Özlenen Rehber Dergisi

95.Sayı

Tunus ve Mısır - Toplumsal İntifada

Mustafa ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 95. Sayı
Tunus’ta yaşananlara bir bakış,
Tunus, Fransız Milletler Topluluğu içinde değerlendirilen bir ülke; %99’u Müslüman. Habib Burgiba tarafından, 20 Mart 1956’da Fransa’dan bağımsızlığını kazanarak kuruldu. Nüfusu 10 milyon. 163.000 km yüz ölçüme sahip. BM ve Akdeniz Ülkeleri Birliği dışında İslam, Arap ve Afrika Birliği’ne üye. Bayrağında ay-yıldız olan Tunus’un iki komşusu var. Libya ve Cezayir…
Bilgisayar mühendisi Muhammed Buazizi adlı 26 yaşındaki işsiz gencin sebze ve meyve tezgâhına 17 Aralık’ta polis tarafından el konulması ve dövülmesinin ardından, protesto için kendini yakmasıyla başlayan olaylar, ’devrim’le sonuçlandı. Buzizi olayının ardından yüzlerce genç 18 ve 19 Aralık’ta sokaklara çıkarak polisle çatışmıştı. 22 Aralık’ta başka bir gencin bir elektrik direğine tırmanıp, işsizlikten ve baskılardan bıktığını söyleyerek kendini elektrik tellerinin üzerine atması ile olaylar kontrolden çıktı ve bu noktaya geldi.
Aslında Tunus’ta bir patlama bekleniyordu. Bilinmeyen tek şey, bu olayların ne zaman ve nasıl başlayacağı ile ilgili kısmı idi.
Ülkede üniversite mezunlarının yarıdan fazlası işsizdi. Adalet yoktu. Adalet olmayınca barış da özgürlük de olamazdı zaten. Ülkede sosyal güvence yok, rüşvet ve yolsuzluklarsa almış başını gidiyordu. Askeri darbeyle iktidara gelen Zeynel Abidin Bin Ali 23 yıldan beri ülkeyi demir yumrukla yönetiyordu. Gerçek anlamda bir sivil örgütlenme, kendisine siyasi manada rakip olabilecek bir oluşum yoktu. Basına sansür uygulanıyor, muhalif liderler ya hapsediliyor ya da sürgüne gönderiliyor, hâsılı rejime karşı herkes ve her şey engelleniyor, ülkeyi terk etmesi sağlanıyordu.
Bin Ali Tunus’ta tam bir polis devleti kurmuştu. Polis herkesi dinliyordu. Şüphelenilen kişiler tutuklanıyor ve işkence görüyorlardı. Tunus menşeli gazeteleri bırakın, ülkede yayın yapan Fransız gazeteleri bile ’sakıncalı’ sayfaları koparıldıktan sonra dağıtılıyordu. Medya sürekli iktidarı övmek zorundaydı. İkinci bir şık hiç var olmadı.
Tunus’un Türkiye’de en çok bilinen ve konuşulan özelliklerinden biri, çok katı bir şekilde uyguladığı başörtüsü yasağıydı. Ama birkaç sene önce, Devlet Başkanı Zeynel Abidin bin Ali’nin büyük kızının da başını örtmesi üzerine, yasağın kısmen ve nispeten de olsa hafifletildiğine dair bir haberin çıktığını hatırlıyoruz.
Tunus, gözde bir turizm ülkesi olmasına rağmen demokrasiye bir türlü geçememiş olmanın getirdiği derin ikilem ve çelişkiyi uzun yıllar boyunca yaşadı. Ama bunun böyle gitmeyeceği herkesçe bilinen bir gerçekti. .
Bu arada Wikileaks belgelerinde 2008 yılına ait, ABD’nin Tunus elçiliğinden çekildiği belirtilen bir mesajda, Devlet Başkanı Bin Ali ve ailesinin ’mafya tarzı’ bir yolsuzluk ağı kurduğu, eşi Leyla’ya devlet arazisinden değerli gayrimenkuller verdiği, damadına banka kurdurduğu ve hazine kaynaklarının peşkeş çekildiği gibi iddialar yer alıyordu. Bunların hepsi üst üste gelince Tunus halkı patladı. Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu gösteriler boyunca 66 kişinin polis kurşunları ve darbıyla can verdiğini açıkladı.
Bin Ali gitti, çünkü ordu yıllardır her zaman ve mekânda kendisine verdiği desteği çekti. Aynı ordu şimdi ’Devrimin muhafızıyız’ mesajları vermeye devam ediyor. Ama bütün bunlar her şeyin ’güllük gülistanlık’ olduğu anlamına gelmiyor tabii ki.
Şimdi büyük ihtimalle, eski rejimi yeni aktörlerle sürdürme senaryoları yürürlüğe konulacak.
Senelerdir sürgün hayatı yaşatılan Raşid Gannuşî’nin dönüşü, halkın Bin Ali’yi deviren halkın demokrasi ve adil bir yönetim isteği bu durumu değiştirebilir mi?
Göreceğiz.
Mısır’da yaşananlar;
Enver Sedat’a yapılan suikastın ardından Mısır Devlet Başkanlığına ve Ulusal Demokratik Parti’nin liderliğine seçilen Mübarek, 1987, 1993, 1999 ve 2005 yıllarında yapılan ve muhalefetin katılımının kısıtlandığı seçimlerde arka arkaya dört kez göreve seçildi. Enver Sedat’ın 1981 yılında suikast sonucu öldürülmesi üzerine cumhurbaşkanlığına getirilen ve o sıralarda fazla tanınmayan Mübarek’in, bunca yıl iktidarda kalabileceğini o günlerde pek az kişi düşünmüştü. İktidara gelmesinden bu yana, ülkeyi askeri bir lidere benzer bir tutumda yönettiğini söylemek yanlış olmaz. Görevde olduğu onlarca yıl boyunca olağanüstü hal uygulamasını sürdürdü, polisin gözaltı yetkisini artırdı, temel hak ve özgürlükleri kısıtladı.
Hüsnü Mübarek, ülke içi istikrarın ve ekonomik kalkınmanın hâkim olduğu bir dönemde kontrolü elinde bulundurduğundan, halkın büyük bölümü de Mısır’da iktidarın tek elde toplanmasını kabullendi. Ancak son yıllarda demokrasiyi teşvik etmesi yolunda hem en güçlü müttefiki ABD’den hem de ülke içinden gelen baskılar arttı. Mübarek tek parti rejimini değiştirmeye açık olduğunu söylese de reform yanlıları bu sözleri inandırıcı bulmadı…
2011 yılın Ocak ayında Tunus’ta başlayan Arap dünyası protestolarının 25 Ocak’ta Mısır’da da başlaması üzerine 10 Şubat 2011′de yetkilerinin çoğunu yardımcısı Ömer Süleyman’a devretti, 11 Şubat 2011′de ise görevinden istifa etti.
Neler olabilir?
Cereyan eden hadiselerin nihayetinde dünyadaki İslam coğrafyasının geleceği için ’neler olabilir’ sorusuna verilebilecek en temkinli cevap, sosyal çözülme yaşayan ülkelerde ne ölçüde "örgütlü yapı" bulunduğu ile doğrudan alakalıdır.
Herkesçe bilinen bir gerçektir ki, İslam ülkelerinde örgütlü yapı zaafı var. Halkın zihninde, örgütlü yapıların, demokrasilerde olmazsa olmaz bir zaruret olduğu bilinci zayıf. Bunda dikta yönetimlerinin, örgütlü yapılara karşı amansız bir yok etme politikası izlemelerinin etkisi yok değil. Mesela Mısır’da İhvan-ı Müslimîn (Müslüman kardeşler)’e yönelik kıyımlar bunun tipik örneği. Bunun içindir ki, Müslüman kardeşlerin, Mısır’da halkın büyük kısmının günlerce Tahrir Meydanı’nda Mübarek rejimine karşı toplanmasında kitlelere yön vermek üzere meydana çıkmaması, olaylara ihtiyatlı ve teenni ile yaklaşması bana göre, geçmiş tecrübelerin eseri. Olayların yaşandığı günlerde Türkiye’nin mesafeli, ihtiyatlı, teennili duruşu da bana göre bununla alakalı.
Mısır eskiden olduğu gibi hâlâ Ortadoğu’da anahtar ülke konumunda. Ortadoğu, hâlâ küresel siyasetin vazgeç(e)mediği bir coğrafya. İsrail ise, hâlâ, küresel siyasetin, güvenliğini ’kutsal bir görev’ gibi telakki ettiği bir ülke. Yani hâlâ İslam coğrafyası, "kendi iradesine bırakılma" durumunda değil. Ya da bana öyle geliyor.
Öyle ya da böyle bu coğrafya ve hatta bütün dünya coğrafyası eninde sonunda normalleşecek. Yaşanan olaylar bunu bariz bir şekilde ortaya koymuştur. Peki, bu normalleşme ne zaman denilirse; İşte ona da verilebilecek cevap, ’coğrafyanın insanları, gerçekten, her şeyi kendi iradeleriyle belirleyecek bilince ve iradeye kavuştukları zaman’ olacaktır.
Mübarek sonrası halkın iradesini yansıtacak bir hükümetin iş başına gelmesi doğal olarak Türkiye’nin bölgesel ve küresel düzlemde elini güçlendirecektir. Çünkü Mısır halkının iradesinin Filistin halkının yanında olduğu, ülke ve bölge maslahatını Batı maslahatına öncelediği, serbest ticaret bölgesi oluşturma girişimini onayladığı ve Türkiye ile güçlü işbirliği istediği ortadadır.
Bu tür iyi ilişkileri İran’la da arzuladığını ve bütün Arap rejimlerini hem değişmeye hem de aynı çizgide tavır almaya zorlayacağını göz önünde bulundurursak, bunun ideolojik anlamda olmasa da çıkarlar çatışması anlamında Batı’yı nasıl zora sokacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bu yüzden bu coğrafyada halk iradesini yansıtacak bir hükümetin oluşması Batı’yı tedirgin etmektedir. Zaten Batı için esas olan kimin iktidara geldiği/geleceği değil, gelenlerin onların çıkarlarını garantiye alıp almayacağı meselesidir.
Mübarek rejimini düşürmek için ’Tahrir Meydanı’nda toplanan milyonlarca halk, Mısır’ın eski Mısır olmayacağını güçlü bir irade beyanıyla ortaya koymuştur.
Saddam karşısında ABD’nin yanında yer almış, Filistin’de yaşanan bunca olaya rağmen İsrail’le barış anlaşması yapmış, diktatörlüğü boyunca ’İslâmcı’ları fiili ve zihni manada etkisiz kılmış, Halkın iradesine ters düşmeyi bir siyaset tarzı olarak benimsemiş ve iktidarını ABD’nin bölgedeki jandarmalığını yaparak sürdürmüş Mübarek sonunda gitti.
Ortadoğu’da hesaplar, Mübarek sonrası oluşacak yeni duruma göre yapılmaktadır. ABD, AB ve İsrail kendi çıkarlarını maksimum düzeyde koruyacak teknokratlardan müteşekkil bir geçiş dönemi hükümeti oluşturma arayışındalar. Muhammed El Baradey ise öngörülen bu hükümetin şimdilik en güçlü başkan adayı.
İhvani Müslimin’den, antiemperyalist söylemlerini, İsrail karşıtı duruşunu yumuşatmasını ve İslâmî taleplerinde uygar dünyanın (!) çizgisine paralel düşmesini istiyorlar. Bu konuda somut örnek olarak ise Türkiye’yi ve Ak Parti’yi biraz da istemeyerek model gösteriyorlar. Bir anlamda toplumsal projelerini yeniden gözden geçir, cici çocuk ol diyorlar. Bunun için İhvan içinde uzlaşabilecekleri bir damar arıyorlar.
Bana öyle geliyor ki; Batı, halk intifadasını örgütleyen kanatlardan birisi olan liberal safta adı bilinmeyen, ismi temiz ama Batı’ya açık genç bir lider ortaya çıkarma hazırlığında.
Sözün özü, yine halka sormadan ama sorar gibi yapıp birilerini iktidara taşımak arzusundalar. Mübarek’ten sonra dizginleri ele geçiren Mısır Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi halkın iradesini yansıtmıyor ama önümüzdeki aylarda dâhil ülke yönetiminden onların sorumlu olacağı kesin.
Söz orduya gelmişken, Mısır ordusunda birbirinden farklı iki kesim var: Batı’ya bağlı üst rütbeliler, halkın içinden gelen alt rütbeliler. Mübarek’in de içinden çıktığı üst rütbeliler elbette orduyu kontrol eden kesim. Bir diğer ifadeyle ABD’nin sözünün geçtiği kesim. Önemli ölçüde parasını da silahlarını ABD’nin tedarik ettiği kesim.
Mısır bu geçiş dönemini sağlıklı atlatırsa eğer, Ortadoğu’nun makûs talihi değişir.
Olabilecek etkiler;
Mısır’daki çöküş, Kuzey ve Orta Afrika ve tüm Arap yarımadasını etkiler gibi geliyor. Yani domino etkisi Cezayir ve Tunus’tan sonra nasıl Mısır’ı etkilediyse bununla kalmaz hissi veriyor bana. Bu sonuçtan en çok etkilenecek bir diğer ülke de İsrail.
Mısır’daki diktatörlük rejiminin çökmesi ile şüphesiz Gazze de yeni bir dönem başlayacak, İsrail en önemli müttefiklerinden birini kaybetmiş ve Arap dünyası için yeni bir liderlik merkezi oluşacaktır. Mısır devrimi, Arap ve Afrika Birliği’nin siyaset sahnesinde daha etkili bir rol oynaması sonucunu doğurabilir.
Mübarek sonrası çok daha zor olacak gibi görünüyor: Batı’nın petrol güzergâhı Süveyş’in stratejik pozisyonu, bu ülkelerde İslami kadroların iktidara gelmesi, uzun sürebilecek belirsizlik döneminde İsrail-Mısır geriliminin tırmanması, İsrail’in Sina’ya girip "tampon bölge" oluşturma ihtimali, Mısır’dan sonra ülkelerin ardı ardına aynı akıbete sürüklenmesinin doğuracağı bölgesel güvenlik endişesi hatta çatışmalar ve uzun sürecek iktidar kavgaları...
Bütün bu ihtimal ve varsayımlar neticesinde şu iki başlık öne çıkıyor: 1) Süveyş krizi ve petrol fiyatları. Belirsizlik kaosa dönüşürse, gerçi yönetimi eline alan Mısır ordusu yapılan bütün uluslar arası anlaşmalarının aynen devam edeceğini söyledi ama yeni bir Süveyş krizi hatta çatışması çıkabilir. 2) Filistin’de Mahmut Abbas’ın siyasi ömrünün bitmesi.
Ama var olan bir gerçek var ki; yüz yıl sonra da olsa bölge kendi direncini keşfetti, kendi kırmızıçizgilerini belirliyor. Bazıları bunu Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulanması olarak görecektir. Ancak bütün ihtimalleri, gerçekleri göz önünde bulundurarak, bölgenin kendi gücüyle, direniş geleneğinden etkilenerek kendi Ortadoğu’sunu şekillendirdiği gerçeği daha çok öne çıkıyor. Hele hele Orta doğuda Batı ve ABD yanlısı rejimler bir bir yıkılırken ’bunu ABD ya da Batı yaptırdı’, ’onların istediği oluyor’ gibi vehimlere kapılmak hiç değilse en azından meydanlara çıkıp, gece gündüz rejim muhalifliği yapan halka saygısızlıktır.
ABD bu işin neresinde?
Gerçekten bu işi planlayanlar var mı? Soru bu ve ne yazık ki, cevabı net olarak verilemiyor. Kadife devrimlerde olduğu gibi, Batılı güçler ve sivil toplum kuruluşu adı altında faaliyet gösteren politik gruplar belirgin biçimde öne çıkmış değil. Böyle bir ihtimal her zaman sorgulanacaktır ancak "ABD, eskiyen rejimleri kendi eliyle değiştiriyor" bakışı çok da sağlıklı ve gerçekle örtüşen bir bakış olmayacaktır. Birilerinin bir şeyleri yönetmesiyle, gelişen bir hareketten yararlanmaya çalışmasının aynı şey olmadığını bilmek zorundayız.
Şu an olan: Bütün Ortadoğu’da Amerika’nın dostları çöküyor. Lübnan’da bu oldu. Tunus’ta bu oldu. Mısır ve Yemen’de ABD’nin dostlarına karşı kitleler ayakta. Yolsuz, acımasız ama ABD müttefiki olan her lider ve rejim hedefte. Hal böyle iken, bütün bu olanların ABD tarafından planlandığını, dost rejimleri devirmek için harekete geçildiğini söylemek biraz zor görünüyor.
Söz buraya gelmişken gerek yaşananların daha sağlıklı tahlil edilebilmesi ve gerekse de zihinlerde var olan ya da oluşabilecek karmaşıklığın giderilmesi adına ABD bu işin neresinde buna da değinmek lazım.
Ne zaman bir yerlerde bir hareketlilik olsa, değişim sürecine girilse birilerinin medyada ’bu işin arkasında ABD var, İsrail var; ABD’nin bilgisi dışında bunlar olmaz; İsrail ve ABD kartları yeniden dağıtıyor vs.’ türünden yorumlar yapması dikkatten kaçmıyor.
Son günlerde Tunus ve Mısır’da yaşanan, diktayla yönetilen diğer bazı ülkelere de rüzgârı sıçrayan ve devamının geleceği tahmin edilen olaylar hakkında ’arkasında ABD var; ABD istediği için ordu müdahale etmedi; ABD bitir deseydi Mısır ordusu işi bitirirdi; Ortadoğu’da kartlar yeniden dağıtılıyor’ türü yorumların dolaşması dikkat çekti.
Bu olaylarda ABD’yle ilgili bir sebep ararsak, onun artık kabuğuna çekilme merhalesine girdiği ve hizmetindeki rejimleri himayeden aciz kaldığı için bütün bu hadiselerin de önüne geçemediğini söylememiz çok daha isabetli olur. Ve eğer bir şeylerin arkasında ABD’yi ararsak, vahşi dikta rejimlerine başkaldıran halkların özgürlük mücadelelerini ABD’ye yamama çabalarının arkasında onu aramamız belki daha doğru olur. ABD kesinlikle bu olayların başına ve gidişatına hükmedememiş ama daha önce pek çok sosyal değişim sürecinde yaptığı gibi bu olayların da sonuna hükmetme çabası içine girmiştir. Bu çabanın araçlarından biri de söz konusu iddiaları piyasaya sürerek psikolojik yönlendirme yapmaktır. Bazıları bilerek bazıları da farkında olmadan bu politikaya alet oluyor.
Fakat biz, -Allah’ın izniyle- ABD’nin artık olayların sonuna da hükmedemeyeceği kanaatindeyiz. Çünkü artık tehdit gücünü kaybeden ve global ekonomik kriz sebebiyle kendi iç dünyasında önemli açıklarla karşı karşıya kaldığından ekonomik imkânlarını siyasî baskı aracı olarak kullanmaktan aciz kalan ABD’nin bunu başarması inşallah mümkün olamayacak, özgürlük mücadelesi veren halklar dikta rejimlerine karşı zaferlerinin sonuçlarını da kendileri belirleyecekler.
Mısır, ABD, AB ve Siyonist işgal açısından kilit bir ülkedir. Bu ülkede şimdiye kadar halkın siyasi tercihinin serbestçe önünü açacak bir düzenlemeye fırsat verilmemesinin sebebi İslâmî hareketin iktidarının önünü açma korkusuydu. ABD, Mısır’da bugün yaşanan olayları önceden tahmin etseydi, Hüsnü Mübarek kontrolünde reformlarla yumuşak geçiş modeli uygulamayı tercih ederdi. Çünkü böylesine önemli konumda bir kilit ülkede sonucuna hükmedilmesi ihtimali yüksek model bu ihtimalin düşük olduğu modele her zaman tercih edilir.
’ABD isteseydi bu işi bitirirdi...’ türünden laflar artık içi boş tabulaştırmanın kuru laflarından ibaret kalmıştır. Silahın gücünü son raddesine kadar kullandığı Irak’ta yedi yıla yakın süren savaşında cephede aldığı sonuç tam bir yenilgidir. NATO’yu da arkasına almasına rağmen sekiz yıldan beri Afganistan’daki bağımsızlık savaşını bitirememiştir. Çok istemesine rağmen Siyonist işgali köşeye sıkıştıran Hizbullah’ı ve Hamas’ı bitirememiştir. Refik Hariri cinayetini Hizbullah’ın silahlı kanadını dağıtmak için kullanmak istemesine ve bunun için bir sürü iftira dosyası açmasına rağmen Lübnan’la ilgili hesaplarının bugün onun aleyhine döndüğünü açıkça görüyoruz. Sonuçta Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi Lübnan arenasında da, bitişe doğru giden Hizbullah’ın silahlı kanadı değil ABD’nin kirli siyasetidir.
Sonuç;
Bütün bunların nihayetinde şu gerçekleri öğretme ya da hatırlatma adına dillendirmeden edemeyeceğim. Hatırlayın, hani Cezayir’de, İslami Selamet Cephesi seçimleri kazandığında, ona iktidarı vermemek, normal sayılmış, Ürdün’de, "İslamcılar" iktidarı alır diye oyunun kuralları değiştirilmiş, Mısır’da, demokratik seçimler olursa halk "İslamcılar"ı iktidara getirir diye diktatör Hüsnü Mübarek 10 yıllarca korunmuştu. İslam ülkesi (?) Tunus’ta sokaklar bile kamusal alan sayılmış ve başörtüye yasak uygulanabilmişti. İnsanlar evlerinde bile Müslüman’ca yaşama tedirginliği içine sürüklenmişti. Fas’ta krallığın keyfi yönetimine, ’Batı ile ilişkiler’i iyi diye ses çıkarılmamıştı. En bilineni ise Filistin’de yapılan demokratik seçimleri büyük bir farkla kazanan Hamas görmezlikten gelinmişti. Özetle, Ortadoğu’da demokrasi isteniyordu ama halkın İslami kadroları iktidara getirmemesi şartıyla demokrasi aşığı ülkeler (?) buna razı geliyorlardı.
Bu büyük İslam coğrafyasında belirleyici rolleri olan küresel güçler, halkın örgütsüzlüğünü, siyasal bilinç zaafını, iletişim dünyasına yabancılığını, eline vur ekmeğini al niteliğindeki tepkisizliğini hep kendi siyasetlerini bölgeye dikte etmek için kullandılar. Yerine göre, en radikal biçimde zorbalık uygulayarak.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.