Özlenen Rehber Dergisi

39.Sayı

İman-amel-ahlâk Birlikteliği

Mücahit HAŞİM Özlenen Rehber Dergisi 39. Sayı
İman nedir?

Bu soruya, birçok yorumlar yapılarak değişik cevaplar verilmiştir. İmânı, en geniş ve genel manasıyla Allah’ın Nebi’si; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaza ve kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır, şeklinde tarif etmişlerdir. İmanın başında gelen birinci unsur, Allah Teâlâ’dır. Zaten imandan asıl maksat da Hazret-i Allah’a inanmaktır. İmanın diğer unsurları olan melekler, kitaplar, peygamberler, âhiret, kader, hayır ve şerrin hepsine genel olarak baktığımızda, bize Sübhân olan Cenâb-ı Hakk’ı tanıtmak, bildirmek ve sevdirmek maksadına matuf olduklarını görürüz. Allah’a iman etmek diğer iman unsurlarını da beraberinde getirir. Allah’a nasıl iman edeceğiz? Bu sorunun cevabını bize Rabbimiz’in âyetlerini okuyup belleten, bilmediklerimizi ve asla da kendi kendimize bilemeyeceğimiz bilgileri bildiren, kısacası Kitap ve Hikmet’i öğreten en doğru haberci olan Allah’ın Nebisi’nden öğrenebiliriz.

Allah’a iman, Allah’ı tanımayı gerektirir. Peki, nasıl tanıyacağız? Rabbimizi, Kitabullah’ta, “O Allah ki; ...” diyerek tarif ve tavsif edilen isimleri, sıfatları ve fiilleri ile tanıyabiliriz.

Allah’ı bir şekle, bir kalıba sokamayız. Zira O, hiçbir şeye benzemez. Şekilden ve cisimden münezzehtir. Hem bütün şekil ve cisimlerin Hâlıkı da O’dur. Bütün noksanlıklardan berî, bütün kemâl sıfatlarla vasıflı olan da O’dur. Yine O’nu tanıma hususunda Nebiyy-i Ekrem’in bize öğrettiği, daha doğrusu emrettiği bir yol da tefekkürdür.

Tefekkürün en büyük ibadetlerden biri olduğu, bilinen bir gerçektir. İns ve cinnin yaratılış maksadı ibadet olduğuna göre, tefekkür, bunun için de büyük bir önem arz eder.

Evet, bir Hâlık ve mahluk söz konusu. Zaten iman dediğimiz husus da bu iki kelime arasında cereyan ediyor. Yaratılanın Yaratanı’nı bilmesi, kabul etmesi, O’na boyun eğmesi, emrine âmâde olması, O’nun azizliğini ve ebediliğini; kendisinin de âcizliğini ve fâniliğini kabul etmesidir iman. Yine kendisi yaratılan ve karşısındaki de Yaratan olunca, O’nun her şeyde tasarruf yetkisine sahip tek hükümran olduğuna inanmasıdır, iman. İmana bu zâviyeden baktığımızda karşımıza çıkan özellik “kulluk” oluyor. Yaratılış gayesinin ibadet, yani kulluk olduğunu belirtmiştik.

İşte Yaratan’la yaratılan arasında bir bağ olduğu ifade edilen imanın, Yaratan’ın yaratılana yüklediği gâye olan ibadetle bire bir ilişkisi vardır. Bu öyle bir ilişkidir ki, birinin varlığı diğerinin varlık sebebidir. Yani bu, iman eden ibadet eder demektir bir manada. İman eden salih amellerle iç içedir. Denilebilir ki amel, iman edenin en büyük vasfıdır.

Ehl-i Sünnet’e göre amel, imandan bir cüz değildir. Bu prensip genel bir hükmün ifadesidir. Yani bunu şöyle de ifade edebiliriz: Hiçbir ameli olmayanın da imanı olabilir. Tabii ki böyle bir kimsenin imanının olması için, bütün ibadetlerin farziyyetine inanması ve haramları da haram olarak kabul etmesi gerekir. Fakat amelsiz bir kulluk düşünülemediği gibi, bu hal, imanın en alt sınırını teşkil eder. Evet, günah işlemek insanı imansız kılmaz. Hatta büyük günahlar çukuruna düşen biri bile iman sahibi olabilir. Buhârî’de anlatıldığına göre içki yüzünden defalarca cezalandırılan birisine, sahâbeden birisinin lanet etmesi üzerine Nebiyy-i Muhtar (s.a.v.), lanet eden sahâbeyi uyarmış ve içki müptelâsı olan o kişinin Allah ve Rasûlü’nü sevdiğini belirtmiştir. Allah ve Rasûlü’nü sevmek ise imanın en büyük temel esaslarındandır.

Ancak şu unutulmamalıdır ki, amel, iman için koruyucu bir kalkandır. Amelsiz imanı muhafaza etmek çok zordur. Kur’ân’a baktığımızda hep “iman edenler ve salih amel işleyenler” şeklinde, iman ile amelin beraberce zikredildiğini görürüz. Böylece imanın olduğu yerde salih amelin de muhakkak olması gerektiği vurgulanıyor ve amelin, imanın olmazsa olmaz bir şartıymış gibi telakki edilmesinin gerekliliği ifade ediliyor.

İman edilecek hususlar bellidir. Allah ve Rasûlü’nden ne geldiyse hepsine toptan iman edilmesi gerekir. Onun için imanda eksilme veya artma söz konusu değildir. Fakat iman edenler arasındaki asıl fark, imandaki kuvvetten kaynaklanmaktadır. Bu sebepten dolayı mü’min daima imanını canlı, taze ve kuvvetli tutma gayretinde olmalıdır. Bu kuvveti ziyadeleştirmek için de salih amellerle iştigal etmek, iman-amel birlikteliğini iyi muhafaza etmek lazımdır. İman, kalbe yerleşen bir cevherdir. O cevheri cilalamak; paslarını dökmek; onun pırıl pırıl parlamasını sağlamak; karşısındaki iman ehline güven, imansıza da korku salmasını sağlamak lâzımdır ki, bu da Allah rızası için yapılan amellerle olur. Bu amellere misal verecek olursak; zikir, kalbin cilalanması ve parlatılması hususunda nebevî bir metottur. Yine tefekkür, Allah yoluna ve yolcularına hizmet de böyledir. Bunların her biri birer salih ameldir. Ve bir mü’minin kalbinde imanın güneş gibi parlamasına yardımcı âmillerdir.

Amellerin Cenâb-ı Hakk’ın katına yükselebilmesi için gerekli olan en önemli vasıf, imandır. Evet, amelsiz iman en alt seviyede olsa bile kabul görürken; imansız amelin hiçbir kıymeti yoktur. Burada bir sıralama yapmak gerekirse; önce iman gelir, sonra amel. Ameller, kıymetini imanla bulur. Halka hizmet Hakk’a hizmettir, ama hizmet edenin kalbinde Hakk’a iman varsa. Çalışmak da bir ibadettir, ama çalışanda Rabbi’ne karşı ubûdiyyet hâli varsa. İmansızın yaptığı ameller ıssız bir çölde görünen serap gibidir ki, onu su zanneder. Nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanı başında da inanmadığı Allah’ı bulmuştur. İnkâr edenlerin amelleri Nûr sûresi 39. âyette böyle bir misalle anlatılmıştır.

Mü’min sürekli olarak Allah’a itaat halinde olmalıdır ki, imanı, küfrün rüzgârlarına kapılıp savrulmasın. Çarşıda pazarda, evinde işinde, hazarda seferde, kıyamında kuûdünde ve yatar halinde, ferdî veya sosyal hayatında daima iman dairesi içerisinde ve itaat halinde bulunmalıdır. İşte böyle sürekli bir teyakkuz hali, yaratılanın Yaratan’ı ile bağını daha da canlı tutmasını; kendisine şah damarından daha yakın olan Hâlıkı’na kendisinin de bir yakınlık bulmasını sağlar ki, Garîb olan Mevlâmız bu güzelliği hepimize tattırsın.

Mü’minin, Yaratanı ile bu denli hem dem olmasının neticesinde ortaya çıkan husus ise, güzel bir ahlâktır. Kendisi ile irtibatını sürekli canlı tutma gayretinde olan kuluna Yüce Rabbimiz, kendi ahlâkından güzellikler bahşeder. Bu nimetten en çok hisseyâb olan ise şüphesiz ki irtibatı en canlı olan ve bizzat Rabbimizin terbiye ettiği Sevgili Peygamberimiz’dir. Zaten O, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir.

Nasıl ki imanla amel arasında sıkı bir münasebet varsa, imanla ahlâk arasında da öylece sıkı bir ilişki vardır. Hatta amelle ahlâk arasında da bu birliktelik söz konusudur. İman, amel ve ahlâk ayrılmaz bir üçlü gibidir. Amel imanın, ahlâk da amelin neticesidir. İmanın kuvvet derecesi ahlâkla ölçülebilir. Yani ahlâkı en güzel olanın imanı da o denli kuvvetli ve üstündür. İmanın, kalp ile tasdik, dil ile ikrar olduğu ve İslâm’ın da ‘güzel ahlâk’ olarak tevdi edildiği göz önünde bulundurulursa, iman ve ahlâkın ayrılmaz iki meleke olduğu görülür.

Bir mü’minin ameli ne kadar çok olursa olsun, ona kıymet bahşeden asıl hususiyet ahlâktır. Ahlâkı çirkin olanın yaptığı amellerin bir fayda sağlamayacağına dair rivayetlere dikkatlice bakıldığında ahlâkî güzelliğin kurtuluş için olmazsa olmazlar arasında olduğu hemen anlaşılır.

Efendimiz (s.a.v.) bir sohbetinde, ashabına müflisin kim olduğunu sorar. Onlar müflisin, malını mülkünü elinden kaybeden, zarar edip iflas eden kimse olduğunu söyleyince, Efendimiz (s.a.v.) asıl müflisin, âhirette bütün ibadet ve itaatleriyle geldiği halde ahlâkındaki olumsuzluklardan dolayı bütün sevapları elinden alınıp üzerine de günahlar yükletilen kişi olduğunu haber verir.

Yine Efendimiz’in, ibadetinin çokluğuyla beraber diliyle insanları inciten bir kadının Cehennem’de olduğunu; âbid bir kişiliğe sahip olduğu halde canlı bir hayvana karşı takındığı zâlimâne bir davranışı yüzünden Allah’ın rahmetinden mahrum kaldığını bildirmesi, insanları, amelle birlikte ahlâki güzelliğe davet ettiğinin ve amellerin ancak ahlâkla bir kıvama kavuşacağının açık göstergeleridir.

Âyet ve hadislere baktığımızda karşımıza çıkan tabloda en üst sırada iman ve ahlâkı görüyoruz. Yüce dinimiz amelden çok ahlâka, suretten çok sîrete, kalıptan çok kalbe önem vermiştir. Hatta mü’minin, gündüzleri oruçlu bulunup, geceleri de ibadetle meşgul olanların derecelerini güzel ahlâkıyla yakalayabileceği bildirilmiştir. Bu manada, Rabbimiz Teâlâ’nın, Nebisi’ni överken, O’nu, yaptığı ibadet ve itaatleriyle değil de güzel ahlâkıyla ön plana çıkarması dikkate şayandır.

Artık ahlâkını, övülen nebevî ahlâkla bezeyen mü’minin ibadet ve salih amellere ağırlık vermesi ‘derecetün alâ derece’, ‘nûrun alâ nûr’ olur.

Evet, netice olarak Yüce Yaratıcı ile arasındaki bağı ve yakınlığı sağlam bir zemine oturtabilmesi için Allah yolunun yolcusu olan kulun bu üç hususa önemle dikkat etmesi gerekiyor. İman, amel ve ahlâk dengesini iyi ayarlaması, bu birlikteliği asla zaafa uğratmaması gerekiyor. Ahlâksızlığın, ameli iptal ettiği, amelsizliğin de imanı günden güne yok olmaya doğru götürdüğü, imansızlığın ise hem ameli hem de ahlâkı hükümsüz kıldığı iyice idrak edilmelidir.

Allah’ım, imanlarımızı kemâle erdir; ta ki imanın halâvetini tadalım! Allah’ım, amellerimizi ziyadeleştir; ta ki sana yakınlık bulalım! Allah’ım, ahlâklarımızı Muhammedî ahlâka tebdil eyle; ta ki Sen’in rızanı bulalım!

İman, amel ve ahlâk birlikteliği açısından üzerinde hassaten tefekkür edilmesi gereken bir âyeti zikrederek yazımızı noktalıyoruz. Hakîm ve Alîm olan Allah Teâlâ Bakara sûresi 177. âyetinde şöyle buyuruyor: “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, muttakilerin (Allah’a karşı gelmekten sakınanların) ta kendileridir
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • ecren

    Daha da açık yazabilirdiniz yine de güzel olmuş...Allah razı olsun...

  • şeyda

    çok guzel bu sıte ınanları bu yonde gelıştırebılır sınız

  • gades

    güzel olmuş

  • kardeş

    güzel bir yazı olmuş kardeş tebrik ederim

5 kişi yorum yazdı.