Özlenen Rehber Dergisi

116.Sayı

Ehl-i Beyt Sevgisinin Kurumsallaşmış Hâli: Nakîbu'l-eşraf

Mustafa ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 116. Sayı
Pek çok anlamı içeren ’nakîb’ kelimesi daha çok, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in soyundan gelen kişilerin işlerini görmek üzere kendi içlerinden tayin edilen memur anlamında kullanılmaktadır.
Efendimiz (s.a.v.)’in nesli, kızı Hz. Fatıma (r.anha) ve Hz. Ali (k.v.)’den devam etmiştir. Hz. Ali (k.v.)’nin, büyüğü Hz. Hasan (r.a.) ve küçüğü Hz. Hüseyin (r.a.) olan oğullarından gelen temiz ve pak nesil zamanımıza kadar ulaşmıştır. Birbirlerinden farklı olduğunu göstermek için, Hz. Hasan (r.a.)’dan gelen kola "şerif", Hz. Hüseyin (r.a)’den gelen kola ise "seyyid" denilmiştir. Gerek şerif olanlar ve gerekse de seyyid olanlar tarihin bütün zaman ve mekânlarında müminler tarafından hep saygı görmüşlerdir. (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü MEB yay. İstanbul 1983 ’Nakibü’l Eşraf’ maddesi )
Selçuklu ve Osmanlı dönemleri

Milletimiz asırlardır Efendimiz (s.a.v.)’e derin bir muhabbet beslemiş ona duyulan aşk toplumda büyük bir sevgi atmosferi oluşturmuştur. Öyle ki var olan bu sevgi sadece Efendimizin şahsıyla sınırlı kalmamış Ehl-i Beytine, yakınlarına ve ashabına yaşadığı yerlere ve kullandığı eşyalara kadar çok geniş bir alanda kendisini göstermiştir. Bu itibarla İslamiyet’in ilk dönemlerinden günümüze kadar Efendimiz (s.a.v.)’in ailesi ve soyunu ifade etmek üzere özel ad olarak kullanılan ’Ehl-i Beyt’ milletimizin gönlünde ayrı bir yere sahiptir.
Ehl-i Beyt neslinden gelen seyyid ve şeriflere Selçuklu ve Osmanlı devletleri tarafından icazet nameler verilerek onların toplum içerisinde gereken sevgi ve saygıyı görmeleri temin edilmiştir. Anadolu’da seyyitlik icazet namesi ilk olarak 734 yılında Kureyşan ocağına verilmiştir. Daha sonraları devletlerin bu konudaki tutum ve davranışlarına göre bazı kurum veya şahıslara da bu icazet nameler verilmeye devam edilmiştir. Selçuklular döneminde I. Alaaddin Keykubat Erzincan bölgesine gelerek orada yaşayan oymakların ileri gelenlerini bir araya toplamış aralarında İslam dinini en iyi bilenlerin tespit edilmesini istemiştir. Yapılan seçmede Ehl-i Beyt nesli olan seyyidler ilim ve ahlakları ile öne çıkmışlardır. Alaaddin Keykubat topluma dinin bu kişiler tarafından öğretilmesini emrederek onlara da Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz soyundan geldiklerine dair icazet nameler verilmesi gerektiğini söylemiştir. Yine Alaaddin Keykubat tarafından seyyidlik beratı olan her öğreticiye ’Hakk’ullah’ adı altında menkul ve gayrı menkuller verilmiştir. (Doç. Dr. Osman Eğri, Kültürümüzde Ehl-i Beyt sevgisi, Diyanet Aylık Dergisi, Mart 2005, sy. 171, s. 5–9 )
Nakibü’l-Eşraflık nasıl oluşturuldu?

Ehl-i Beyt mensubu olan bu muhterem insanlar toplum tarafından bu denli sevilmekle beraber tabii bir vakıadır ki devletlerin askeri siyasi hukuki ilmi içtimai vb. işlerinden dolayı bazen istemeyerekte olsa unutulma veya tam ilgilenilememe tehlikeleriyle karşı karşıya kalmışlardır. İşte gerek Müslüman Arap devletleri ve gerekse de Müslüman Türk devletleri, devlet idari çatıları arasında bu değerli şahsiyetleri unutmayacak, özellikle onların dini ve hayati işleriyle ilgilenecek bir kurumun olmasını arzu etmişlerdir. Bu durum Osmanlıda kendisini daha da bir hissettirmiştir. Osmanlıların Ehl-i Beyt ve ilim sahibi insanlara gösterdikleri ilgi ve saygıdan dolayı hemen hemen birçok bölge ve İslam beldesinden seyyid ve şerifler kendi memleketlerini bırakıp Osmanlı hâkimiyetindeki bölgelere hicret etmişlerdir. Osmanlılar Selef-i Salihin’in yolunu takip ederek Ehl-i Beyti risalet ağacının semeresi ve Efendimiz (s.a.v.)in ümmetine emaneti olarak kabul etmişlerdir. Bu çerçevede Osmanlılar çeşitli müesseseler, özel kanun ve uygulamalar ile Peygamber nesline tarihte eşine ender rastlanan bir muhabbet ve alakayı göstermişlerdir. İşte bu müesseselerin en başta geleni ’Nakibü’l-Eşraf’ müessesesidir.
’Nakîbül-Eşraf’ adı verilen kişiler, bu soydan gelenler arasından yine bu soydan olanların özel ve genel bütün işlerini takip etmek, aksaklıkları gidermek, sıkıntıları çözüme kavuşturmak ve bu insanlarla merkezi teşkilat arasında aracı olmak üzere seçilirlerdi. Nakîbü’l-Eşraflık makamı, gördüğü fonksiyonların şerefi itibariyle, en yüksek mertebelerden biri kabul edilir ve halifeden sonra protokolde yerini alırdı.
Seyyid ve şeriflerin işleriyle ilgilenmesi üzere, merkezi otorite tarafından görevlendirilen Nakibü’l-Eşraf’ların belli başlı görevleri şunlar idi:
1-) Seyyid ve şeriflerin doğum ve ölümlerini kaydetmek ve bu suretle Ehl-i Beyt silsilesinin tespit ve tescilini yapmak. Bu şekilde hem bu neslin bilinip tanınması sağlanıyor hem de bu nesilden olmadığı hâlde kendini seyyid ve şerif olarak tanıtan sahtekârların ve art niyetlilerin ortaya çıkması da önleniyordu. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme emirleri, sayfa 9-11, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1984; Murat Sarıcık Kavram ve Misyon olarak Ehl-i Beyt, s. 191, Nesil yay. İstanbul 1997)
2-) Seyyid ve şeriflerin mensup oldukları nesebe uygun bir tarzda İslam edebine yakışır bir şekilde yaşamalarını temine çalışmak ve bu hususta gerekli tedbirleri almak, böylece o pak neslin saygınlığını muhafaza etmek. Onların manevi nüfuz ve itibarlarını zaafa uğratacak hâl ve hareketlerden korumak için gerekli tedbirleri almak. (Şeyh Muhammed Sabban, İs’afur Rağıbin (Nuru’l-ebsar Hamişi) Diyarbakır, 1987 s. 122, Sarıcık, age. s. 191)
3-) Seyyid ve şerifleri neseplerinin üstünlüğü ile bağdaşmayan uygunsuz kazanç yollarına düşmekten alıkoymak, kendilerinin hakir görülecekleri, haklarının zayi edileceği iş ve iş yerlerinde çalışmalarını engellemek ve durumlarına uygun kazanç yolları temin etmek.
4-) Seyyid ve şeriflerin günah işlemelerine engel olmak ve şer’î hudutlar içerisinde kalmaları için gerekli tedbirleri almak.
5-) Fey ve ganimetlerden Ehl-i Beyt mensuplarına ayrılan hisseleri hak sahiplerine dağıtmak. (Pakalın a.g.e. s 647)
6-) Seyyid ve şerifler içerisinde suç işleyenlere suçu işleyen Nakibü’l-Eşraf’ın oturduğu yerde ise cezalarını bizzat değilse kaymakamları aracılığıyla vermek.
7-) Seyyid ve şerif olan kadınların kendi dengi olmayan avam ile evlenmelerine engel olup uygun bir eş bulmada yardımcı olmak.
8-) Seyyid ya da şerif oldukları kesinleşenlere ’Siyadet hücceti’ (Seyyidlik beratı) vermek. Bu sayede seyyid olanlar ile olmayanları resmen ayırt etmek.
Bunların yanında kendi neseplerine uygun iş bulamayan seyyid ve şeriflere maaş bağlatmakta Nakibü’l-Eşraf’ın görevlerinden idi. Devletin Ehl-i Beyt neslinden olanları maaşa bağlamasının en belirgin hikmeti kendilerine haram olan zekâtı almalarını önlemektir.
Türklerde Ehl-i Beyt sevgisi
Ehl-i beyt sevgisi Türklerin İslamiyet’i kabul ettiklerinin ilk yıllarından beri milletimiz içerisinde kendisini en fazla hissettiren bir konu olmuştur. Bilhassa bu sevginin yayılmasında Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz ve Ehl-i Beytinin Kerbela’da uğradığı zulüm çok etkili olmuştur. Bunun yanında yine Kerbela hadisesinden sonra Ehl-i Beyt mensubu olan ya da Ehl-i Beyte gönül veren insanların dini yayma faaliyetlerini Türklerin de içinde bulunduğu orta Asya’ya taşımaları, dürüst, güvenilir ve güzel ahlak ile bu bölgelerde yapmaları da yine en önemli etken olmuştur. Milletimizin gönlünde var olan bu sevgi Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu dönemlerinde gelişimini devam ettirmiş ve nihayet Osmanlı döneminde milletimiz adına en zirve denilebilecek yere çıkmıştır. Osmanlılar, Efendimiz (s.a.v.)’in temiz nesline olan bu sevgiyi sadece sözde bırakmamışlardır. Onlar seyyid ve şerifleri daha farklı ve daha özel sevmişlerdir. Osmanlı toplumunda seyyid ve şerifler fark edilebilmeleri için başlarında yeşil sarık ile dolaşırlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) soyundan gelen hanımlar da başlarına kendilerinin diğer kadınlardan ayırt edilmeleri için yeşil bir alamet (tülbent sarık vb.) takıyorlardı. Şerif ve seyyidler her zaman ve her yerde yeşil sarıkla gezmeye mecburdu. Çünkü bu, onların bu kutlu soydan geldiklerinin göstergesi idi. Bunun bir de insanların onlara karşı edep ve saygıda kusur etmemeleri için gerekli olduğu da yerinde bir tespit olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan biri şeyhülislâm olacak olursa o zaman şeyhülislâmlara mahsus beyaz sarık sarar seyyid veya şerif olduğunun alameti olan yeşil sarığı ancak o zaman çıkartırlardı. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, sayfa 163, Türk Tarih Kurumu yay. Ankara 1984,)
Nakibü’l-Eşraflık ne zaman kuruldu
Osmanlı Devletinde Nakîbü’l-Eşraflık makamı, Ramazan 802/Mayıs 1400’de Sultan Yıldırım Bayezid döneminde tesis edilmiştir. İlk olarak Emir (Seyyid) Buhari talebelerinden Bağdatlı Seyyid Ali Nita b. Muhammed, Anadolu’daki seyyid ve şeriflere nazır tayin edilerek, kendisine aynı padişah tarafından Bursa’da yaptırılmış olan Ebu İshak Kâzerûnî Zaviyesi’nin tevliyeti verilmiştir. (Nevîzâde Atâî, Hadâiku’l-Hakâik, İstanbul 1268, s. 176; H. Adnan Erzi, "Bursa’da İshakî Dervişlerine Mahsus Zaviyenin Vakfiyesi ", Vakıflar Dergisi, II, 424) Osmanlı ordusu ile Timur’un ordusu arasında yapılan Ankara Savaşı’na katılan Nakibü’l-Eşraf Seyyid Ali Nita b Muhammed bu savaş esnasında Timur’un ordusu tarafından esir edildi. Esir edilen Seyyîd Nita’, kısa bir süre sonra serbest bırakılmış ve kutsal topraklara gidip haccını eda ettikten sonra II. Murad zamanında Bursa’ya tekrar gelerek eski görevine dönmüştür. Vefatından sonra oğlu Seyyid Zeynelabidin, seyyid ve şeriflere nazır olmuştur. Zeynelabidin’in ölümünden sonra Fatih Sultan Mehmet, bazı gerekçelerle bu makamı ortadan kaldırmışsa da, sonraları seyyidlik iddiasında bulunan bazı kişiler türediği için, bu konu tekrar ele alınarak Nakibü’l-Eşraf’lık mevzusunda bazı yeni düzenlemelere gidilmiştir. (Mefail Hızlı, Nakibü’l-Eşraf, Şamil İslam Ansiklopedisi, VI, 133–134)
Nakîbü’l-Eşraflık makamı, Osmanlı saltanatının ilgasına kadar devam etmiştir.
Nakîbü’l-Eşrafların, Osmanlıların ilk dönemlerinde devletçe ödenen yevmiyeleri yirmi beş akçe iken, daha sonra artarak XVI. asrın sonlarında günde yetmiş beş akçeye yükselmiş ve bu rakam sonraki dönemlerde giderek artmıştır. Maaşlarında meydana gelen bu iyileşme Osmanlıda o makama verilen değeri bariz bir şekilde ortaya koymaktadır.
Nakîbü’l-Eşraflar, kadılar gibi belirli bir süre için atanmadıklarından uzun seneler bu makamda kalır, gerekli görülürse değiştirilirlerdi. Değişiklikler genelde mevcut Nakibü’l-Eşraf’ın vefat etmesiyle gerçekleşirdi. Çok fazla olmasa da vefat etmeden de mevcut Nakibü’l-Eşrafın görevine son verilebilirdi. (Uzunçarşılı, a.g.e., s. 166-167). Nakîbü’l-Eşrafların, kendi konaklarında özel ve resmi işlerini gördükleri daireleri ve maiyetlerinde hizmet eden adamları vardı. Daha çok ülke başkentinde ikamet eden Nakîbü’l-Eşraflar, eyalet, sancak ve kazalarda, yine seyyid ve şeriflerden olan kaymakamları aracılığıyla ülkedeki bütün seyyid ve şeriflerin isimlerini içeren defterler tutarlardı. "Şecere-i Tayyibe" adı verilen bu defterlerde her seyyid veya şerifin ismi, hüviyeti, silsilesi, evladı, ahvali ve ikametgâhına dair bilgiler bulunurdu. İslâm âleminde seyyid ve şeriflere gösterilen bu ilgi asıl olarak o temiz neslin aynı safiyet ve temizlikte muhafaza edilebilmesi içindi. Toplumun bütün fert ve unsurlarının seyyid ve şeriflere gösterdiği bu ilgi ve sevgiden dolayı tarihte birçok kimse bunu istismar edip kendisinin seyyid olduğunu (müteseyyid) iddia eder oldu. Her yer ve zamanda görülmesi mümkün olan bu ve benzeri iddiaların önünü alabilmek, gerçek seyyid ile müteseyyid (seyyid olmadığı halde seyyidlik taslayan)leri birbirinden ayırmak için hemen her İslam devletinde bilhassa Osmanlıda bu işe daha çok önem veriliyordu. Bunun için de yeni doğan her seyyidin nesep defterinin tutulması, isminin kaydedilmesi ve anne ile babasının da bu defterde yer alması gerektiği düşünülüyor ve bu uygulanıyordu. İfade ettiğimiz gibi Osmanlı devletinde bu iş biraz daha sıkı kontrol ediliyordu. Yeni doğan seyyid ve şerifler deftere kaydedildikleri gibi ellerine de "temessük" adı verilen tanıtıcı bir belge (hüviyet cüzdanı) veriliyordu.
Bunların yanında Seyyid ve şeriflerin kanun ve âdetlere aykırı hareketleri olursa ve bu suç teşkil edecek unsuru işleyen eğer İstanbul’da ise Nakîbü’l-Eşraf, taşralarda ise kaymakamları tarafından cezaya çarptırılırdı. Cezalandırma sırasında, önce başındaki yeşil sarık hürmete binaen alınarak öpülür, cezai işlem uygulanır ve ceza işlemi bittikten sonra başlık tekrar iade edilirdi. Öte yandan mahkemelerde ve divanlarda, davacılar arasında seyyid ve şerifler varsa, bunların davalarına diğerlerinden önce bakılırdı bu bir ayrıcalık olmasına rağmen toplumda hiç kimse buna karşı çıkmaz severek ve isteyerek kendi sırasını verirdi. (Uzunçarşılı, a.g.e. s. 167–169)
Sonuç olarak şunları söyleye biliriz ki Ehl-i Beyt bizi biz yapan ve bizi bir arada tutan en önemli unsurdur. Belki bizler bugün bunun pek farkında değiliz. Ama Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sonra başlayıp çok yakın tarihimize kadar bütün devlet ve milletler işte bu bağlayıcı unsurun farkına vardıkları ölçüde varlıklarını devam ettirebilmişlerdir.
İslam’a gönül veren her insan Allah’ı Allah Rasulü (s.a.v.) Efendimizi ve ikisinin sevdiği bütün her şeyi sevmişlerdir. İşte bu sevgilerden birisi olan Ehl-i Beyt ve işte sevginin devlet eliyle kurumsallaşmış hali Nakibü’l Eşraf.

Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.