Özlenen Rehber Dergisi

45.Sayı

Harama Alışmak Onu Zararsız Kılar Mı? Ya da Ruh Dünyamızdaki Dünyevîleşme

H. İbrahim ŞEN Özlenen Rehber Dergisi 45. Sayı
Din; insanları sonsuz saadete, huzura götürmek için Allah (c.c.) tarafından peygamberleri vasıtasıyla gösterilen yoldur. Cemiyet hayatını düzenleyici ve disipline edici olarak da, insanlık için zorunlu bir rehberdir. Din sayesinde; Allah’ın her şeyi bileceğini, hiçbir şeyin ondan gizlenemeyeceğini idrak eden insanda kuvvetli bir irade hâsıl olur. İnsanı, samimiyeti nispetinde gizli-aşikâr bütün haramlardan alıkoyar, iyiliklere sevk eder. Böyle bir cemiyette ise, asayiş ve istikrar, nizam ve ahenk bulunur. Din her türlü ahlâkî faziletin kaynağıdır. Bir milletin ahlâkî yönden alçalması kadar korkunç bir felâket yoktur. Tarihte pek çok milletler, ahlâken çöktükleri için batmış, tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.
Dinimizin emir ve yasakları (farz, vacip, helâl, haram vs.) vardır. Allah (c.c.) bu fiillerin karşılıklarının neler olduğunu Kur’ân-ı Kerim’de beyan etmiş, Efendimiz (s.a.v.) de örnek hayatıyla göstermiştir.

İnsanlar haramları (helâl saymadıkça) işlemekle dinden çıkmazlar; ancak her bir günah (haram) kalpte bir leke meydana getirir ve kişiyi küfre yaklaştırır. İşlenen günahın küçük ya da büyük olmasından çok, kime karşı işlendiğine bakmak gerekir. Kimi âlimler küçük günah, büyük günah ayırımını uygun bulmazlar. Allah’ın emri hilafına işlenmesi yönüyle hepsini büyük saymışlardır.

En doğrusu, harama düşmemeye çalışmak gerekirse de, insan beşer-şaşar harama düşebilir. Önemli olan yanlışta ısrar etmemek, hemen tevbe yoluna gitmektir. Kişi, yaptığı yanlış fiili hafife almamalı, hele hele bunu alışkanlık haline hiç getirmemelidir. Kötü bir fiilin en kötü yanı da onu alışkanlık haline getirmek, yaptığından dolayı vicdanî huzursuzluk duymamak, adeta haramlara bağışıklık kazanmaktır. Harama alışmanın onu zararsız kılması söz konusu olmayıp, bilakis hastanın hastalığının farkında olmaması gibi tedavisi zor bir durumdur. Olsa olsa aydınlığı görmemek için gözünü kapatan, hakkı duymamak için kulağını tıkayan gibi geçici bir süre haramların ruha verdiği ıstıraptan kendini kurtarmaya çalışır. Belki bir müddet sonra artık katılaşan kalp (Allah korusun) rahatsız da olmamaya başlar.

Yaptığı hatayı gözünde küçülten insan; bundan huzursuzluk duymadığından tevbeyi aklına bile getirmez ya da geciktirir. Yanlışlar günlük yaşantının birer parçası olur, sıradanlaşır. İnandığını yaşamayan insan bir süre sonra yaptığı yanlışları doğru görmeye, o yanlışları savunmaya hatta yaşadığı gibi inanmaya başlar. Fıkıhsız, hareketlerine hiçbir tahdit (sınır) koymadan bir ömür sürmek ise eşref-i mahlûk olan insana ne kadar yakışır!?

Çoğu insan, evrenin ne amaçla var edilmiş olduğunu, bu dünyada neden bulunduklarını idrak etmeden yaşar. Hâlbuki insan neden yaşadığını, dünyanın ne amaçla yaratıldığını, evrendeki dengelerin kim tarafından kurulduğunu düşünmeden gerçeklere ulaşmak imkânsızdır. İnsanların yaşantıları içinde hiçbir şey başıboş bırakılmış değildir. Kâinatın her noktasında kudretini gördüğümüz Yaratıcı, insanı da kendi başına bırakmamış, dünyaya belli amaçlar için göndermiştir.

Allah’ın, sayısız nimetleri karşılığında insanlardan istediği ise, kulluktur. Fakat insanların büyük bölümü Kur’ân’ın ifadesiyle ’zalim ve nankör’ bir karakter gösterdiğinden Rablerine şükretmeyi, O’na boyun eğmeyi ve itaat etmeyi unuturlar, O’nun koyduğu sınırları çiğnerler. Bu yüzden de tüm amaçları dünyayı yaşamaya yöneliktir. Ölümü unutur, ölümden sonraki yaşantıları için hiçbir hazırlık yapmazlar. En büyük amaçları, imkânları elverdiğince kendilerine iyi bir yaşantı sağlamak, burada geçirdikleri her anı kendilerince en iyi şekilde değerlendirmektir. İnsanların dünyaya olan bu bağlılıklarını Allah Kur’an’da şöyle bildirmiştir: “Çünkü bunlar (inanmayanlar), peşin dünyayı severler ve önlerindeki ağır bir günü bırakırlar.” (el-İnsan, 76/ 27)

Herkesin kesin olarak bildiği gibi bu dünya sonludur ve herkes şunu da kesin olarak bilir ki; sınırlı olan her şey eninde sonunda bitecektir. Oysa dünyanın geçici bir yurt olduğu ve asıl yurdun âhiret olacağı Allah tarafından açıklanmıştır. Allah Teâlâ; “Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki âhiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hala akıllanmayacak mısınız?” (el-En’âm, 6/32) buyurmaktadır. Âhirette sonsuza kadar devam edecek olan Cennet ve Cehennem hayatının tüm detayları Allah’ın vahyiyle tarif edilmiştir.

Buna rağmen insan çok kısa süren bu hayata yönelir. Hâlbuki olayları biraz akılcı değerlendirebilen ve gerçekleri düşünen bir insan, âyetin “...O halde dünya hayatı sizi aldatmasın...” (Lokman, 31/33), “Her nefis ölümü tadacak ve ecirleriniz ancak kıyamet günü tamamlanacak. O vakit, kim ateşten uzaklaştırılır da Cennet’e konursa işte o muradına ermiştir. Yoksa dünya hayatı aldatıcı menfaatten başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/185) uyarısıyla dünya hayatının sonsuz hayat yanında ne kadar kısa ve değersiz olduğunu görüp anlar. Kesinlikle gerçekleşecek olan bitişi hiç düşünmeyip, dünya hayatının sonunu görmek istemeyenler ise kuşkusuz büyük bir yanılgı içerisindedirler.

İnsan, bir ’tatminsizlik’ duygusu içinde yaşar ve hayatının her anında farklı farklı isteklere kapılır. Bu isteklerini elde etmek için de büyük bir hırsla çalışır, hatta bunlar için olmadık şeyleri göze alır. Çevresinde bulunan insanları, hatta ailesini, yakınlarını ve en sevdiklerini kırmayı bile göze alabilir. Elde ettiğiyle tatmin olmayan nefis, hemen başka bir isteğin peşine düşer, bu sefer hırsla onun peşinden koşmaya başlar; ta ki onu da elde edene kadar...

Etrafımızdaki her şey sürekli olarak bozulmaya, eskimeye, çürümeye doğru giderek, bize aslında çok önemli bir mesaj vermektedirler. Bu, dünyanın geçici ve aldatıcı olduğu gerçeğidir. Allah, insanların dünyanın bu aldatıcı yönüne kanmamaları, bu gerçeği düşünmeleri için Kur’ân’da çeşitli misaller vermiştir: “Dünya hayatının hâli, ancak gökten indirdiğimiz bir yağmurun hali gibidir ki, insanların ve hayvanların yedikleri yeryüzü bitkileri onunla yetişip birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü (o bitkilerle) bütün ziynet ve güzelliklerini alıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerine (her türlü tasarrufa) kadir olduklarını sandıkları bir sırada, geceleyin veya güpegündüz ansızın ona emrimiz (afetimiz) geliverir de, bunları, sanki dün yerinde hiç yokmuş gibi, kökünden yolunmuş bir hâle getiririz. İşte düşünen bir toplum için, âyetleri böyle ayrı ayrı açıklıyoruz.” (Yunus, 10/24)

Âyette bildirildiği gibi dünya üzerinde güzel olan ne varsa bir gün güzelliğini kaybedecek ve hatta yok olacaktır; ancak bunu bilmek yeterli değildir; bu gerçek, üzerinde derin düşünülmesi gereken bir konudur. Çünkü Allah bu tür örnekleri ’düşünen insanlar’ için açıkladığını bildirmiştir. İnsan akıl sahibi bir varlık olarak düşünmek, düşündüklerinden sonuç çıkarmak ve yaşamanın amacını bulmakla yükümlüdür. ’Düşünmek’ ve ’akletmek’ gibi önemli vasıfları üzerinde taşımayan insanın ise mertebesi hayvanlardan aşağı sayılmıştır.

Müslümanların, ilâhî hakikatleri bir tarafa bırakıp menfaat, statü ve kariyerlerini, yani kısacası dünyalıklarını imanlarının önüne geçirmeleri yaklaşımı; dünyevîleşmeleridir. Belki de uğruna değerler feda ettiği dünyalığı da çoğu kere elde edememektedir. Yüce Rabbimiz Kelâm-ı Kadîm’inde, “Kim âhiret sevabını isterse, onun sevabını artırırız. Kim de dünya menfaatini isterse, ona da ondan veririz; fakat âhirette ona hiçbir nasip yoktur.” (eş-Şârâ, 42/20) buyurmaktadır.

İnsan, sorumludur; Rabbi’ni tanımakla, O’nun kendisinden istediklerini öğrenip uygulamakla, gerçek yurdunun dünya olmadığını, dünyanın ’göz açıp kapayıncaya kadar’ kaybolacak bir hayat olduğunu anlamakla mükelleftir. Bu gerçekleri kavrayan insanın tavrı ise, gerçek yurt olan âhirete hazırlık yapmak, hayatını yalnızca Allah’ı hoşnut edecek şekilde geçirmek olacaktır.

Rabbimizin, bizlere razı olacağı bir kulluğu nasip etmesi dileğiyle...
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • melek

    Allah razı olsun çok güzel bilgilendirdiniz.

  • EYÜP DENİZ

    Muhtevalı ve yol gösterici bir yazı olmuş,elinize kaleminize sağlık

2 kişi yorum yazdı.