Özlenen Rehber Dergisi

64.Sayı

Manevî Hayatımız ve Üç Aylar

Muzaffer YALÇIN Hocaefendi Özlenen Rehber Dergisi 64. Sayı
Bismillâhirrahmânirrahîm

Değerli kardeşlerim! ‘Manevî hayat’ ifadesi çokça kullanılan, ancak hakikatinin anlaşılmasına gelince, karmaşıklığın yaşandığı bir kavramdır.
İnsan, En Değerli Varlıktır:

Allah (c.c.), yaratılış itibari ile insanı diğer bütün mahlûkatın fevkinde kılmıştır. İnsan, eşref-i mahlûktur. Ona yüklenen vazife ve yükümlülükler nedeniyle diğer bütün varlıklara nispetle çok farklıdır.

Evvela, ona bahşedilen akıl, kendisini diğer yaratılmışlardan ayıran ve âlemi yoktan var eden Yüce Yaratıcı’yı bilmesine yarayan eşsiz bir nimettir. Bedenen tam ve sağlıklı olmasına rağmen akıl nimetinden mahrum bir kimsenin gerek dünyevî, gerekse ilâhî yükümlülüklerle sorumlu tutulmaması, aklın insana kazandırdığı üstünlüğün bir delilidir.

İman ehli her insan Allah’ın halifesidir. Zira Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de, akıl nimetini verip de diğer varlıklardan üstün kıldığı insana ‘halifetullah’ ismini veriyor. İmanla tanışan her insan bu yüksek dereceye sahiptir. Dünyevî makam ve mevkiler dünyada geçerlidir. Ama mahşer günü Cenâb-ı Hakk’a, halifetullah vasfı ile dönülecektir. İnsan, ömrünü iman ehli olarak hayır üzere ikmal etmişse bu nimetlerin faydasını görecektir. Aksi halde Allah’ın huzuruna imandan mahrum olarak varmış olmanın nedametini yaşayacaktır.

İnsan Başıboş Bırakılmamıştır:

İnsan böyle bir öneme haiz iken, başıboş da bırakılmamıştır ve bir vazifesi vardır. Bu da; “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (ez-Zâriyât, 51/56) âyet-i kerimesinde anlatılmıştır. Peygamber Efendimizin amcasının oğlu, tefsir ilminde Rasûlullah Efendimizin duasını alan mümtaz insan ve büyük müfessir İbn-i Abbas (r.anhümâ), âyet-i kerîmedeki “Liya‘budûn” lafz-ı celîlini: “Allah cinleri ve insanları ancak kendisini bilmeleri için yarattı” şeklinde tefsir etmiştir.

Öyle ise, akıl nimeti ile bütün varlıkların fevkinde olan insanın vazifesi Hz. Allah’ı bilmektir. Bu gün için şu içtiğimiz suyun önemi pek fazla anlaşılamayabilir. Çünkü çölün ortasında, günlerce susuz kalmış değiliz. İşte ifade ettiğimiz bu “Allah’ı bilme nimeti”nin manası, kuvveti ve büyüklüğü de, ancak ona en çok ihtiyaç duyduğumuz, sırların açıldığı ve bu bilgiden sorguya çekilecek olduğumuz yerde ortaya çıkacaktır. Önemli olan, o gün gelmeden Peygamber Efendilerimiz, Ashâb-ı Kirâm, Ehl-i Beyt ve onları takip eden sâlih insanlar gibi bu bilgiye sahip olup yolumuzu da onlar gibi dosdoğru kılabilmektir.
Akıllı olmak, âhirete hazırlık yapmak değil midir? Kulluk namına arz edebileceği hiç bir şey bulunmayıp müflis bir halde Hakk’ın huzuruna çıkmak akıl kârı mıdır?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), akıllı insanı şöyle tarif ediyor:“Akıllı (kimse); Allah’a iman eden, Rasûlü’nü tasdik eden ve Rabb’inin itaatiyle amel edendir.” (Müsnedü’l-Hâris, Edeb, 834) İşte akıllı insan budur.

Diyorlar ki: Einstein çok zeki ve çok akıllı bir insan. Peki, ne yaptı? Atom bombasını buldu. Birçok insanın ölümüne sebep olacak bir şey icat etti; ancak o, atom çekirdeği gibi küçük bir cevherin içerisine o kadar büyük bir kuvveti sığdıran Yaratıcı’yı bulamadı. Bu akıl, akıl değildir. En akıllı insanlar, iman ehli insanlardır. Onların en üstünü de Peygamberlerdir. Allah (c.c.) onlara öyle bir akıl vermiş ki, Yaratan ile irtibatlarını muhafazayı sağlamış ve vahiy gibi ağır bir yükü taşımaya vesile olmuştur. Onun için filozofların hiçbir tanesi akıl hususunda iman ehliyle, hele Peygamber Efendilerimizle asla yarışamazlar. Bunu böyle bilin kardeşlerim!

İnsan Varlığının Üç Hikmeti/Yaratılış Safhaları:

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de insanın yaratılış hikmetini şu üç safhayla ifade etmiştir:

İlki; ‘Marifetullah’tır ki, az önce Allah’ı bilme hususuna değindik.

İkincisi; Tîn sûresinde zikredilen; “Ahsen-i takvîm/En güzel bir şekilde” yaratılışıdır. Bir âyet sonrasında ise; “Esfele sâfilîn/Aşağıların aşağısı” şeklinde ifade bulan bir tasvir var. En güzel şekilde yaratılma ve en aşağı mertebeye döndürülme... Acaba bu iki zümre içerisinde yerimiz nedir?

‘Ahsen-i takvîm’ diye vasfedilen mü’minler, manevî halleri ile zahiri hayatları Allah’ın hoşnutluğu üzere devam edenlerdir.

Üçüncüsü ise, insanların imtihan için bu dünyaya gönderilmesidir. Cenâb-ı Hak, Mülk sûresinde bu gayeyi bizlere şöyle ifade ediyor: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, azîzdir, ğafûrdur.”

Zikrettiğimiz bu üç hususu bilmek ve istikamet üzere gitmek manevî hayatımızın temelleridir. Çünkü bunlar olmadan âhirette rıza ile karşılık bulan bir manevî hayat meydana gelmez.

İnsanın İki Yönü Vardır : Madde ve Mânâ:

Değerli kardeşlerim! İnsan, hem madde hem de mana ciheti olan bir varlıktır. Bizler acıkıyor yemek yiyoruz, susuzluk çekiyoruz, uyuyoruz, barınmaya ihtiyaç duyuyoruz. Bütün bunlar insanın zahirî varlığını ifade eden ihtiyaçlardır. Bununla beraber insanın bir de sevgi, korku, üzüntü vb. duyguları yaşadığı bir iç âlemi, manevî yönü vardır.

İnsanın el, kol, göz ve sair uzuvları, içteki bir kuvvete göre şekillenmektedir. Efendimiz (s.a.v.) bunu şöyle haber veriyor: “Haberiniz olsun, cesette bir et parçası vardır ki, eğer o ıslah olursa cesedin tamamı ıslah olur. Eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun, o (et parçası) kalptir.’ (Buharî, İman 39)

Kalp, iç dünyamızın şekillendiği kuvvetin merkezidir. Eğer kalp, helâle değil de haramlara yönelirse, uzuvlar da hemen harama yönelir. Öyle ise kalbin ıslah edilmesi ve zahirî hayatımızın ve manevî hayatımızın Cenâb-ı Hakk’ın emri üzere şekillendirilmesi lazımdır. Bu lüzum, hayatına kıymet veren ve Allah’ın verdiği bu emaneti O’na tertemiz teslim etme gayretinde olan insanlar içindir. Bugün dünya ahvaline bakınca bizde şu düşünce hâsıl oluyor: Eğer Allah (c.c.), kendisine isyan edilmesi sebebiyle bir azap gönderse, her halde hiçbirimiz kurtulamayız. Ama dünya hayatının meşgalesi insanları öyle sarmış ki, maalesef hiç kimse bunun idrakinde değil.

Hz. Allah (c.c.), zatını bilip ibadet etmesini istediği insanın, kendisine dönerken itibarının et ve kemiklerine göre değil, varlığının hakikatinin gerçek izlerini barındıran kalbine göre olacağını haber veriyor: “(Kulların) diriltilecekleri gün beni utandırma! O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Allah’a arınmış bir kalp ile gelen başka.” (eş-Şuarâ, 26/87-89) Manevî hayatımız da kalbimizde cereyan ettiğine göre “kalb-i selîm üzere bulunmak” demek olan ve bugünkü konuşmamızın merkezi olan “mânevî hayat” ne demektir, bunu izah edelim.

Manevî Hayat Ne Demektir?

Herkes kendi his dünyasını manevî hayat olarak addediyor. Ancak hakikat böyle değildir. Öyle ise bunun, Allah’a ve Rasûlü katındaki en doğru halini öğrenmek bizim vazifemizidir.

Manevi hayat; Kur’ân-ı Mübin ve Sünnet-i Seniyye’de belirlenmiş olan yükümlülüklerle yaşanan bir hayatın iç dünyamızda oluşan kulluk halinin sevgi, haşyet ve itaat boyutunun kalbî tezahürüdür.

Bir başka deyişle manevi hayat, insanlığımızın özüdür. Kulluğumuzdan Rabb’imize yükselen ihlâs nurudur. Allah’ın emirlerine uymak, Peygamber Efendimizin yolunu takip edip ahlâk edinmek suretiyle iç dünyamızda oluşan kuvvetin yansımasıdır.

Şu cümleyi kalplerimize ve akıllarımıza nakşedelim kardeşlerim: “İslâm’ın, yani Kur’an ve Sünnet’in emirlerinden ayrı bir şekilde yaşayarak elde edilen hayata manevî hayat adı verilemez.” Bu, tamamen hevâ ve hevesimizin tesiri altında ortaya çıkan bir duygu yoğunluğundan başka bir şey değildir.

Manevî hayat; sadece, cenazede ya da içimize tesir eden bir söz sebebi ile kalbimizin rikkat haline gelmesiyle ‘yâ Rabbi’ diyerek göz yaşı dökmemiz vb. haller de değildir. Allah’ın emirleri ile bağdaşmayan bir hayat manevî hayat olamaz. Bunu ister yaşayabilelim, ister yaşayamayalım hakikat budur. Maksat, bunu yaşayabilenlerin safına gelebilmektir. Öyleyse hayatımızı şekillendiren kalbimizdeki duygularımıza Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu istikameti kazandırmamız gerekmektedir.

Manevî Hayatımızda Tesiri Bulunan Birkaç Örnek:

Yaz dönemine geldik, düğün merasimleri var. Düğün yapan kardeşimiz namaz ehli; ama maalesef, çocuklarına yuva kurarken düğün merasimleri sünnet üzere olsun, Hz. Ali efendimiz ile Hz. Fâtıma annemizin düğününe benzesin düşüncesiyle hareket etmiyor. Birçoklarının şatafatlı, haram-helâl karışık bir şekilde yaptığı düğünlere benzetmeye çalışıyor. Ve bunu, insanların; “Düğün yeri değil, sanki cenaze evi!” vb. sözlerle kınamasından korktuğundan ya da “Düğünümde çalgı olmazsa kimse gelmez” gibi düşüncelerden dolayı yapıyor.

Böyle bir yaklaşımla çocuklarını, Allah’ın yasak kıldığı işlerle bir araya getirmiş oluyor. Namaz kılıyor olmak, bu husustaki günahı örtmez. Haram-helal dikkat etmeden icra edilen bir düğün, kılınan namazın hevâ-hevesin tesirinde ve ihlâstan uzak olduğunun da aynı zamanda bir işaretidir.

Bir keresinde Sahabe efendilerimizden Useyd b. Hudayr (r.a.), gece vakti Bakara sûresini okuyordu. Atı da yanında bağlıydı. Kur’ân okunurken birden at deprenmeye başladı. Üseyd sustu. O susunca at da sakinleşti. Üseyd tekrar okumaya başladı. At yine şahlandı. Üseyd sustu; at da sakinleşti. Bundan sonra Üseyd bir daha okumaya başladı. At yine hırçınlaştı.

Üseyd de artık okumaktan vazgeçti. Üseyd’in oğlu Yahya ise ata yakın bir yerde yatmakta idi. Atın çocuğa bir zararı dokunmasından endişe ederek çocuğu geriye çekti. Bu sırada başını kaldırıp göğe baktığında, beyaz bulut gölgesine benzer bir sis içinde kandiller gibi birtakım şeylerin parlamakta olduklarını gördü ve nihayet gözden kayboldular. Sabah olduğunda bu hadiseyi Nebi (s.a.v.)’e anlattı. Efendimiz (s.a.v.) ona:

“Oku ey Hudayr oğlu, oku ey Hudayr oğlu!” buyurdu. Useyd (r.a.): “Yâ Rasûlallah! Atın Yahya’yı çiğnemesinden endişelendim. Çünkü çocuk ata yakın bir yerde idi.” deyince, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) ona: “Bilir misin onlar nedir? Ey Useyd, onlar meleklerdi, senin sesine yaklaşmışlardı. Eğer okumaya devam etseydin sabaha kadar seni dinlerlerdi. İnsanlar da onlara bakardı. Halkın gözünden gizlenmezlerdi.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Fezâilu’l-Kur’ân 15)

İşte kardeşlerim, bakın biri namaz kılıyor, kılmış olduğu namazına rağmen kendisini haram bir şeyden alıkoyamıyor. Sahâbe’den Useyd b. Hudayr (r.a.) efendimiz ise, melekleri celp eden bir kalp hâli ile Kur’an okuyor. İşte kalbi Hz. Allah’a bu hâl üzere teslim olan bir insan Kur’ân okusa, melekler bu zamanda da onu dinlemeye iner. Bizler o kalp hâlinden mahrum olduğumuz için bu nimetlerden uzak kalıyoruz. Buna sebebiyet veren de; şu dünya hayatımızı şekillendiren ölçümüzün, Allah’ın hoşnut olduğu, Peygamber Efendimizin yolu olan ölçüye uymamasıdır. Kendimizi, dünya hayatının bir gereğiymiş gibi, bizim gibi Allah’a hesap verecek olan insanlara göre şekillendirmemizdir.

Diğer bir misal ise toplumumuzu çok ilgilendiren miras taksimidir. İnsan öldüğü zaman, sahip olduğu dünya malı Allah’ın emri üzere geride kalan evlatlarına, yakınlarına taksim olunur; ancak ülkemizin birçok yerinde kız çocukları çeşitli yollarla Allah’ın tahsis etmiş olduğu bu haktan mahrum bırakılır. Müslüman kardeşim! Allah (c.c.), kuluna bunu hak olarak tahsis etmiş. Sen ise “neden, niçin?” diyorsun. Senin vazifen, bu mevduatı Cenâb-ı Hakk’ın emrine uygun olarak taksim etmek, O’nun bu hususta hoşnut olacağı şeyle yetinmek değil mi?

İşte bu hadiseler, kalbimizin, manevî hayatımızın şekillendiği, hatları ince çizgilerle belirlenmiş olan yerlerdir. Namazda ağlamakla iş bitmiyor. Eğer önüne çıkan dünyevî veya uhrevî bir menfaat karşısında kalbin hiçbir tereddüt göstermeden Allah’ın razı olduğu tarafa meylediyorsa, manevî hayat hayır üzere şekillenmeye başlamış demektir. Bir mesele veya düşüncenin doğruluğunu ölçebilmek için bütün eksikliklerin kendisi ile tamamlandığı, bütün yanlışlıkların kendisi ile doğruluğa kavuştuğu mutlak doğru ve mutlak mükemmel olan bir ölçü lazım ki, hiç şaşmadan, yanlışa düşmeden kalp doğruya teslim olsun. Bu ölçü, elbette ki Kur’an ve onun yaşayan numunesi Peygamber Efendimizin Sünnet-i Seniyye’sidir. İnsan bu güzel yola tutunmakla ‘Ahsen-i takvîm’ vasfını muhafaza eder. Bunlardan uzaklaşmakla ise, ‘esfele sâfilîn’ derekesine düşer.

Bu Ölçülerdeki Manevî Hayatı Nasıl Elde Edeceğiz?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka hariç hepsi ateştedir.” (Sahâbeler): “O (fırka) kimdir ya Rasûlallah?” dedi. (Rasûlullah): “Ben ve ashâbımın üzerinde (bulunduğu yolu takip eden) fırkadır.” buyurdu. (Tirmizî, İman 18)

Sahih Bir İtikat:

Her şeyden evvel inanç ve itikat olarak ehl-i sünnet ve’l-cemaat dairesinde olmalıyız. Bundan sonra ise Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını muhafaza etmemiz gerekiyor. Allah (c.c.) bizlere neyi emretmiş ise onu yerine getireceğiz, neyi yasakladıysa onlardan da kaçınacağız.

Farz ve Nafile İbadetlere İhtimam Göstermek:

Cenâb-ı Hak (c.c.) bir kutsî hadiste: “Kulum, ona farz kıldığım şeyleri yerine getirmekten bana daha sevgili olan bir şeyle bana yaklaşmadı.” (Buhârî, Rikâk 38) buyuruyor. Demek ki bir mü’minin, sahih bir itikattan sonra ilk olarak, farz ibadetleri yerine getirmesi ve haramlardan şiddetle kaçınması gerekmektedir. Bu farzlar; namazların muhafazası, zekât vermek ve hac vazifesini yerine getirmekle beraber Ramazan orucunu kâmilen tutmaktır ki, bunlar İslâm’ın şartlarıdır. Bunlar olmadan iç dünyamızın şekillenmesi muhaldir kardeşlerim.

Cenâb-ı Hak (c.c.), aynı kutsî hadisin devamında; “Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu severim.” buyuruyor.
Nafileler; farz ibadetlerin haricinde Peygamber Efendimizin tarif ettiği amellerdir. Meşru olan bütün işlerimize besmeleyle başlamak; teheccüd, kuşluk ve abdest namazı gibi nafile namazlara; pazartesi perşembe, Aşûre ve Arefe günü gibi oruçlara dikkat etmek, selâmı yaymak, özellikle de evlerimize selâm vererek girmek nafile ibadetlerdendir.

Ayrıca sadaka vermeyi ahlâk edinmek, cimrilikten sakınıp cömert olmak ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Allah (c.c.) ...cömerttir, cömertliği sever.” (Tirmizî, Edeb 41) buyuruyor.

Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği ahlâklar ile ahlâklanmak, katı kalpli olmayıp merhametli olmak, kul hakkına, özellikle de komşu hakkına riayet etmek şarttır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz!” buyurdu. “Kim yâ Rasûlallah?” dendiğinde ise (cevaben): “Komşusunun şerrinden emin olmadığı kimse.” buyurdu. (Buhârî, Edeb 29)

Manevî hayatı kazanma yolu, Peygamber Efendimiz’e tabi olmaktır. Yoksa biz kendi başımıza manevî bir hayat kazanamayız. Kazandığımız sadece, terk etmeyi kendimize yakıştıramadığımız şu dünyanın boş ve faydasız işleri olur. Cenâb-ı Hak hepimizi muhafaza etsin!

Cenâb-ı Hakk’ı ve Peygamber Efendimiz’i her şeyden daha fazla sevmek, Kur’an ile irtibatımızı muhafaza etmek, Sahâbe-i Güzin ve Ehl-i Beyt efendilerimize sevgiyi sadırlarımıza yerleştirmek, sürekli tevbe ve zikir hâlinde bulunmak da Hak katında makbul bir manevî hayat için elzemdir.

Manevî Hayatın Önündeki Engeller:

Genel itibari ile yapılması gerektiği halde terk edilen hayırlardan uzak oluş, Cenâb-ı Hak ile kul arasında olması gereken manevî bağın oluşmasına engeldir. Bununla beraber işlediğimiz bazı fiiller vardır ki, onlar da bu bağın tamamen yok olmaya yüz tutmasına sebep olur.

Bunlar:

1- İtikatta Ehl-i Sünnet yolunun dışında olmak.

2- Haramları irtikâbın çoğalması, adeta içki, kumar, faiz ve fuhşun meşru hale gelmesi ve haramlarla iç içe yaşama. Unutulmamalıdır ki; haramlar, kul ile Cenâb-ı Hak arasındaki bağın kesin çizgilerle koptuğu yerdir.

3- Aile hayatında İslâmî prensiplerin terk edilmesi.

4- Gençlik nimetinin kadrinin bilinmemesi.

5- Malayani ile iştigal ve zaman israfı: Faydalı yönde kullanmak müstesna, televizyon ve bilgisayar karşısında akıl ve azaların zayi edilerek ömür sermayesinin tüketilmesi.

Bu gün birçok Müslüman, camiye gidiş gelişini, kıldığı namazları seyrettiği dizilere göre ayarlıyor. Bu, namaz kılan mü’minlerin evinde cereyan eden bir hadisedir.

Namazı bir diziden önceye veya sonraya alırsak Allah aşkına bizde manevî hayat nasıl oluşacaktır? Seyredilen dizinin kalbe yaptığı tesir ile namaz içerisinde “Falan şöyle yapsaydı, filan şöyle deseydi daha iyi olurdu” düşüncesi ile hangi manevî hayat elde edilebilir? Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda olma şuurundan uzak, artistlerin, dizi isimlerinin içinden film şeridi geçtiği bir yere dönüşmüş bir kalp ile kılınan namaz, “mü’minin miracı” olma vasfını kaybetmiş olmaz mı? Kulun Allah’a en yakın olduğu an, secde anıdır. Ama kalp, bu tür perdelerle örtülürse, o namaz sadece yatıp kalkmaktan başka bir şey olmaz.

Bir ev düşünün. Kapı ve penceresi yok, üzerinde çatısı yok. Evin içi her türlü necasetle dolu. Evin sahibi ise, bu evin gerek iç gerek dış görünüşüyle mükemmel, bir toz bile barındırmayacak kadar temiz ve her türlü necasetten arî olduğunu iddia eden bir insan.

Evden maksadımız insanın gönlü, iç âlemidir. Kapı ve penceresinin olmayışı içeriye her türlü haram girişinin açık oluşudur. Evde bulunan necaset ise kazandığı günahlardır. Böyle bir evin sahibinin, evinin güzelliğinden bahsetmesi ne kadar boş ve faydasız bir iddia ise, kalbi bu hal üzere olan bir insanın manevi hayatının güzel olduğunu iddia etmesi de o kadar boş ve batıldır.

Abdulkadir Geylanî (k.s.) efendimiz bir sohbetinde şöyle buyuruyor: “Asıl mahrumiyet, Allah’ı kaybetmektir.” Yani insanın mahrum olduğu şeylerin en büyüğü, Hz. Allah’a yakınlıktır. Allah ile bağı kesilen ve Yaratan’ını kaybeden insan, en zavallı insandır, asıl mahrum da odur. O yüzdendir ki kardeşlerim, gerçek saltanatın ve hükümranlığın, Arş’ın ve Kürsü’nün sahibi olan, bütün kullarını mahşer günüde toplamaya kadir olan, öldürüp dirilten Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna, O’nu kaybetmiş olmanın mahrumiyetiyle çıkmayalım. Maneviyatımızı muhafaza etmek için ömrümüzün kıymetini bilelim.

O günde hiç kimsenin kimseye faydası yoktur. İşte ‘Üç Aylar’ önümüzde, bunu kendimiz için hayra vesile bilelim. Üzeri örtülen kalbimizi Cenâb-ı Hakk’a ibadet ve itaatin berraklığı ve iştiyakıyla imar edelim.

Yaratılışımızın gayesi olan kullukla Rabbimize yeniden yönelelim inşallah.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • serkan

    ALLAH razı olsun şöyle bir durum değerlendirmesi yapabilmemiz için güzel ve faydalı bir yazı olmuş

  • Cafer CEYLÂN

    Rabbim doğru yola, doğru yola ilettiğin kimselerin yoluna biz mücrimleri (günahkâr) ilet... Karanlığın, bataklığın içinde debelenen, yolunu bulamayan, isyanlara dücâr olmuşlardan eyleme... Amin... Öncelikle Muzaffer YALÇIN Hocaefendiye, manevî hayatımıza ilişkin yaptığı aydınlatıcı sohbetlerinden dolayı teşekkür ederim... Allah kendilerini nice hayırlara vesile kılsın... Üç Aylar''ın içerisindeyiz. Allah''ın kendisinde bereketler, hayırlar yarattığı günlerin var olduğu Üç Aylar, kıymeti bilinmesi gereken müstesna zamanlardır. Allah bu aylarda günahları fazl-ı keremiyle yarlıgar, dereceleri âli kılar, bizlerin taktir edip bilmeyeceği nice hayırlar yaratır... Hayat, sağlık, gençlik nimeti ne büyük bir nimettir!... Tevbe etmeye, hayırlara koşmaya fırsat ve imkân verilmiştir. Unutmayınız!... Rabbimiz''in hayat, sağlık, gençlik nimetini elinden aldığı nice kulları da mevcuttur. Bizler de bunları müşahede edip duruyoruz. Öncelikle insan kendi nefsine hitap etmelidir... Hastalık bizdedir, menevî hastalık... Ne kadar da asi ve nankör olduk; madden altımıza, manen yukarımıza bakmayarak beterin beterini unuttuk; hafif bir rüzgârda hemen düşer olduk... Selâm hidayete ( Kur''an ve Sünnet''e) tâbî olanların üzerine olsun... Dua ile...

  • İlhan öztürk

    Esselamualeyküm Efendimden Allah razı olsun bizler icin cok güzel bir rehber mükemmel bir yol gösterici o feyizli bereketli sohbetlerinden Rabbim mahrum etmesin ömrümüzün son nefesine kadar da bizi bu yola hizmetci kılsın inşallah

  • mehmet dinç

    güzel bir sohbetmis.müstefit oldum.Allah razı olsun

  • ilhan / üsk./ ist.

    SA.Bir hizmet yarışında bugün 64. sayısına ulaşan rehber dergisi tüm ihvan kardeşleri kucaklayarak, Ümmeti muhammed'e en güzel şekilde hizmet etmenin çalışma gayreti içinde olduğunu biliyoruz. Bu minval de efendimiz başta olmak üzere, değerli hocalarımızın ve ihvan kardeşlerimizin Mirac gecesi tebrik eder, Yaratılışımızın gayesi olan kullukla rabbimize yeniden yönelmek dileği ile

5 kişi yorum yazdı.