emniyetin İmam A’zam’a göre; dünyevi emniyet olması ve dolayısıyla Kabe’ye girenin her türlü dünyevi tehlikeden emin olması gerektiğidir, sonuç olarak Kabe’ye sığınsa ona dokunulmaz.
İmam Şâfiî ise; ayetteki ’emniyeti’ ahiret azabından emin olmakla tefsir etmiştir. Yani Kâbe’ye giren, dünyevi tehlikelerden değil, uhrevi tehlikelerden emin olur. Yaptığı tavaf, say ve diğer ibadetlerle kendisini Allah’a affettirir ve cehennem azabından kurtulur. Dolayısıyla İmam Şâfiî’ye göre; ayetin hükmü dünyaya değil, ahirete bakmaktadır. Netice olarak da ’kısas gereken bir kişi Kâbe’ye sığınsa, çıkması emredilir, eğer çıkmazsa orada kısas hükmü yapılır.’
3. Misal: ’… Yahut kadınlara dokunmuşsanız ve su bulamıyorsanız, temiz bir toprak ile teyemmüm edin...’12
Bu ayette abdest almak mümkün olmadığında teyemmüm edilmesi emredilmektedir. Biz ise sadece ayette geçen ve abdesti bozduğu bildirilen ’kadınlara dokunmuşsanız’ ibaresini inceleyeceğiz.
Hanefi mezhebinde; kadına dokunmak abdesti bozmaz. Şâfiî mezhebinde ise bozar. Bu ihtilafın sebebi; ayette geçen ’kadınlara dokunmuşsanız’ ibaresini anlamadaki farktır. Şöyle ki: Ayette geçen ’lems’ kelimesinin lügat manası ’dokunmak’ demektir. İmam-ı Şâfiî, bu kelimeyi lügat manası üzerine tefsir ederek, kadına dokunulduğunda abdestin bozulacağını söylemiştir.
İmam A’zam ise ’lems’ kelimesini ’cima’ yani ’cinsel ilişki’ ile tefsir etmiştir. Büyük Arap lügat âlimi İbn-i Sikkît de; ’dokunmak manasındaki ’lems’ kelimesi ’kadınlar’ ile birlikte kullanıldığında cinsel ilişki kastedilir’ demiştir.
Yani İmam-ı Şâfiî lems kelimesinin sözlük manasını kullanırken, İmam-ı A’zam mecaz manasını kullanmıştır.
Ayrıca İmam A’zam görüşüne delil olarak şu hadisi getirmiştir: Nebi (s.a.v.)’in eşi Âişe (r.anhâ)’dan rivayet edildiğine göre muhakkak ki o şöyle demiştir: ’Rasûlullah (s.a.v.)’in önünde, ayaklarım O’nun kıblesine (yani secde edeceği yerde) olduğu halde uyurdum. Secde ettiği zaman (eliyle) beni dürterdi, ben de ayaklarımı toplardım. (Secdeden) kalktığı zaman ise onları uzatırdım.’ (Âişe devamla şöyle) dedi: ’O zaman evlerde kandiller yoktu.’13
İmam A’zam Hazretleri bu hadisi delil göstererek der ki: Bu hadiste kadına dokunmanın abdesti bozmayacağına delil vardır. Zira Efendimiz (s.a.v.) namazda Hz. Âişe’ye dokunmuş ve namazına öylece devam etmiştir. Eğer kadına dokunmak abdesti bozsaydı, Peygamberimiz (s.a.v.)’in namazının bozulması gerekirdi.
İmam Şâfiî Hazretleri ise, bu dokunmanın abdesti bozmayacağına delalet etmez. Zira hadiste dokunmanın çıplak tene yapıldığına dair açık bir ifade yoktur. Belki de Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Âişe’ye elbisesinin üzerinden dokunmuş ve abdesti bu sebeple bozulmamıştır.
İşte böylece her bir mezhep imamı kendi içtihadını destekleyici ayet ve hadisleri delil olarak sunarak diğer görüşün delillerine cevap vermiştir. Uzun sözün kısası Allah’ın kelamı, beşer kelamı gibi manası sınırlı bir kelam değildir. İçerisinde deniz gibi manaları saklamakta ve birçok manaya delalet etmektedirler.
Kimler İçtihat Yapabilir?
İmâm Gazalî bu hususta şöyle söylemektedir: ’Müçtehidin, Arapların konuşmalarını anlayacak ve kelimeleri kullanmadaki geleneklerini bilecek kadar Arapça’ya vâkıf olması şarttır. Şer’î hükümleri bilme yollarını, bu hükümlerin kısımlarını, ispat yollarını, delalet şekillerini, şartlarını, mertebelerini, delillerin çatışması durumunda çatışmanın nasıl giderileceğini, ahkâma dair ayet ve hadislerin delalet ve sübut bakımından durumlarını, nâsih ve mensûh olanları ve üzerinde icma ve ihtilâf edilmiş olan meseleleri bilmesi; ayrıca teklif ifade eden hükümlere ait bütün hadîs-i şerîflerin lafız ve mânâlarını, nâsih ve mensuhlarını, rivâyet yollarını, râvilerin derece ve hâllerini, adalet ve hadîsi hıfz etme (zabt) gibi vasıflarını bilmesi gerekir. Bütün bunların ötesinde, ledünnî (çalışılarak elde edilen değil de Cenâb-ı Hakk’ın bahşetmesiyle elde edilen) ilme sahip olması gerekir ki bu da Allah (c.c.) vergisidir.14
Bu Zamanda Müçtehit Var mıdır?
Şâfiî Mezhebi’nin büyük âlimlerinden olan İmâm-ı Râfiî (vefatı m.1227), Envâr kitabında ’Âlimler bugün müçtehit bulunmadığında icma etmişlerdir.’ buyuruyor. Hatta âlimlerin, mezhepte müçtehit kalmadığında ittifak ettiklerini görür. Nerde kaldı ki mutlak müçtehit (yani dinde müçtehit) bulunsun…Fahreddîn Râzî, İmâm-ı Râfiî ve Nevevî bildiriyorlar ki: ’Bugün insanlar müçtehit bulunmadığına dair söz birliği halindedirler.’15


Son notlar
1 en-Nîsâ, 4/59.
2 Kurtubî, el-Câmiu Li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Nîsâ Suresi, 4/59.
3 en-Nîsâ, 4/83.
4 Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yay., 8/189-190.
5 en-Nîsâ, 4/115.
6 Fahruddin er-Râzî, a.g.e., 8/315.
7 en-Nahl, 16/43.
8 Buhârî, Meğazî, 30.
9 Ebû Dâvûd, Akdıye, 11.
10 el-Kevser, 108/1-2.
11 Âl-i İmrân, 3/97.
12 el-Mâide, 5/6.
13 Buhârî, Salât, 22.
14 Hak Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar, Misvak Neşriyat, İstanbul 2014.
15 Mehmed Çağlayan, Ehl-i Sünnet ve Akâidi, s. 179.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.