Özlenen Rehber Dergisi

163.Sayı

İSLAM’A GÖRE ’EVLAT TERBİYESİ’İNDE ÇOCUKLARIMIZIN İTİKADÎ TERBİYESİ ve ÖNEMİ

Alıasqarhon KASIMOV Özlenen Rehber Dergisi 163. Sayı
’Evlat terbiyesi’ başlığı altında ele aldığımız ve İslam’a göre evlatlarımızın terbiyesinin nasıl olması gerektiği ile ilgili yazılarımıza âcizane devam edeceğiz.
Bir önceki yazımızda evlat terbiyesinde anne-babaların konumunu incelemiştik. Bu yazımızda da daha önce vermiş olduğumuz söz üzere çocuklarımızın itikadi terbiyelerinin (şeklinden) nasıl olması gerektiği ile ilgili söz yürüteceğiz. Fakat yazı üslubumuzun gereği sözümüze sözlerin en güzeli olan Kur’an ile başlayıp geleneğimize sadık kalacağız.
’İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenler(in tutum ve davranışları)dır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.’1
’Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur.’2
Kıymetli okurlarımız, terbiye söz konusu olunca akli, ruhi, ahlaki, sosyal, bedensel vs. terbiyeler ile ilgili çok fazla bilgi edinebilirsiniz. Fakat bu terbiyeler arasında en önemli olanı ve en başta geleni şüphesiz ki itikadi terbiyedir. Çünkü eğer siz çocuklarınızın ilmi ve sosyal terbiyelerini kâmil bir şekilde gözetmiş olsanız dahi bu, çocuklarınızı ve kendinizi ahirette kazananlarla beraber tutması için yeterli olmayacaktır. Belki de almış oldukları bu eğitim sayesinde dünya hayatında büyük başarılar ve kazançlar elde edebilirler ama ölümden sonrasına inanan akıl ve feraset sahibi bu toplum sadece dünya hayatında değil asıl ahiret hayatındaki başarıyı arzu eder. Bundan dolayıdır ki bizim vereceğimiz terbiyelerin en başında itikadi terbiye gelmektedir. Elbette bu terbiye de uzun ve meşakkatli bir yoldan geçmektedir. Kişi buluğ çağına ulaşır, aklen olgunlaşır, evlenir ve çoluk-çocuk sahibi olur. Bu, güneşin sabah doğup gün batımında batmasının tabiat kuralı olarak açıklanmasında olduğu gibi bir fıtri kuraldır. Hayati tecrübe açısından insanın en olgun evresi istatistiklere göre kişinin kırk ve elli yaşları arası olarak belirlenmiştir. Çünkü bu yaşa ulaşmış olan bireyler artık çok şey görmüş ve yaşamış oluyorlar, bir de yapmış oldukları çoğu hataların dersini bu geçmiş zaman dilimi içerisinde tecrübe olarak elde ediyorlar. Elbette her bir kişi bu yaşa kadar da akıl ve tecrübe sahibi oluyor ama bazı hataları yapmada ısrar ettiğinden dolayı bu şahıslar çoğu zaman hayatını pişmanlıklarla dolduruyor, sorumluklarını yeteri kadar üstlenemiyor veya yerine getirmede zorlanıyor. Konumuzdan çok fazla uzaklaşmadan hemen şunu da belirtelim ki eğer bu bireyler bu tecrübeleri elde etmek için bedel olarak ömrünün yarısından fazlasını yani kırk-elli yılını ödedilerse bundan sonra gayret etmelidirler ki çocukları da bu tecrübeleri bizzat kendileri hata yaparak öğrenmesinler. Gençlik yıllarınızda bu bilgilerden ve tecrübelerden habersiz kaldıysanız eğer, çocuklarınızın da bu bilgi ve tecrübelerden habersiz kalmamalarına vesile olmalısınız.
Değerli din kardeşlerim hepimize malum ki ahmak olanlar bilgi ve tecrübeyi ancak bizatihi kendilerinin yapmış oldukları hatalar sonucu aldıkları dersler vasıtasıyla elde ederler. Akıl sahibi kimseler ise başkalarının yapmış oldukları hatalardan ders ve ibret çıkartırlar. O yüzden çocuklarımıza bu tecrübelerimizi aktaralım ki yavrularımız akıllılardan olsun. Bunun için çocuklarımıza özen göstermeliyiz, vakit ayırmalıyız. Çünkü onlar bizim devamımız ve hayatımızın neşesidirler. Allah Teâlâ’nın biz müminlerin üzerindeki en büyük haklarından birisi onu yani Allah’ı (c.c.) kullarına tanıtmamız ve hatırlatmamızdır. Bunu yaparken de çoğunluğun yapıyor olduğu hatayı tekrar etmemeliyiz. Zira anne babaların çoğunluğu evlat terbiyesini üstlenirken dini terbiyeyi ’yavrumuz daha çok küçük bunları anlayamaz’ diye hep ertelerler. Oysa çocukların anne babalarının gözünde hep çocuk olarak kalacağını hiç hatırlamazlar. Olması gereken ise onlara bu eğitimi ilk çocukluk döneminden itibaren verilmesidir. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.v.) yeni doğan bebeğin dahi kulağına ezan okuyorsa demek ki en uygun zaman işte bu dönemdir. Nitekim Ubeydullâh b. Ebî Râfi’in babasından rivayet ettiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.)’i Ali (b. Ebî Tâlib)’in oğlu Hasan’ın kulağına Fatıma onu doğurduğunda namaz için (okunan ezan gibi) ezan okurken gördüm.’3
Biz eğitimin şeklini Server-i Kainat olan Peygamberimizin (s.a.v.) hayatlarından öğrenmekteyiz. Peygamber
Efendimiz (s.a.v.), sekiz yaşını daha doldurmamış olan yeğeni Abdullah b. Abbas’a vermiş olduğu nasihati bu eğitimin şeklini ve zamanını anlatan en belirgin örnektir.
İbn-i Abbâs (r.anhümâ)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Bir gün Rasûlullah (s.a.v.)’in terkisindeydim. Şöyle buyurdu: ’Ey delikanlı, muhakkak ki ben, sana bazı kelimeler (sözler) öğreteceğim (ki bunlar şunlardır): Allah’ı(n emir ve nehiyleri hususundaki hakkın)ı koru ki (O da) seni korusun. Allah’ı(n hakkın)ı koru ki O’nu hemen karşında (rahmeti ve yardımıyla yanında) bulasın. (Bir şey) isteyeceğin zaman Allah’tan iste. Yardım isteyeceğin zaman Allah’tan yardım iste. Bil ki şüphesiz ümmet, şayet sana bir fayda vermek üzere birleşseler, sana ancak Allah’ın senin için yaz(ıp takdir et)tiği faydayı verebilirler. Şayet sana bir zarar vermek üzere birleşseler, sana ancak Allah’ın senin için yaz(ıp takdir et)tiği zararı verebilirler. (Kaderi yazan) kalemler kaldırılmış ve sahifeler(deki mürekkep) kurumuştur.’4
Bu hadisten de anlaşılıyor ki biz çocuklarımız ile konuşurken büyüklüğümüzü ortaya koyup onları küçümseyerek değil aksine onlarla arkadaşmışçasına veya onlara sanki bir büyük ile konuşuyormuşçasına hitap etmeliyiz. Çünkü kalpler Allah’ın (c.c.) yed-i kudretindedir. Bize düşen sadece O’nun zatını, emir ve yasaklarını çocuklarımıza duyurmaktır. Ebeveynler çocuklarına kendi düşüncesine göre yavrusunun bilmesi gerektiğini düşündüğü her şeyi öğretirler. Fakat bizim yaşadığımız bu toplumda bazen öyle hadiseler de yaşanır ki kişiyi hayrette bırakır. Geneli Müslüman olarak bilinen bu toplumumuzda bazı kişilerin evlenmek üzere iken kelime-i şehadeti bile bilmediği gözlemlenmektedir. Peki, bu neyin alametidir. En başta verilmesi gereken itikadi terbiyenin ihmale uğraması sonucu değil midir bu? Bu dediğimize inanmak güç ama ne yazık ki böyle. Çocuklarına misafirlikte yemek yerken hangi eli ile bıçağı hangi eli ile çatalı tutması gerektiğini önemseyip öğreten ebeveynler hayatının en önemli kelimesi olan kelime-i şehadetten haber vermekten aciz kalmaktadırlar.
Biz ’itikadi terbiye’ adlı yazımızda bu terbiyenin içeriğini de âcizane ele almaya çalışalım. Nedir bu itikat veya iman terbiyesi? Kısaca imanın esaslarını, usullerini ve fürularını tanımak, bizi ve âlemleri yaratan Allah’ı tanıtmak, O’nun güzel isim ve sıfatlarını öğrenmek ve öğretmek, peygamberlere, kitaplara, kaza ve kadere inanmaktır denilebilir. Kaza ve kadere inanmak kısmına ayrıca değinmemiz gerekmektedir. Emin olun ki eğer biz yavrularımıza küçüklüğünden itibaren kadere iman etmenin ehemmiyetini kavratabilirsek bununla çocuklarımız hayatının her anında, hasta olsun veya sağlam, fakir veya zengin olsun her şeye kanaati ve rızayı öğrenmiş olur. Aynı şekilde kaza ve kadere ilintili olarak her bir kadere iman eden birey kendi kendine ister helal yoldan olsun ister haram yoldan benim rızkım azalmaz veya çoğalmaz diyebilmeyi öğrenir. İtikadi terbiyenin diğer bir önemi ise bu terbiyeyi almış bireylerin haramdan uzaklaşması daha da kolaylaşır. Çocuklarımıza bu terbiyeyi aşılayabilmek içinde öncelikle biz anne-babalar kendimizi din ile gerçek anlamda tanıştırmak ve sabrı, alçak gönüllülüğü kendimize alıştırmak durumundayız.
Din nedir diye sorulan soruya tarih boyunca birçok tanımlar ve cevaplar verilmeye çalışılmıştır. Özet olarak dini; akide, ibadet, ahlak ve muamele diye niteleyebiliriz. Bulağa girmek üzere olan bir çocuğun anne-babası onun ibadet ve ahlaki davranışlarını sıkı bir şekilde kontrol etmelidir. İlkokul, çocuklar için hayata bakış açılarını ve tefekkür derecelerini belirleyen ilk dönem olduğu gibi aynı zamanda onların din ile münasebetlerini de belirleyen bir kapı misalidir. Çünkü çocuklar algı biçimlerinin % 70’ini dışarıdan öğrenirlerken geri kalanını ancak anne-babalarının yardımı ile doldururlar. Bunun delili de birçok örnek ile kanıtlanabilir, fakat bunlardan en göze çarpanı çocuklarımızın sokaktan küfretmeyi öğrenmeleridir. Eğer ebeveyniler daha sıkı bir gözlem ile çocuklarının terbiyelerini kontrol altına alsaydılar bu verilerin belki de zıttı gözlemlenmiş olurdu.
İbn-i Abbâs (r.anhümâ)’nın Nebi (s.a.v.)’den rivayet ettiğine göre şöyle buyurmuştur: ’Çocuklarınızın (ağzını) ilk olarak lâ ilâhe illallâh sözü ile açınız. (Yani onlara ilk önce bu kelimeyi öğretiniz). Ölüm sırasında da onlara lâ ilâhe illallâh’ı telkin ediniz. Zira her kimin ilk sözü lâ ilâhe illallâh ve son sözü de lâ ilâhe illallâh olursa, sonra bin yıl yaşasa tek bir günahtan dahi sual edilmez.’5
Buradan da anlaşılacağı üzere bizim çocuklarımıza vereceğimiz ilk terbiye yukarıda çokça zikrettiğimiz üzere itikadi terbiye olmalıdır. Değerli okurlarımız çok dikkatli olmalıyız ki bu kelimeyi çocuklarımız başkalarından önce bizden öğrensinler. Çünkü her kim ki bu kelimeyi birine öğretirse o şahsın kıyamete kadar alacağı sevaplardan bu sözü öğreten de pay alacaktır. Nitekim Peygamberimiz: ’Muhakkak ki hayra delalet eden onu yapan gibidir.’6 buyurmuştur. Öyleyse biz canımızdan bir parça olan yavrularımıza bu sözü öğreterek bu fırsatı kaçırmamalıyız. Bu sözümüzün öneminin anlaşılması adına gelin konumuzu biraz daha açalım:
Kur’ân-ı Kerim’den okuduğumuz her bir ayetin her harfine 10 dan 700’e kadar ecir alındığını hepimiz biliriz. Nitekim Abdullah b. Mes’ûd (r.a.)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’Her kim Allah’ın Kitabı (Kur’â)n’dan bir harf okursa, bununla o kimse için bir iyilik vardır. Ve her iyiliğin (karşılığı en az) on misliyle (karşılık görür). ’Elif lâm mîm’ bir harftir demiyorum. Fakat ’elif’ bir harf, ’lâm’ bir harf, ’mîm’ de bir harftir.’7 Peki, günde bir Müslüman’ın Fâtiha Sûresi’ni 5 vakit namazında 40 defa okuduğunu farz edersek bu sureyi okuyan kişiden bu sureyi ona öğreten pay alacaksa bu kadar çok
sevabı başkalarının alıp gitmesine göz yumacak mısınız? Tabii eğer televizyon karşısından kalkabiliyorsanız, dışarıdan evinize girebiliyorsanız, işlerinizden dolayı boş vakit bulabiliyorsanız öğretin! Ne yazık ki bugün birçoğumuzun zoruna bile gitmemekte bu durum. Ahiret kazancı olabilecek olan çocuklarımızı başkalarının eğitmesine göz yumuyor daha sonrasında ise çocuklarımız bizim kontrolümüzden çıkınca hayırsız evlat diye yüksünüyoruz.
Bizlere pişmanlık tattıran diğer bir mesele ise terbiyenin kimin tarafından verilmesi gerektiği hususudur. Maalesef günümüzde herkes bu sorumluluğu karşı tarafa yıkma çabası içerisindedir. Yani anneler babanın yapması gerektiğini söylerlerken babalar da bunun aynısını tekrarlamaktalar. Olan ise çocuklara oluyor. Aslında olması gereken anne-babaların ve yakınların hep birlikte el-ele bu işi sürdürmeleridir. Babaların görevi sadece çocuklarının karnını doyurup üstüne kıyafet giydirmek değildir. Öncelikle çocukların kalpleri ve akılları beslenip süslenmelidir. Kaldı ki onları biz rızıklandırmıyoruz. Bunu Allah (c.c.) kutsal kitabımız olan Kur’ân’ı Kerim’de: ’Sizi de onları (çocuklarınızı) da biz rızıklandırırız.’8 buyurarak açıkça beyan etmiştir. Tecrübeyle sabittir ki eğer anne olmaya aday olan bireyler hamilelik döneminde ne ile daha çok meşgul olursa bu meşgul olacağı şey karnındaki çocuğa muhakkak etki etmektedir. Örneğin hamilelik döneminde çokça Kur’an dinleyen annelerin çocukları doğumdan sonra bunun etkilerini üzerlerinde taşıyacaklardır. Yani ağır başlı, sabırlı, alçak gönüllü vs. karakterlere sahip olurlar. Aynı şekilde hamile olan anne daha çok müzik dinlerse bunun da çocuğuna etkisi olacaktır. Yani doğumdan sonra çocuğunun sabırsız, yerinde duramayan, kavgaya meyilli vs. tipteki bir şahsiyet olduğunu gözlemler. Biz bazen çevremizden ’filanın bebeği Allah (c.c.) diyerek doğmuş’ veya bunun benzeri haberler işitiriz. İşte bu bizim iddia ettiklerimize kanıt mahiyetindedir.
İtikadi terbiye ile ilgili söylenecek çok sayıda delil ve konu var olduğu için bu yazımızı iki kısma ayırdık. Bu ayki yazımızda sadece öneminden bahsettik, inşallah bir sonraki yazımızda bu konuyu daha derin bir şekilde incelemeye devam edip Peygamberimiz (s.a.v.) ve ashabının hayatından örnekler zikrederek daha da anlaşılır hale getirmeye çalışacağız. Bu yazımızı İmam Şâfiî’nin hikmetli sözlerinden biri ile tamamlarsak gayemize uygun bir şekilde davranmış oluruz herhalde.
Rabî’ b. Süleymân şöyle der: Mısır(’da telif ettiği eseri) ’Kitâbu’r-Risâle’yi Şâfiî’ye otuz küsur defa okudum. Her defasında mutlaka on(daki bulduğu hatalar)ı tashih etti. Sonra Şâfiî sonunda: ’Allah kendi kitabı (Kur’ân-ı Kerim)’den başka bir kitabın sahih (hatasız) olmasını istemiyor.’ dedi. (Devamında) Şâfiî: ’Buna, Allah Tebârake ve Teâlâ’nın: ’Eğer o (Kur’an), Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.’9 buyruğu işaret eder.’10





Son notlar
1 el-Bakara, 2/177.
2 en-Nisâ, 4/136.
3 Ebû Dâvûd, Edeb, 118.
4 Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme Ve’r-Rakâik Ve’l-Vera’, 59.
5 Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2000, Bâb:60, h.no:8649 c. VI, s. 397.
6 Tirmizî, İlm, 14.
7 Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’ân, 16.
8 el-En’âm, 6/151.
9 en-Nisâ, 4/82.
10 Beyhakî, Menâkibu’ş-Şâfiî, Dâru’t-Turâs, Kahire 1970, c. II, s. 36.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.