Özlenen Rehber Dergisi

161.Sayı

Mesnevî'den Yola Çıkarak 'Hataların Farkına Varmak'

Mustafa ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 161. Sayı
Dört Hintli Müslüman namaz için bir mescide girdiler. Her biri niyet etti, tekbir getirdi. İbadet etmek için rükûa vardılar, secde ettiler. Kendi noksanlarının, hatalarının idraki içinde, ihlâs ile candan yakararak namaza başladılar.
Bu sırada mescidin müezzini geldi. Namaz kılan Hintlilerden biri, kendisinin namazda olduğunu unutarak:
- ’Ey müezzin!’ dedi, ’Ezanı okudun mu? Yoksa daha vakit var mı?’
Öbür Hintli namaz içinde olduğu halde:
- Sus be kardeşim; söz söyledin namazın bozuldu, diye söylendi.
Üçüncü Hintli ikincisine:
- Be kardeşim, ona ne kusur buluyorsun? Sen de namazda söz söyledin, sen kendine bak, sen öğüdü kendine ver, dedi.
Dördüncüsü de:
- Allah’a hamdolsun ki, üçünüz gibi ben kuyuya düşmedim, yani ben de sizin gibi namazda konuşarak namazımı bozmadım, dedi.
Böylece dördünün de namazı bozuldu. Şunun bunun hatasını, ayıbını görüp söyleyenler, ayıplı kusurlu kişilerden daha çok hatalara düşerler, yol kaybeder sapıklığa düşerler. Bir kimse birisinin ayıbını kusurunu görüp söylese o kusuru kendisi satın almış olur.1

Mesnevî…
Mesnevîsinde Hz. Pir Mevlana Celaleddin-i Rûmî (k.s.) Hazretleri böyle bir hikâye anlatır. Meselenin aslına geçmeden evvel Mesnevî hakkında birkaç bilgi vermek usul açısından faydalı olur kanaatindeyim.
Mesnevî, Hazret’in bizzat, sadık müridi Hüsameddin Çelebi Hazretlerine irticalen yazdırdığı, ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve hikmetli sözlerin yer aldığı mana yüklü bir başucu eseridir. Yazımı esnasında bazen Hz. Pir ile Hüsameddin Çelebi’nin sabahlara kadar uykusuz kaldıkları, açlığa ve susuzluğu katlandıkları rivayet olunur. İçerisinde deruni ilimler barındıran bu nadide eser tarihin her devrinde aşkı ve maşuku arayan gönüllerce el üstünde tutulmuş, her dem müracaat edilen hikmet ve mana pınarı olmuştur.
Mesnevî şiir kitabı olmadığı gibi Hz. Pir Mevlana (k.s.) da şair değildir. Bugün edebiyat dünyamızın şiir ve şair tanımlamasında yer verilen bütün özellikler hem eserde ve hem de müellifte bulunduğu için birileri böyle nitelendirmelerde bulunmuş olabilirler. Ama gönül gözü açık olan nice Hak eri bilir ve bildirir ki; Hz. Mevlana (k.s.) aşk eridir, hak dostudur, Rasul sevdalısı kâmil bir velidir, mütehassıs bir kalp tabibi, gerçek bir mürşid-i kâmildir.
Mesnevî, yapısı itibarı ile Kur’ân-ı Kerim ayetlerini ve Efendimizin (s.a.v.) sözlerini, bunun yanında İslamî erdemleri, hakikat ve hikmetleri özlü vecizeler şeklinde bazen de hikâye ile somutlaştırarak insanlığa takdim eden şahane yapıtlardandır. Üstadın yaşadığı çağlardan günümüze gelinceye kadar her asırda ilgi görmüş, severek okunmuş ve onlarca dile tercüme edilmiş bir hakikat kitabıdır, hak çığlığıdır, menzile yol çizen rehber, dimağlara yörünge tayin eden kandildir.

Hikâyeden devamla…
Hikâyeden devam ederek gidelim. Hz. Mevlana (k.s.) nın buyurduğu ve bizim de yukarıda zikrettiğimiz bu beyitlerden anlaşıldığı üzere namaza duran bu Hintli Müslümanlar hepten cahil insanlar değiller. Kendi noksanlarının, eksikliklerinin farkında olarak namaza duruyorlar. Namaz konusunda da fıkhî manada bilgileri var. Bunu şuradan anlıyoruz ki; namazda konuşan kişiye konuşmasından ötürü namazının bozulduğu ikazında bulabiliyorlar. Bu bir –dar manada da olsa- kemal işaretidir. Bu sığ manada kemal alametleri üzerlerinde olmasına rağmen her biri namazda birbirlerinin hatasını görüp, kendisinin düşmediğini düşündüğü o hataya konuşarak düşüyorlar ki işte gerek hikâyenin mahiyeti ve gerekse de bizim makalemizin temelini bu algı/anlayış oluşturuyor.

Aslında namaz…
Burada meseleyi detaylandırmak adına mevzuu biraz daha farklı boyuta taşıyalım. Mesela şöyle ufkumuzu geniş tutalım. Namaz sadece camide veya evlerimizde seccade üzerinde kıldığımız beş vakitten mi ibaret. Ya da şöyle diyelim, namaz sadece belirli şekilsel hareketler mi? Bir ruhu, derunu, çekirdeği, temel dinamiği yok mu?
Bakınız Divân-ı Kebîr’de ne buyurmuştur Hz. Mevlana (k.s.):
Her zerrede, her şeyde kâinatı yaratan Allah’ın kudret ve kuvvetini görenler ve O’nun ilahi güzelliğini kendilerine mihrap edinenler için yüz çeşit namaz, yüz çeşit rükû, yüz çeşit de secde vardır.
Namaza kılan insan; Allah’ı yüceltmiş, O’nun huzurunda divan durmuş, O’nun kelamından okumuş, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmiş, O’nu övmüş, nimetlerine şükretmiş, O’nun huzurunda eğilmiş, saygısını ifade etmiş, O’nu anmış, O’na dua ve niyazda bulunmuş, itaat edip kulluk etmiş olmaz mı?

İnce bir nükte…
Namazda insan kendini Allah’ın huzurunda, O’nun divanına çıkmış olarak kabul eder değil mi? Tamam, çok güzel. Diyelim ki namazı tamamladık, selam verdik, seccadeyi topladık. Artık Allah’ın huzurunda değil miyiz?
Onun içindir ki Hz. Mevlana (k.s.):
’Benim tekkem âlem, medresem dünya!’ diye buyurmuştur.

Asıl olan…
Gerçekte insanın evde, sokakta, işte, hayatın her anında ve her alanında, Allah’ın huzurunda olduğunu, O’nun kendisini her daim görüp gözetlediğini, O’nun kendisine şah damarından daha yakın olduğunu unutmaması gerekmektedir.
Hikâyede sözü edilen dört kişi aslında hayatın içindeyken birilerinin eksiğini kusurunu görmüş bunu söyleyince kendisi de aynı hataya düşmüştür. Dikkat ederseniz dördüncüsünde sadece şükür vardır. O sadece şükrediyor ’Yâ Rabbi, çok şükür ben konuşmadım, onlar gibi olmadım, onların gafilane daldıkları hataya ben dalmadım’ diyor. Onun bu şükrü dahi namazının bozulmasına neden oluyor.

Bir hata gördüğümüzde…
Buraya kadar her şey güzel. Şöyle bir soru akla gelebilir: birinin hatasını gördük, ne yapalım, söylemeyelim de o hatayı yapmaya devam mı etsin?
Elbette söyleyeceğiz; elbette o yanlışı düzeltmek için bir gayretimiz, bir çabamız olacak. Biz bu noktada Efendimiz (s.a.v.)’in şu buyruğunu kendimize referans alacağız: ’Sizden her kim bir münker (aklın ve şeriatın kötü saydığı bir şey) görürse, derhal onu eliyle değiştirsin. Şayet (buna) gücü yetmezse o halde diliyle (değiştirsin.) Şayet (buna da) gücü yetmezse o takdirde kalbiyle (buğz ederek değiştirsin). Bu ise imanın en zayıfıdır.’2
Ama burada gözden kaçırmayacağımız nokta şurası: bir noksanı, eksiği, hatayı sadece söylemek yetmez. Peki, ne yapmak lazım? Öncelikle; o hatanın bizde de olup olmadığını kontrol edip varsa izalesi yoluna gitmek en birincil husustur. Daha sonrasında ise, Müslüman kardeşimizi kırmadan, incitip yıkmadan, uygun zaman ve zeminde, uygun lisan ile söylemek gerekir ki, bugünün dünyasında belki de başaramayıp ikili ilişkilerimizin yara almasına neden olan temel arıza bu olsa gerek.

Hoşgörü ama nasıl?
Hz. Mevlana (k.s.), ’Zalimleri affetmek mazlumlara zulmetmektir.’ buyurmuş. Hoş görünün de bir perspektifi, bir sınırı, bir adap ve erkânı vardır. Allah’ın hoş görmediğini, Peygamber’in kabul etmediğini kul ne hakla hoş görür kabul eder?
Kişi kendi nefsine ağır geleni affetmek, hoş görmekle mükellef olabilir ama sorun toplumsal ise; herkesi ilgilendiriyorsa durum başkadır.
Birinde yanlış, hata gördüğümüz zaman maksat onları ayıplamamak, küçümsememek, aşağılamamak, onu rencide edecek şekilde hatasını yüzüne vurmamak veya sağda solda dedikodusunu yapmamaktır. Hz. Mevlana (k.s.)’nun anlattığı üzere, abdest almayı bilmeyen bir kişiye Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin (r.a.) Efendilerimizin abdest almayı göstermesi bizler için ne güzel bir örnektir. Şöyle ki:
Hasan’la Hüseyin, çocukken birinin yanlış abdest aldığını gördüler; adamın abdesti şeriata sığmıyordu. Ona en güzel şekilde abdest almayı öğretmek istediler. Adamın yanına gittiler. Biri:
- Bu, bana yanlış abdest alıyorsun diyor. İkimiz de huzurunda abdest alalım; bak, bakalım; ikimizden hangimizin abdesti şeriata uygun, dedi.
İkisi de adamın yanında abdest aldılar. Adam da; ’Çocuklar, sizin abdestiniz şeriata tam uygun, doğru, güzel; bu yoksulun abdesti yanlışmış.’ diyerek kendi yanlışının farkına varır ve düzeltme imkânı bulur.3
Elbette insani bir vasıfla onu kırmadan, incitmeden en zarif bir biçimde yanlışını düzeltmeye çalışmamız en büyük görevimizdir. En güzeli de, dil ile değil hâl ile yol göstermektir. Bir mutasavvıf; ’Gül yağı satıyorsan pazarcı gibi bağırmana gerek yok, bir parça sür, o gül kokusuna insanların kendisi gelir, bu ne hoş bir koku diye kendileri talip olurlar o kokuya’ derdi. Maksat gül yağını başkalarına satmaya çalışmadan önce biraz kendimizin de gül kokması.

Hatayı kendinde ara
Her insanın manevi birçok hastalıkları var. Klişe bir söz belki ama elhak doğrudur: ’Hatasız kul olmaz.’ Hata, noksan kulluğun temel vasfıdır. Gel gelelim birçoğumuz yaşadığımız hayatın çeşitli anlarında karşılaştığımız olumsuzluklar neticesinde meydana gelen eksikliği kendi üzerimize almayız. İnsanın fıtri bir özelliği olsa gerek, hatayı daima başkalarına yükler, üzerine hiç toz kondurmaz. Allah için sormak lazım, gerçekte öyle midir? Şöyle bir söz vardır: ’Kendine karşı savcı, başkasına karşı avukat ol.’ Yani devamlı kendini sorgula, başkalarını savun, görmezden gel, toleranslı ol. Kendi kusurlarını görmek, kendini ayıplamak o ayıbı iyileştirmenin merhemi ve ilacıdır.
Sonra şöyle bakmak lazım meselelere: Bir müminde gördüğün ayıp ve kusur sende yok ise kendinden emin olma, kendine fazla güvenme! Olabilir ki; o ayıbı sen de bir gün işleyebilirsin; senin de o ayıbın, kınadığın adam gibi halk için de yayılır, etrafta duyulur. Bu mevzuda Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.): ’Her kim (mümin) kardeşini bir günahtan dolayı ayıplarsa, onu işlemeden ölmez.’4 buyuruyor.

Mesnevî’den bakış…
Şeytan yıllarca iyi bir adla ömür sürdü. ’Azâzil’ diye melekler arasında aziz ve muhterem tutuldu. Sonra rezil ve rüsva oldu. Bak da gör ibret al, adı ne idi, şimdi ne oldu.
Hz. Mevlana (k.s.)’nın insanları hoş görmesi, onları hiçbir ayrım yapmadan sevmesi, saygı duyması, birilerinin iddia ettiği gibi asla içi boş bir hümanistlik değildir. O, eksiksiz kusursuz olarak sadece Cenâb-ı Allah’ı görüp yaratılmışı Yaratan’dan ötürü severek yüksek bir hoş görüyle tüm evreni kucaklamıştır.
’Bu âleme aşk dağıtılırken onda dokuzu bana, geriye kalan biri de gelmiş gelecek tüm âşıklara dağıtıldı’ diyen Hz. Mevlana (k.s.); böylesine büyük bir ilahî aşk, tüm insanlık âlemini kapsayan evrensel sevgisi nedeniyle, sekiz yüz yıldır çeşitli din ve düşünceden her toplum tarafından kendi idrakleri ölçüsünde anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışılmıştır.
İnsanda ayıp, kusur ve eksikten başka hiçbir şey görmeyene binlerce defa ayıplar olsun. Gayb âleminden gelen tertemiz ruh; nasıl olur da aynı yerden gelen kardeşlerinde ayıp, kusur, eksik görür. Ayıp, kusur, hiçbir şey bilmeyene karşı ayıp ve kusur olarak görünür. Fakat senin ayıp ve kusur olarak gördüğün bazı şeyler var ki onlar, Cenâb-ı Hakk’ın yanında ayıp ve kusur değildir. Bizlere göre kâfirlik belki afettir ama Cenâb-ı Hakk’ın yanında mutlaka onun da bir hikmeti, bir sırrı vardır. Hiç kimseye kâfir deme, hiç kimseyi inancından dolayı küçümseme çünkü bir insanın son nefesini nasıl vereceğini sen bilemezsin.
Allah bir insana kendi eksik ve kusurlarını gören göz nasip ederse; başkalarında eksik ve kusur gören gözü de artık görmez olur. Cenâb-ı Allah ’Settâru’l-Uyûb’dur, kimsenin ayıp ve kusurunu asla ortaya dökmez. Ta ki o kişi başkalarının ayıp ve kusurunu ortaya dökmedikçe. Allah birisinin perdesini yırtıp ayıp ve kusurlarını ortaya dökmek, insanlar arasında zelil etmek isterse o kişinin başkalarını kınamasına, ayıplamasına müsaade eder, ona bu fırsatı verir. Fakat Cenâb-ı Allah bir kimsenin de; ayıp ve kusurlarını örtmek, onun günahlarını affetmek isterse, o kişi ayıplara, günahlara bulaşmış insanların dahi ayıp ve günahlarını artık göremez olur. Eğer ki sen insanların ayıplarını gören iki gözünü kapatırsan ancak o zaman öteki âlemi gören mana gözün açılır; yoksa hep kör olarak yaşar, öteki âleme de kör olarak gidersin.’5

Hâsılı…
Hata insan içindir. İnsan hata yapacak ki tevbe etsin, Rabbine yönelsin. Ellerini açıp acziyetinin farkına varsın. Bizler diğer insanlarla birlikte dünyada yaşıyoruz. Hayat her an bizden ya da başkalarından kaynaklı onlarca hatayı gün yüzüne çıkartıyor. İnsanın yaratılış özelliklerinden birisi de hatalarda kendi dahlini fark edememesi, kendi hatalarının farkına varamamasıdır. Bunun yanında kendi hatalarımızı görmediğimiz gibi başkalarının hatalarını ise hiç es geçmiyor, anında fark edip dillendiriyoruz. İşte bu noktada asıl olması gereken, meydana gelen hadiselerde önce hatayı kendimizde aramak, sonrasında ise başkalarının hatasını yüzlerine vurmak yerine Müslüman tavrı ve vakarı ile olaya müdahil olmaktır.
Kendi yaptığımız ve olağan gördüğümüz şeyler başkaları tarafından yapıldığında ani ve çok farklı refleksler vermemiz bu konudaki cehaletimizi çok net ortaya koymaktadır.
Kuşkusuz burada birçok usul ve metot vardır. Özetle söylemek gerekirse:
1- Olayın farkına varmak
2- Kimseyi rencide etmemek
3- Allah rızasını esas almak
4- Yapıcı ve onarıcı olmak
az ama öz olarak bize yeter diye düşünüyorum.

(Endnotes)
1 Mevlânâ, Mesnevî, c. II, s. 232-233.
2 Müslim, Îmân, 20.
3 Mevlana, Fihi ma Fih, Çev.: Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılap Yay., İstanbul 2008, s. 135; Prof. Dr. Abdülaziz Hatip, Mevlana’nın Gözüyle Âşıkların Namazı, Semerkand Yay., İstanbul 2011.
4 Tirmizî, ’Sıfatu’l-Kıyâme Ve’r-Rakâik Ve’l-Vera’, 35/53, h.no:2505, s. 564.
5 Mesnevî, Terc.: Şefik Can, Ötüken Neşriyat, (3. Baskı), İstanbul 2001, c. I, No: 1995.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.