Özlenen Rehber Dergisi

23.Sayı

Siyer-i Nebî Ay Yarılması Mucizesi

Ayhan ÖZKAN Özlenen Rehber Dergisi 23. Sayı
Hz. Ali (r.a.), Huzeyfe b. Yeman (r.a.), Abdullâh b. Mesut ve birçok büyük Sahabe Efendilerimizin bildirdiklerine göre: Peygamber Efendimiz (s.a.v.), müşriklerin istekleri üzerine Mina’da, ’Ay yarılma mucizesini’ göstermiş ve bu olayı görenleri ’Şahit olunuz!’ diye tanık tutmuştur.

Olay şu şekilde gelişmiştir:
Müşriklerden Velid b. Muğire, Ebu Cehil, As b. Hişam gibi önde gelen kalabalık bir topluluk Peygamber’imize (s.a.v.) gelerek:
’- Eğer, Sen gerçekten peygambersen, bize, yarısı Ebu Kubeys Dağı, yarısı da Kuaykıan Dağı üzerinde görülmek üzere, Ay’ı ikiye ayır.’ dediler. Efendimiz (s.a.v.), onlara:
’- Eğer, bunu yaparsam, îman eder misiniz?’ buyurdu. Onlar:
’- Evet îman ederiz.’ dediler.
Ayın 14. gecesiydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Yüce Rabb’imizden niyazda bulundu. Cenâb-ı Hakk’ın izniyle o gece, ayın yarısı Ebu Kubeys Dağı, yarısı da Kuaykıan Dağı üzerinde doğdu. Peygamber’imiz (s.a.v.):

’- Ey Ebi Seleme b. Abdul Esed! Erkam b. Erkam! Şahit olunuz, şahit olunuz!’ diyerek seslendi. Kureyş müşrikleri, bu mucizeyi görünce (Peygamber Efendimizi kast ederek):

’Bu da, Ebu Kebşe’nin oğlunun bir sihridir!’ dediler. Ebu Cehil:

’Gelecek yolcularınızı gözetin. O, sizi büyülemeye güç yetirse bile, bütün halkı, bütün yer yüzünü de, büyüleyecek değil ya! Onlar da sizin gördüğünüz şeyleri görmüşler mi?’ dedi. Sordukları herkes, meydana gelen bu mucizeyi gördüklerini itiraf ettiler; fakat müşrikler gene de bu olaya inanmadılar. Çünkü onlar, azgınlaşmış gönüllerini yatıştırmak için mucize istemiyorlardı. Mucizeleri, ’Büyüdür, sihirdir.’ diyerek inkar edip Peygamber Efendimizi (s.a.v.) küçük düşürmeyi amaçlıyorlardı. Elhamdülillâh;Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde bu hadiseyi doğrulayarak, Rasûl’üne yapılmak istenen bu çirkin hareketi boşa çıkarıyordu:

’Saat ( kıyamet) yaklaştı. Ay da yarıldı. Onlar, bir âyet, bir mucize görseler yüz çevirirler ve (gelip geçici bir sihirdir) derler. (Ay yarılma mucizesini görünce de, Peygamber’i) yalanladılar ve (bu yolda bir belgeye, bir bilgiye değil) gönüllerinin isteklerine uydular. Halbuki, her işin kararlaşacağı bir gayesi vardır. Andolsun ki, onlara kendilerini bu tutum ve davranışlarından vazgeçirecek pek hikmetli son derece ibretli nice haberler de gelmiştir. Amma, o korkutmalar fayda vermiyor. O halde, Sen de onlardan yüz çevir, onlarla boşuna uğraşma. O çağırıcının, benzeri görülmedik, bilinmedik şeye çağıracağı gün, onlar, gözleri, korkudan ve dehşetten pörsümüş bir halde kabirlerinden fırlayıp dağılmış çekirgeler gibi, o çağırıcıya doğru uçuşacaklar! Kafirler, diyecekler: ’Bu, çetin bir gün.’ (1)’ (2).


TAİF YOLCULUĞU

Ebû Tâlib’in vefâtından sonra, müşrikler, Peygamber’imize, Ebû Tâlib’in sağlığında yapmadıkları zulüm ve işkenceleri yapmışlar, Allah Rasûl’ünü (s.a.v.) göz açamaz hâle getirmişlerdi.

Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v.) bî’setin (Peygamberliğin) 10. yılı şevval ayının 27. gecesinde azatlı kölesi Hz. Zeyd ibn-i Hârise’yi (r.a.) yanına alarak Tâif’e gitti. Maksadı; müşriklere karşı, Sakif kabîlesinin kendisini korumalarını, desteklemelerini, Yüce Allah’tan getirdiklerini kabul etmelerini onlardan istemekti. Peygamber’imiz, Tâif’e varınca orada Sakif kabîlesinden bâzı kimseler ile görüşmek istedi ki, bunlar Abdi Yâlil ibn-i Amr, Mes’ud ibn-i Amr, Habib ibn-i Amr adında üç kardeşti. Allah Rasûl’ü bunlarla görüştü. Onları, Allah’ın birliğini kabule, İslâm dînine yardıma dâvet etti. Kavminden muhâlefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını istemek için geldiğini söyledi.

Üç kardeş her biri ayrı ayrı cevaplar vererek reddedip çeşitli incitici sözler söylediler. Gençlerinin Müslümanlığa heveslenmelerinden korkarak, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e: ’Memleketimizden çık. Nereye gidersen git!’ dediler. Bununla da kalmayarak, içlerinden bir takım aklı ermez ayaktakımını, çocukları, ipsiz kimseleri kışkırtarak Peygamber Efendimize musallat ettiler. Onları yolun iki yanına doldurdular. Söve saya Rasûlullâh’ı (s.a.v.) taşa tutturdular. Ayaklarını topuklarına kadar kanlar içinde bıraktılar. Yürüdükçe taşlattılar. Hz. Zeyd ibn-i Hârise (r.a.) atılan taşlara, kendi vücudunu siper etmekte, Rasûl-i Ekremi korumağa çalışmakta idi. Onun da başı yarılmış ayaklarından kanlar akmaya başlamıştı.

Peygamber’imiz (s.a.v.), nihâyet üzgün ve bitkin bir hâlde Mekkeli Rebîaoğulları Utbe ve Şeybe’nin Tâif dışındaki bağ evine sığınınca Tâif’in ipsizleri geri döndüler.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) biraz sükûnet bulduktan sonra Allah-ü Teâlâya şöyle ilticâda bulundu: ’Allah’ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor ve hakir görüldüğümü ancak Sana arz ve şikâyet ederim. Ey merhametlilerin en Merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği bîçârelerin Rabb’i Sensin! Sensin Benim Rabbim! Sen Beni, kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar Bana merhametlisin. Allah’ım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhî rızandan uzak kalmaktan Sana, Senin, o karanlıkları aydınlatan, dünyâ ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhî nûruna sığınırım! Allah’ım! Sen, hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allah’ım! Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir!’


ADDAS’IN MÜSLÜMAN OLUŞU

Rebîa’nın oğulları Utbe ve Şeybe, Tâiflilerin Peygamber Efendimize yaptıklarını uzaktan görmüşler, merhamete gelmişlerdi. Hıristiyan olan köleleri Addas’ı çağırdılar: ’Bir salkım üzüm al. Şu tabağa koy! Sonra, onunla şu Zât’ın yanına kadar git ve Ona: ’Bu üzümden ye’ de!’ dediler. Addas dediklerini yaptı. Gidip tabağı Peygamber’imizin önüne koydu: ’Buyurun yeyin.’ dedi. Peygamber Efendimiz elini üzüme uzatırken ’Bismillâh’ dedi ve üzümü alıp yemeğe başladı. Addas, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in yüzüne baktı ve ’Vallâhi, bu sözü bu beldelerin halkı söylemezler ve bilmezler!’ diyerek kendi kendine söylenince, Peygamber’imiz Ona:

’- Ey Addas! Sen hangi diyar halkındansın ve dînin nedir?’ diye sordu. Addas:
’- Hıristiyan’ım. Ninovalı bir kimseyim!’ dedi. Peygamber Efendimiz:
’- Demek sen, O sâlih kişi, Yûnus Peygamberin hemşerisisin?’ dedi. Addas:
’- Sen, Yûnus Peygamberi nereden biliyorsun?’ diye sordu. Peygamber Efendimiz:
’- O Benim kardeşimdir. O bir Peygamberdi, Ben de Peygamberim!’ deyince, Addas, sarılıp Peygaber’imiz başını, ellerini ayaklarını öptü. Müslüman oldu.
Bunu gören Rebîaoğullarından birisi, diğerine:
’- Senin adamın, gözünün önünde kölenin inancını bozdu!’ dedi. Addas, dönüp yanlarına gelince de, her ikisi birden ona:
’- Yazıklar olsun Addas sana! Sen O adamın başını, ellerini ve ayaklarını öptün ha!’ diye çıkıştılar. Addas onlara:
’- Efendim! Yeryüzünde bu Zât’tan daha hayırlı bir kişi yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak bir Peygamber bilebilir.’ dedi.


PEYGABER’İMİZ HEMŞEHRİLERİNE RAHMET VE ŞEFKÂTİ

Peygamber Efendimiz, Sakif kabîlesinden (Tâiflilerden) üzgün bir halde Mekke’ye yönelmişti. Düşüne düşüne yürümeye devam edip Mekke’ye iki konak uzaklıkta bulunan Karn-ı Seâlib mevkiine geldiği zaman, başının üzerinde bir bulutun kendisini gölgelemekte olduğunu ve dikkatlice bakınca, bulutun içinde aslî hâlinin görünüşü ile Cebrâil’in (a.s.) olduğunu gördü.Cebrâil (a.s.) seslenerek: ’Şüphe yok ki Allah-ü Teâlâ, kavminin Sana ne söylediklerini işitti. Allah-ü Teâlâ, Sana şu dağların, yerlerin, göklerin meleğini gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin!’ dedi. Bunun üzerine, o acîp kudret sâhibi melek seslendi. Peygamber’imize selâm verdi ve: ’- Ey Muhammed (s.a.v.)! Cebrâil (a.s.) doğru söyledi. Sen ne dilersen dile! Emrine âmâdeyim. Eğer şu iki yalçın dağın, Mekkeliler üzerine kapanırcasına birbirine kavuşmasını istiyorsan emret, kavuşturayım!’ dedi. Peygamber’imiz:’- Hayır! Ben böylesini istemem! İsterim ki, Allah bu müşriklerin sulbünden, Allah’a hiçbir şeyi şerik koşmaksızın ibadet edecek bir nesil ortaya çıkarsın!’ dedi. Tâif’te verilen sıkıntı ve eza, Peygamber’imize Uhud gününden daha ağır gelmişti. Peygamber’imiz, Mekke’ye girmeden bir merhâle geride Batn-ı Nahle denilen mevkîde oturdular. Tâiflilerin kendisine gösterdikleri çirkin hareketlerden üzülmüşlerdi. Orada, Rahman sûresini tilâvet ederken, cin taifesinden bir güruh gelerek O’nu dinlediler ve îmân ettiler. Peygamber Efendimiz, bir müddet o mevkîde oturduktan sonra Mekke’ye geldi. Şehre girmeden, Mut’im ibn-i Adiyy isimli, tanınmış bir adama haber gönderip, kendisini himâyesine almasını istedi. O da kabul etti. Gelip evine götürdü. Misafir etti. Harem-i Şerif’te namaz kılarken, Ebû Cehil, Efendimiz’i görünce Mut’im’e:
’- Himayende mi, yoksa tesadüfen mi arkana düştü?’ diye sordu. Mut’im:
’- Himayemde’ deyince ses çıkaramadı. Mut’im’in bu iyiliğini Müslümanlar hiçbir zaman unutmadı. Bedir esirleri hakkında konuşmak için, Mut’im’in oğlu Medîne’ye gelince, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona:
’- Eğer baban sağ olup da gelseydi, şu kokmuş herifler hakkında şefâatte bulunsaydı, hiç şüphesiz Ben, onları Mut’im’e bağışlardım!’ dedi. (3)

Kaynaklar:
1. el-Kamer 54/1-8.
2. Köksal, M. Asım, İslâm Tarihi, Mekke Dönemi, s. 305 ; Ahmet b. Hanbel, Müsned. (3583, 3924, 4270 ve 4360. Hadis-i Şerifler)
3. Köksal, M. Asım, İslâm Tarihi, Mekke Dönemi, s. 349.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.