Özlenen Rehber Dergisi

69.Sayı

Tâlib'in Seyr Hâllerinde

Bismillâhirrahmânirrahîm.

İnşallah bugün bir sohbet yapıp sonra da Cenâb-ı Hakk’ı zikredeceğiz. Ondan sonra gideceğiz.

Peygamber (s.a.v.) Efendimizin hayatını iki dönemde inceleyebiliriz: Mekke dönemi ve Medine dönemi... Burayı iyi dinleyin yalnız! Mekke döneminde çok sıkıntılı bir zaman atlatmışlar. Çünkü burada yalancı, sahte, üç yüz-beş yüz tane (ilâh zannedilen) putlar vardı. Herkesin inancı öyleydi. İnançla savaşmak çok ağır bir şeydir. İnsan inandığından çabuk çabuk dönmez. O bakımdan kötüye de saplansa dönmez; iyiye de saplansa dönmez, zordur. Zor döner. İşte bu zulüm ortamında Allah (c.c.), Rasûlullah’ı (s.a.v.) Mekke’de yetiştirdi elhamdülillah. Çıkarttı, besledi, terbiye etti, yetiştirdi ve insanların arasına saldı; Allah’ın vahdaniyetini, kendi risâletini tebliğ etmek üzere.

Mekke döneminde (mufassal olarak) amele taalluk eden hiçbir âyet gelmemiştir. Mekke’de tecelli eden âyetler hep imana taalluk eden âyetlerdir. Allah’ın vahdaniyetini, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini ve O’nun sıfatlarını sayan âyetler gelmiştir. O’nun kudretini öğreten âyetler gelmiştir. Hacca git, zekât ver... Haramdır, helâldir... Bu gibi âyetler (tafsîlî olarak) Mekke’de gelmedi. Hikmeti nedir? Çünkü orada inançsızlık var. Orada puta tapma var. En zor şey inandığından döndürmektir. Rasûl-i Kibriya (s.a.v.) Hazretleri o dönemde, işte böyle sıkıntılı bir ortamda geliyor. O kadar sıkıntılara, o kadar hakaretlere maruz kalıyor; ama vazifesini korkmadan, çekinmeden yapıyor, bir an bile suiistimal etmiyor. Bakın, bizler de ne kadar sıkıntı çekersek çekelim, Efendimiz’in (s.a.v.) yolundan bir an dahi ayrılmamamız lazım. Bize güzel bir örnek!

O kadar sıkıntı çekmiş ki! Yalnız başına... Bir şey vermemişler, satmamışlar, yedirmemişler, konuşmamışlar, taşlamışlar, hakaretler etmişler... Bunların hepsini çekmiş, hepsini kabul etmiş, karşılık vermemiş ve Allah’ın vahdaniyetini iman tohumunu oraya saçmış elhamdülillah; ama ne kadar sıkıntı çekmiş orada! Taif’teki halleri... O taşlamalarını göz önüne getirdiğin zaman insanın aklı gidiyor. O kâfirler, Mekke’nin müşrik kâfirleri, o zalim insanlar, hep birleşiyorlar Rasûlulllah’a karşı; ama O hiç aldırmıyor. Allah’ın vahdaniyetini anlatıyor, orada Cenâb-ı Hakk’ın vahdaniyetini birliğini, bir olduğunu yayıyor. İman tohumu orada atılıyor ve onun meyvelerini elhamdülillah, Medine’de devşiriyor. Tohum orada atılıyor; meyveleri Medine’de devşiriyor. Ve zaman geliyor, Cenâb-ı Hak hicret emrediyor. Gidiyor Medine’ye. İkinci dönem başlıyor, Efendimiz’in (s.a.v.) ikinci dönemi başlıyor. 1) Mekke dönemi; 2) Medine dönemi...

Medine döneminde amele taalluk eden âyetler geliyor. Oruç, zekât, hac, haram-helâl, namazların tekâmülü, Cuma namazı gibi ve diğer bütün hükümler Medine’de geliyor ve orada amel yapılıyor. Artık orada cihad var, oruç tutma var, nafile oruç tutma var, sünnetler var, her gün bir şeylere alışma var, onları tatbik etme var; ama Mekke’de böyle değildi. Medine’de, her gün Rasûlullah’ın konuştuklarını dinleme var. Mesela, Medine dışında bahçeler vardı, oradaki insanlar nöbetleşe geliyorlardı Rasûlullah’ın yanına. O mahallede on beş kişi varsa bu gün onların yedi-sekiz kişisi geliyordu, öteki yedi-sekiz kişi ise dünya işleriyle uğraşıyordu. Onlar Efendimiz’in (s.a.v.) huzurunda ne işittiler ise onu aktarıyorlardı. Yarın ve öbürsü gün ötekiler geliyordu. Onlar da hem dünya işlerini yürütüyorlar, hem de bir taraftan din işlerini yürütüyorlardı.

Bakın, ne muazzam bir tablo var! Demek ki, bizim de yapacağımız, hem dünya işlerini bir taraftan yürüteceğiz, hem de bir taraftan din işlerini alışacağız. Ve eğer onlar Rasûlullah’ın yanına huzuruna gelmeselerdi, o günkü emirleri unuturlardı, hatta bilemezlerdi ve oradan mahrum kalırlardı; ama hiç fire vermediler. Ve böylece yükseldiler. Amel yapa yapa yükseldiler. Kendilerini yükselttiler. Hatta öyle dereceye geldiler ki, (Peygamber Efendimiz ile sürekli birlikte olma özlemleri sebebiyle), Rasûlullah (s.a.v.) onlar için:

“Her kim Medine’de ölmeye güç yetirebilirse orada ölsün. Zira ben, orada ölen kimseye şefaat ederim.” (Tirmizî, Menâkıb 67) “Kim Medine’de ölebilirse ölsün! Benim şefaatim ona vacip olur” buyurdu.

Ancak onlarda öyle bir iman, öyle bir Allah aşkı vardı ki, (Medine’de, Peygamberimiz’in yanında kalmayı çok istemelerine rağmen, kendilerini tercih etmeyip, İslâm’ın yayılması uğrunda) bu tevhid tohumunu, bayrağını, tâ Çin’e, İstanbul’a, Kıbrıs’a, Avrupa’ya, dünyanın her tarafına yaydılar... Düşünün, o zamanda ayaklarının altında doğru dürüst ayakkabıları bile yoktu, altlarında atları yoktu, silahları yoktu, üç beş kişi gitti Konstantiniyye’ye... (Üç-beş kişiyle) ne yapacaklar orda? (Medine’de kalabilirlerdi ancak; İslâm uğrunda) hep şehit düşmüşler. Bakın, bu din uğruna bu şekilde zahmetler çekilmiş... Amel yapmak, Allah’ın emrini tebliğ etmek için gelmişler.

Şimdi;

Avam halkın durumu Mekke dönemi gibidir. İyi dikkat edin! Halkın durumu Mekke dönemi gibidir. İmanla imansızlık arasında boğuşur dururlar. Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’inde:

يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوٓا اٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ ...

“Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlü’ne... iman edin...” (en-Nisâ, 4/136) diyor. İşte bu âyet, her ne kadar ğayr-i müslimler hakkında ise de müslümanların da bu âyetten ibret almaları lazım. Kendilerine hisse almaları lazımdır. Çünkü vurdumduymaz bir halde, bir ‘lâ ilâhe illallah’ diyor; namaz yok, abdest yok, her türlü kötülük var, ne Allah’ı dinliyor ne Rasûlullah’ı! Bu âyet, onların tespiti aynı zamanda. Onlar da oradan alacaklar, alışacaklar. Her ne kadar gayr-i müslimler hakkında ise de onlar da paylarını buradan alacaklar.

Şimdi;

Demek ki avam halkın hâli Mekke dönemi gibidir. Yani Allah onlara eğer lütfeder de bir yol açarsa, bir mürşide yol açarsa -nasıl ki oradaki insanlara Peygamberin yolunu açtıysa- mürşid onlara ilk önce tevhid tohumunu verir. “Durmadan ‘Lâ ilâhe illallah’ söyle, ‘Allah’ söyle!” der ve (tâlip) durmadan zikreder. Zikrettikçe hoşuna gider. Çünkü her letâifi boş. Nur doldurur letâiflerini ve bütün makamâtını ve onları yaptıkça Allah’ın zikri hoşuna gider...

Menkıbeleri okudukça hoşuna gider... Hikâyeler, rüyalar, bunlarla imanı kuvvetleşir. Meselâ, anasının süt çocuğunu emzirmesi gibi süt çocuğu durumundadır bu anlattığım haller. Anası nasıl süt veriyordur, altını üstünü temizliyordur; işte menkıbeler, rüyalar, böyle güzel güzel söz konuşmalar, o sâliklerin, sûfîlerin (tâliplerin) hoşuna gider; ama (Mekke dönemi hallerinden Medîne dönemi hallerine) dönüş yaptığımız anda, işte o zaman o süt çocuğu babayiğit olmuştur. On beş yaşında delikanlı olmuştur. O zaman, et yiyor, yağ yiyor, bal yiyor ki vücut gelişsin diye. Ne oluyor burada pekâlâ? Burada herkes alıştı artık: Dini alıştı, imanı alıştı, yolu alıştı, Rasûlullah’ı bildi, Allah’ı bildi. Ne kaldı? Amel etme kaldı. Ameli de kendi yapacak, sünnetleri kendi işleyecek. Alışacak ki yükselsin, her sünneti yaptıkça yükselecek...

“Efendim, ben feyiz alamıyorum (diyorlar).” Yol açık! Sen kendin çalışacaksın. Kendin geçeceksin. Artık on beş yaşındaki çocuk: “Ana gel, bana süt ver!” demez. Kendin çalışıp, kazanıp yiyeceksin. “Ben feyiz alamıyorum!” İşte, nedir o? İlk dönemlerde Allah’ın zikrinden, o rüyalardan, o menakıplardan feyiz alıyordun. Çünkü için bomboştu. Allah’ın nuru doldu. Şimdi tekâmül sırasıdır. Şimdi yükselme sırasıdır. O da senin kendi elinde. Senin mürşidin sana yol gösterdi. Yol budur. İşte, Rasûlullah’ın yolu bu. Bunları yaptıkça yükselirsin. Artık, o da sana kalıyor. Her bir sünneti işledikçe Allah’a yaklaşıyorsun. Hatta öyle yaklaşırsın ki, Cenâb-ı Hak bir kutsî hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

“...Kulum bana, ona farz kıldığım şeylerden bana daha sev¬gili olan birşeyle yaklaşamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu severim. Ben onu se¬vince, artık onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum...” (Buhârî, Rikâk 38)

Bu (yakınlık sadece) farzları yaparken olmuyor, sünnetleri yaparken oluyor. İşte, Medine döneminde oluyor bu. Yani olgunlaştın, bildin, artık kimseden bir şey yok. Allah’tan alacaksın alacağını. Bizim dinimiz tevhid dinidir! Bizde başka yoktur! Tevhid dinidir! Allah’tan alacak herkes bizim yolumuzda! Peygamber’in yoludur! Sünnetleri işleyeceksin, hadis ezberleyeceksin, âyetleri (ezberleyip emirlerini) tutacaksın. Her birini yaptıkça yükseleceksin. Yükseleceksin... Öyle olursun ki, Allah’ın sevgilisi olursun. Allah seni bütün yaratıklarına ilan ettirir. Çağırır Cibril’i:

“Ey Cibril! Ben yeryüzünde filan kulumu sevdim (ve razı oldum) sen de sev!” buyurur. Cebrail (a.s.) gökteki bütün meleklere, bütün peygamberlere, bütün sâlih ruhaniyetlere, ins ve cinne, herkese onu bildirir ve böylece herkes Allah’ın sevdiğini tanır. Ve yeryüzündeki müslümanların kalbine de sevgi tohumu bırakır. Onlar da sevmeye başlarlar. (Bkz. Buhârî, “Bedü’l–halk” 6, “Edeb” 41; Müslim, “Birr” 157.)

Bu nasıl oluyor? Bu, kendi elinle oluyor. Kendin gayret edeceksin. Cenâb-ı Hak bir hadis-i kutsîde buyuruyor ki:
“...Hâlbuki ben, onlara kavuşmaya daha fazla iştiyak duyuyorum.” (Bkz. İhyâ Ulûmi’d-Dîn, c.3, s.8. Deylemî Müsned-i Firdevs’de Ebu’d-Derdâ (r.a.)’dan tahric etmiştir; Buhârî, Rikâk 41.)

“Sen bana bir adım atarsan ben sana on adım atarım...” (Müslim, “Zikir” 22)

Bak, Cenâb-ı Hak burada senden bir şey bekliyor. Yani ben oturayım, ‘(Allah) çeksin beni!’ Öyle iş yok!

وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ
“İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (en-Necm, 53/39)

Sen bir adım at. Allah sana on adım atar. Sen yürü. Allah koşarak gelir. Sen tembel tembel, ataletle evde yatar, sabah namazı kılmaz, dersini yapmaz, cemaate gitmez, vaiz dinlemez, kitap okumazsan; bunlar olmazsa kabahat kimin?! “Feyiz alamıyorum!” Allah seni belki yola getirir inşallah! Feyz almak kendi elindedir. Senin kendi elindedir feyiz almak. Sen bir adım atarsan, Allah da sana on adım atar.

Vaktimiz kısıtlı olduğu için, ben az dedim; ancak bu kadar yeter; ama bunu çok anlayın. Bunu çoğaltın da çoğaltın. Ömür boyu bu sizin işinize lazım. Bazı insanlar “feyiz alamıyorum!” diyor. Yapmıyorsun ki! Allah’ın, Rasûlullah’ın emrini sana gösterdik. Daha sana ne yapacağız ki biz? Bizim vazifemiz sana göstermektir, bildirmektir. Bunları yapınca Allah verecek dereceyi sana. Kul kula bir şey veremez! Kulun neyi var ki? Bende ne var ki size vereyim? Benim bildiklerim; “Allah’ın yolu bu, Rasûlullah’ın yolu bu, hadisler bu, sünnetler bu” size yolu gösteriyorum. Verecek olan Allah’tır! Hû!

Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • abdullah çetinkaya

    mubarek efendim geçen sohbetinde bu yazıyı insanların kendilerine vird edinmesini ve haftada 3-4 kere okunmasını istemişti.. hatta bu yazıyı büyütüp evimizin bir köşesine asmamızı istemişti..kardeşlerime duyrulur inş...cenabı anlayışımızı ziyadeleştirsin... muhabbetle..

1 kişi yorum yazdı.