Söze Allah’ın adıyla başlar ve Rabbimden vatanımıza, milletimize hiçbir zaman zeval vermemesini niyaz ederim.
Temmuz ayında ülkemizin yaşadığı sancılı günler gösterdi ki; Müslüman, dünyada her daim gariptir, her daim yalnızdır. Yüzyıllar boyunca İslam’a kılıçla, savaşla diş geçiremeyen zalimler, içten hainliklerle bu nuru söndürmeye gayret etmişler, İslam üzerinde türlü oyunlar oynanmışlardır. Yaklaşık on asırdır oynanan bütün oyunların merkezi de içerisinde yaşadığımız coğrafyadır. Selçuklulardan buyana Saadettin Köpekler, Patrona Halil’ler, Hopa Kadılar ve niceleri… Bunlardan bazıları zamanlarında bastırılmış fakat bazıları da sinsice devlete nüfuz edip içten çökertmiştir. En büyük darbeyi de bu ikinci grup olan, uzun süre kendilerini gizleyip yıllar sonra başkaldıranlar vurmuştur.
15 Temmuz’da yaşadığımız menfur olayın failleri de yıllarca İslam’ı, Allah kelamını kendilerine alet ederek, ümmetin saf manevi değerleriyle oynamış, daha sonra da o değer ve duygularıyla oynadığı o canlara gözünü bile kırpmadan haince kastetmiştir. Türkiye’ye bile gelmeden kendisine tabi olanları, başkalarına karşı silah gibi kullanan bu ’çürümüş kukla’ dünya üzerinde karışıklığa uğramamış son bir avuç toprağı ve ümmeti de kana bulamaya kalkmıştır. Şu anda bu analizleri rahatça yapma fırsatını bizlere bahşeden ve zalime fırsat vermeyen Rabbimize, rahmeti adedince şükrediyoruz ve bu noktada Reis-i Cumhurumuzun da bu grubu benzettiği ve hiç de yabana atılmayacak kadar önemli bir yapıyı incelemekte fayda görüyoruz. Hassan Sabbâh ve Haşîşiler…
Hakkında ciltler dolusu bilgilerin elimize ulaştığı bu fitnekâr adamı tanıdıkça, günümüzdeki bu örgütle ne kadar benzerlik taşıdığına hayretle şahitlik edeceğinize eminim. Kendisinin kitaplar yazdığı… Hiçbir zaman öne çıkmayıp sürekli ortalığı karıştırdığı… Fedailerini basamak basamak gruplandırdığı… Kendisine zıt düşen hükümdarları ortadan kaldırdığı… ve daha bir çok husus, harfiyen ’fetö’ terör örgütünün benzeridir. Hayatından kısaltarak önemli saydığımız yerlerini ele aldığımız bu adamı en geniş şekilde okuyup ne tür bir fitne ile imtihan olduğumuzu, nasıl bir beladan kurtulduğumuzu iyi anlamanızı tüm okuyucularımıza da tavsiye ederim.
Aslında İran’daki Şîa mezhebinin İmâmiyye koluna mensup olan Hasan Sabbâh, h.435/438 yılında İran’ın Kûm şehrinde dünyaya gelmiştir.1 Asıl adı Hasen b. Ali b. Muhammed b. Ca’fer b. Hüseyn b. Muhammed b. es-Sabbâh el-Himyerî er-Razî’dir. (h.518) Kendisinin ele aldığı ve kendi hayatını anlattığı ’sergüzeşt-i seyyidinâ’ adlı kitabında kendi soyundan ve hayatından genişçe bahsetmiştir. Önceleri Rey şehrinde kalan Hasan Sabbâh burada çeşitli ilimlerle meşgul oldu. Öyle ki; daha sonra suikast ile öldürteceği dönemin meşhur Nizâmü’l-Mülk’ün de ilim halkasındaki arkadaşlarındandı.
Aslında mezhep olarak, Rey şehrinde ata inancı olan Şîa’nın İmâmiyye kolundan devam eden Sabbâh, daha sonraları hocalarının telkinleri ve devlet baskısı ile Mısır’a gider (kaçar) ve orada Şîa’nın İsmâiliyye koluna müntesip olur. İsmâiliyye veya Bâtıniyye diye adlandırılan bu mezhebe girmesiyle, Hasan Sabbâh’ın bambaşka bir kimyaya bürünmesi bir olur. Bu fırka, içerisindeki çok tehlikeli fiiliyatları ve öğretileri ile Hasan Sabbâh’ı etkisi altına almakla da kalmamış, tarihin en zalim insanlarından biri haline getirmiştir. Onun bu sürecini İbnu’l-Esîr ’el-Kâmil’inde şöyle zikreder: ’Bu taifenin ilk reisi Hasan Sabbâh hendese, hesap, ahkâm-ı nücûm ve sihir ilimlerini iyi bilirdi. Selçûkiler’den Alparslan zamanında Nizâmü’l-Mülk’e intisap etti. Önceleri dininde ve ibadetinde görünüyordu. Ancak, Nizâmü’l-Mülk’ün damadı Ebû Müslim, Hasan Sabbâh’ın gidişatını beğenmiyor, bu herifin ilerde dünyaya bela olacağını haber veriyordu. Nihayet Hasan’ı öldürmeye kalkıştı ve Hasan kaçtı. İsmâiliyye mezhebini de bu kaçışında tanıştığı Abdü’l-Melik namındaki hocasından öğrendi.’2
Bir müddet avare bir halde dolaşan Sabbâh, Mısır’a varır. Burada zamanın meliki Muntasır’ın izzet ve ikramlarıyla karşılaşan Sabbâh, burada İsmâiliyye fırkasının öğretilerini benimseyip iyice öğrenir. Bundan sonra Diyarbakır, Mısır, Şam ve Anadolu’yu gezerek görüşlerini insanlara sürekli anlatarak, kendisine yakın olanların akıllarına girer ve kendisine o arkadaşları zamanla fedai eder.
Bu geziler sırasında Alamut Kalesine rast gelen Sabbâh, bu kalenin sağlamlığını görünce, emellerine burada ulaşabileceğini düşünerek kaleyi alma hesaplarına girdi. Bunun için önce halkı Alamut Kalesi valisine karşı kışkırttı.3 Bununla beraber kalenin valisiyle de arasını kurdu. Vali onun zühdüne kapılıp emirlerini yerine getirmeye başlayınca Sabbâh bir gün aniden halk ile beraber valiyi kaleden çıkartıp yönetime el koydu. Bunu haber alan Nizâmü’l-Mülk, bu hareketi bastırmak için asker gönderse de bunu başaramadı ve daha sonra da Sabbâh’ın gönderdiği bir fedai tarafından suikastla öldürüldü.4
Alamut Kalesinden faaliyetlerine başlayan Sabbâh, muhkem yerlerdeki birkaç kaleyi de alarak, kendi kanun ve emirlerini yaşatmaya başlar. Bu faaliyetler çerçevesinde, her hükümdara gizli elçiler göndererek kendi hareketine desteğe davet eder. Hükümdar kabul etmezse vezirine, o da kabul etmezse yönetimdeki nüfus sahibi insanlara göndermek suretiyle hareketini kısa sürede her tarafa duyurdu. Buradaki yegâne taktiği ise; kendisi asla halka görünmez ve Kur’an ayetlerinin zahiri ile amel etmeyerek, ’batınında maksat aslında şudur’ gibi fikirlerle bir nevi hareketine Kur’an’ı da alet ediyordu.
Zamanla yetiştirip gönderdiği fedaileri her vilayette yuvalanmaya başlar. Fedailerin inançlarına göre, Sabbâh’ın emri Allah emri gibidir. Bu uğurda ölürlerse cennette köşkler kendileri için hazırdır. Bu emirler karşısında babaları anneleri bile olsa feda edebilecek kadar sapıklaştılar. Bu fedailer her devlet ricalinin en yakınına yuvalandılar. Kendi emirleri doğrultusunda hareket edene yönetim izni verip, kendilerine ihtilaf edenleri ise bir yolunu bularak, suikastla ile ortadan kaldırdılar.
Kurduğu Örgütün Yapısı
Hasan Sabbâh’ın kendi yakın kadrosu da vardı ve bunlar pek mühimdi. Bu kadronun başı ve ulaşılmaz mertebede olanı Hasan Sabbâh’tı. O içinde bulunduğu zamanın en yücesi idi. Kendisine ’Şeyhu’l-Cebel’ denilirdi.
İkinci kısımda kendisinden sonraki üç kişilik bir yapılanması vardı. Bu üç kişi kendisinin en çok güvendiği kişilerdi. Bu ikinci mertebedeki üç kişiye ise ’ed-Dâi’l-Kebîr’ denirdi. Bunlardan birisi daima Sabbâh’ın yanında vezirlik yapar hiç ayrılmazdı. Diğeri Kühistan bölgesinde, sonuncusu ise Suriye’deki kalelere bakmakla görevli idi.
Üçüncü kısımda bulunanlara ’Dâi’ denirdi. Dâi’ler yapılanmanın bütün sırlarına vakıflardı. Basamaklardaki bütün sırlara vakıf olan son kısım Dâi’lerdi.
Dördüncü mertebedekilere ’Refîk’ denirdi. Bu mertebedeki kişiler bütün sırları bilmezlerdi. Görevleri insanların arasında bulunmaktı. Takva sahibi gibi davranmak ve Şeyhu’l-Kebîr’in kerametlerini anlatarak insanları etkilemekti.
Beşinci basamaktakiler ise en tehlikeli gruptu. Bunlar ’Fedai’ denilen gençlerdi. Görevleri Sabbâh’ın emrini harfiyen yerine getirmek ve gerekirse bu uğurda ölümü göze almaktı. Bu yaptıklarına karşılık da kendilerine cennet vaat edilmiş olup Sabbâh’ın kesinlikle yanılmayacağı ve her zaman doğru söyleyeceği inancına sahiplerdi.
Altıncı ve son basamaktakiler ise ’Lâsık’ denilen en alt gruptu. Bunların herhangi bir yakınlığı, özelliği yoktu.5
Görüldüğü üzere Hasan Sabbâh halkın dini değerlerini de göz önünde bulundurarak, bu dini değerleri emellerine alet ederek insanları adeta kendisine bağlı birer köle haline getirmişti. Dikkat edildiği zaman, hâkimiyeti altındaki hiçbir kimse grupsuz değil hepsini bir gruba üye ederek kendisine bağlayıp hizmet ettiriyordu. Sapkınlıkta sınır tanımayan bu teşkilatın öyle uygulamaları vardı ki! Mesela; en alt gruptan birisi bir üst gruba terfi edeceği zaman kendisine bir bardak zehirli su dedikleri içecek verilir, bu suyu içtiği zaman bir iki saat içerisinde öleceği söylenirdi. Buradan gelen bir emre farz gibi itaat anlayışı olduğu için suyu alan kişi de doğal olarak içmek zorundaydı. Yoksa öldürülürdü. İçerisine esrar katılmış olan suyu içen kişi bir iki saat içerisinde bayılırdı. Bayılan genci, özel yapılmış, içerisinde her çeşit yiyeceği olan, eşsiz güzellikte dekore edilmiş mekânlardan birine götürürlerdi. Kişi ayılınca kendisini birden cennette zannederdi. Yiyecekler, huriler vs. Burada birkaç gün geçiren zavallı şahsa huri görünümlü kadınlar birkaç gün sonra tekrardan aynı suyu içirirlerdi. Tekrar bayılan kişi uyanınca kendisini güya yeniden dünyada bulur ve Sabbâh’a itaat ettiği zaman nereye gideceğini anlamış olurdu. Bu anlayıştaki bir insanın neler yapabileceği ve hiçbir şeyden korkmayacağı aşikârdır. Bu sahtekârın sapkınlıklarına zamanın ecnebi gezgini Marco Polo da şahit olmuş ve seyahatnamesinde bahsetmiştir.6 Bu bedbaht adamın tuzaklarına nice hükümdarlar, vezirler ve insanlar düşmüşler ve sonunda da öldürülmüşler ya da hükümdarlıklarını zamanla kaybedip yok olmuşlardır.7
Bu işin sonucunda Hasan Sabbâh’ın siyasi, dini ve askeri şahsiyetleri öldürtmesi bu coğrafyada bir terör havası oluşturdu. Ona muhalif emir ve kumandanlar elbiselerinin altına zırh giymeden evlerinden dışarı çıkamaz duruma geldiler. Hasan Sabbâh’ın faaliyetlerine ve tertip ettiği cinayetlere şahit olan Enuşirvan b. Halid, o devirde Müslümanların içinde bulunduğu durumu ’tam bir felaket’ şeklinde nitelendirir. Yollarda emniyetin kalmadığını, fedailerin hiç çekinmeden cinayet işlediklerini, sultanların onlara karşı bir çare bulamadığını, halkın sürekli korku içinde yaşadığını ve Sultan Berkyaruk’un Bâtıniler’i ortadan kaldırmaya karar verdiğini görenlerin kendi düşmanlarını Bâtınilik’le itham edip haksız yere adam öldürülmesine sebep olduklarını söyler.8
Başta Nizâmü’l-Mülk olmak üzere öldürülen kişilerle katil fedailerin isimlerini ihtiva eden listeler bazı mahalli Alamut kaynakları vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır. Bu insanlar sadece bu coğrafyada nam salmamış, Haşiş çektikleri ve haince adam öldürdükleri için Batı edebiyat dilinde de ’ot içenler, esrar müptelaları’ gibi anlamlara gelen ’Assassins’ kelimesiyle birçok yerde anılmışlardır. Kendilerine verilen çok ağır görevleri bile bu otu (esrar) içmek suretiyle yaptıkları için, bu ismi almışlardır.9 Fedailer, Suriye’de Reşîduddin Sinan el-İsmâilî devrinde, özellikle çevredeki Sünni devlet adamlarına karşı büyük bir tedhiş faaliyeti sürdürmüşlerdir.10
Hasan Sabbâh’ın otoritesindeki temel düsturu çok manidar ve kurnazcadır. Sabbâh’ın temel düsturu; otoritenin temel kaynağı, Allah tarafından tayin edilen imam-ı ma’sumdur. Din ve bilgiler ancak hakikatin temsilcisi olan bu imamın talimiyle öğrenilebilir… Sadakat ve itaati esas alan bu öğreti Hasan Sabbâh’ın elinde güçlü bir silaha dönüşmüş ve mevcut düzen için siyasi, içtimai ve dini bakımdan büyük bir tehlike haline gelmişti. İmam Gazzâlî de kendi devrinde cereyan eden bu akımı yazdığı eserlerle reddetmiştir.11
İşte bu noktada sevginin, itaatin ve değerlerin bazıları tarafından nasıl zalimce kullanıldığını ve emellere alet edildiğini görüyoruz. Günümüzdeki bu cahil yapının da temel düsturu olan bu mantığın batıl olduğunu, ’ma’sum imam’ inancının sapıtmaktan başka bir şey olmadığını yine İmam Gazzâlî yazdığı eserinde belirtmiştir.12
Ne Kadar Benziyorlar?
Şuandaki yapı da ’masum imam’ tabirini biraz daha ileri götürüp ’mehdiyyet’ veya aynı anlama gelen ’kâinat imamı’ derecesine çıkaracak kadar körleşmiştir. O halde buradaki birkaç benzerliği şöyle sıralayabiliriz:
Hasan Sabbâh Fedailerini cennete koyup çıkarmak suretiyle kendisine itaat ettirirken, F. Gülen’de her gün peygamberimizle görüştüğü yalanıyla talebelerini kandırmıştır.
Hasan Sabbâh muhkem bir kaleden hiç çıkmadan fitnesini yaymış, günümüz kopyası ise Amerika’daki şatosundan hiç çıkmadan yönetmektedir.
Hasan Sabbâh kitaplar yazmış ve bunları okutmak suretiyle beyinleri yıkamış, günümüz kopyası da kendi evlerinde kendi kitapları dışında kitap okutmamaktadır.
Hasan Sabbâh insanları kandırmada güya cennete koyduğu kişileri oradaki kadınlarla kandırmış, günümüz kopyası olan ebhel de kadınları şantaj malzemesi olarak kullanmak suretiyle insanları kendisine mecbur bırakmıştır.
Hasan Sabbâh da sünnî âlemin başına bela olmuş, günümüz kopyası da elinde güç olduğu halde kafirlere karşı savaşacağına aynı şekilde sünnî alemin başına bela olmuştur.
Hasan Sabbâh kendisine uymayan devlet ricalini suikast vs. ile yıkmış, günümüz kopyası da kendi menfaatlerine uymayan hangi devlet olursa olsun silmek istemektedir.
Kullanılan birkaç kelime değişikliği dışında yapı olarak Hasan Sabbâh ve avenelerine birebir benzemesi de son derece manidardır. Buradan anlıyoruz ki ’su uyur düşman uyumaz’ tabirince Müslümanlar olarak bazen uyuyabiliyoruz fakat İslam düşmanları, tarihteki olaylardan faydalanarak Müslümanların içerisine fitne sokma amaçlarından hiç sapmıyorlar.
Neden Bu Kadar Etkili Oluyorlar?
Bu tür sahtekâr insanların Müslümanların çoğunluğu üzerinde bu kadar etkili olması, yine bizim kendi hatamızdandır. Şöyle ki;
İslamiyet’te, cinler gibi, Mehdi (a.s.) gibi, kıyamet gibi hak olan inançlar vardır. Bunlar hak olmasına haktır fakat bizde bunlara karşı çok büyük bir zaaf mevcuttur. Biz başımıza her ne gelirse, İslam coğrafyasında her ne zaman bir savaş, DAİŞ gibi bir örgüt çıksa, bu çıkan fitneden kendimizi sorgulayacağımız yere hemen bunu kıyamete, Mehdi (a.s.)’ın zuhuruna yoruyoruz. Hâlbuki bizdeki bu inancı bilen İslam düşmanları bizim bu zaafımızla bizi parmaklarına dolamak peşindedirler. Maalesef özellikle bazı ilim sahibi kişiler de bunlara alet olmakta, tabiri caizse İslam düşmanlarının ekmeklerine yağ sürmektedir. Kıyamet, Mehdi (a.s.) haktır, fakat gelecekte olacak olan bir şeyi çokça düşünmek bizim görevimiz değildir. Çünkü bu anlayış insanları tembelleştirmekte ve kendimizi sorgulamanın önüne geçmektedir.
Hâsılı! Rabbim İslam üzerinde oynanan her türlü fitne fesada fırsat vermesin. Bu tür oyunlara alet olan bizleri de affetsin. Büyüklerimizin hürmetine ibret almayı nasip etsin, ataletten ve uyumaktan bizleri muhafaza buyursun. Bu olayda şahadet şerbetini içen şanlı kardeşlerimizin şefaatlerine nail eylesin, yaralılarımıza da acil şifalar ihsan eylesin. Amin…
(Endnotes)
1 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil Fi’t-Târih, Beyrut, 1386/1966, IX, 527.
2 İbnü’l-Esîr, age., X, 315-319.
3 Müneccimbaşı, Sahâifu’l-Ahbâr, trc. Ahmed Nedim, İstanul, 1285, II/470.
4 Süleyman Tülücü, Ahmed Mithat Efendinin Mısırlı Süleyman Adlı Romanında Hasan Sabbâh ve Bâtınilerle İlgili Bilgiler, A.Ü.İ.F, Erzurum, 1999, s.14, s.s:30.
5 Süleyman Tülücü, age., s.14, s.s:34.
6 The Travels of Marco Polo, Translated into English by Aldo Ricci, London, 1931, s.s:49-53.
7 Geniş bilgi için bkz. Ali Aktan, Haşîşiler, Ortaçağ İslam Dünyasında Terörizm ve Siyaset, İstanbul, 1995.
8 Bundari, Irak ve Horasan Selcukluları Tarihi, (trc. Kıvameddin Burslan), İstanbul, 1953, s.67-68.
9 M.Fuat Köprülü, 2. Basım, Ankara, 1963, s.57.
10 Tahsin Yazıcı, ’Fidai’, DİA, İstanbul, 1996, XIII, 53.
11 Abdurrahman Bedevî, Bâtınîliğin İç Yüzü, Kahire, 1383/1964 (çvr. Avni İlhan, Ankara, 1993.)
12 AÜİF Dergisi, Ill/2 11954, s.33-57.
Hasan sabbâh ve 'Günümüz' Fedaileri
Özlenen Rehber Dergisi 157. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.