Kur’an’ın Peygamber (s.a.v.) tarafından hayata geçirilmiş, pratiğe dökülmüş hali olan sünnet, Müslüman için bir yaşam biçimi ve istikamet muhafazasıdır. Sünnet; Kur’an’ın ışığında ve onun Rabbanî rehberliği çerçevesinde şekillenmiş Kur’an’dan ayrı bir şey olmayan değer, ölçü, mesnet olarak anlaşılmalıdır. Çünkü Sünnet, Kur’an’ın açıklanması ve hayata dönüştürülmesinin diğer adıdır. Bir başka deyişle Sünnet, yürüyen, yaşayan, ete kemiğe bürünen Kur’an’dır. ’Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size ayetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.’ (Bakara, 2/151) âyet-i kerimesinde geçen ’hikmet’ kavramının da ’sünnet’le yakın ilgisi vardır. Öyle ise Sünnet’in Kur’an ile çelişmesi asla mümkün değildir. Kur’an ve Sünnet’in ruhu, amacı ve hedefi aynıdır.
Vakıa bu iken birilerinin Kur’an ile Sünneti ayırmaya, aralarını açmaya kalkışması nefislerine zebun olduklarını ve akıl (?) dedikleri nesnenin kendilerini nasıl yarı yolda koyduğunu izhar etmektedir. Rabbim razı olacağı şekilde, Müslümanlar olarak yaşamayı bizlere nasip eylesin. (Âmin)
Sünneti nedir?
Makaleye başlamadan önce Sünnet’in ne olduğu üzerinde durmak konuyu anlaşılır kılması açısından önemlidir.
Sünnet, lügat manası itibarıyla, ’gidişat, -iyi ya da kötü- takip edilen yol’ demektir. Dini terim olarak ise;
Muhaddislere göre: ’Ahkâma ve amele esas teşkil etsin etmesin, yaptıkları ve içtinap ettikleriyle Allah Rasûlü (s.a.v.) Efendimizden bize intikal eden her şeydir.’ Yani, Allah Rasûlü (s.a.v.) Efendimizin şemailidir, hayat tarzıdır, sîretidir.
Usulcülere göre Sünnet: ’Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizden söz, fiil ve takrir olarak sâdır olan her şeydir.’ Yani, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin sözleri, davranışları ve ashabında görüp de men etmediği veya sükûtla tasvip buyurduğu hareketlerdir. Fukahaya göre ise Sünnet, hadisin müradifi/anlamdaşı, ya da müteradif/eş anlamlısı sayılır.
Sünneti neden öğrenmeliyiz?
Rasûl-i Ekrem Efendimiz evinde nasıl yaşardı? Sokağa nasıl çıkardı? Yolda nasıl yürürdü? Gördüğü insanlara nasıl davranırdı? Mescide vardığı zaman ne yapar, nasıl ibadet ederdi? İslamiyet’i öğretme metodu neydi? Henüz Müslüman olmayanlara karşı tutumu ve onlara İslam’ı tebliğ şekli nasıldı? İnsanlar bir yana, hayvanlara, hatta eşyaya karşı nasıl bir tavır takınırdı? Bütün bunları ve daha başka hususları öğrenmemiz; İslamiyet’i doğru şekilde yaşayabilmemiz Allah’ın Rasûlü’nü tanımamıza, Allah’ın Rasûlü’nü tanımamız da yaşadığı hayatı daha açık ifadeyle Sünneti, hadislerdeki İslam’ı öğrenmemize bağlıdır.
Bir hatırlatma;
Burada şunu dile getirmekte fayda vardır. İstikameti muhafaza adına bizlerin Sünnet’i öğrenmesi nasıl elzem ise Sünnet’in anlaşılması ve sahih bir şekilde öğrenilmesi için de ayrı ve özel bir çaba sarf etmek lazımdır.
Bu söylenenlere paralel olarak Asr-ı Saadet’te yaşanmış şu hadise mevzuu çok net ve açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Hz. Ömer (r.a.) halife iken bir gün Ebu Musa el-Eş’arî (r.a.) onu ziyarete geldi. Kapıda üç defa selam verdi, cevap alamayınca dönüp gitti. Hz. Ömer (r.a) onu sesinden tanımakla beraber meşgul olduğu için kabul edememişti. Meşgalesi bitince: ’Ebu Musa’yı içeri alın’ dedi. Onun beklemeyip gittiğini öğrenince kendisine haber gönderdi ve neden beklemeyip gittiğini sordu. Ebu Musa (r.a.) Sünnet’e göre davrandığını söyledi. ’Bir yere girmek için üç defa izin istenir, izin verilmezse dönüp gidilir, bunu Hz. Peygamber’den bizzat duydum’ dedi. Hz. Ömer (r.a.) o güne kadar böyle bir şey duymamıştı. ’Acaba Ebu Musa Peygamber’in söylemediği bir şeyin Sünnet olduğunu mu ileri sürüyor?’ diye düşündü ve birden ciddileşti. Hemen git ve bunu Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’den duyduğuna dair iki şahit getir. Aksi halde senin için iyi olmaz, dedi. Ebu Musa el-Eş’arî bunu Rasûlullah (s.a.v.)’den duyan iki kişiyi bulup getirmek suretiyle yakasını Hz. Ömer’in elinden kurtardı. Getirdiği şahitlerden biri ünlü sahâbî Übey İbni Kâ’b (r.a.) idi. Übey, halifeye Ashab-ı Kiram’a sıkıntı vermemesi gerektiğini hatırlatınca, Hz. Ömer (r.a.) Peygamber’den bizzat duymadığı bir şeyi araştırıp öğrenmek istediğini, başka bir maksadı bulunmadığını söyledi. (Buharî, Büyû’ 9, İsti’zân 13; Müslim, Âdâb 7; Tirmizî, İsti’zân 3)
Sünnet inanıldığı gibi yaşamaktır;
İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız, diye genel ve gerçek bir yargı vardır. Buna şu cümleyi de eklemek mümkündür: İnandığınızı, Sünnet örneğinde olduğu gibi yaşamazsanız, din diye bidatleri yaşamaktan kurtulamazsınız. Zira Müslümanlar için İslam’ı yaşamanın yegâne ölçüşü Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Sünneti’dir. Sünnet ise, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin, insanların öğrenmesi ve devam ettirmesi için uyguladığı amelî yoldur, yani din pratiğidir. Klasik bir benzetme belki ama dinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Peygamber yorumundan uzak olarak doğru ve sahih bir dinî hayattan söz etmek elbette ki mümkün değildir. Bu sebeple aslında ’inandığı gibi yaşamak’ demek, ’sünnet üzere, sünnette olduğu gibi, sünnetteki örneğe uygun olarak yaşamak’ anlamına gelmektedir.
Konunun zihinlerde sağlam yer edinebilmesi adına şu örnek pek manidardır; İran’ın yeni fethedildiği günlerdi. Ashab-ı Kiram’dan Ma’kıl b. Yesâr (r.a.) fethedilen bu topraklardan birinde vali veya kumandan sıfatıyla yörenin ileri gelenleriyle yemek yiyordu. Elindeki lokma yere düşünce onu aldı, lokmaya yapışan çeri çöpü üfleyerek temizledikten sonra onu ağzına attı. Zira bir hadis-i şerifte şeytanın yemek yerken bile insandan ayrılmadığı hatırlatılmakta, şayet lokmanız yere düşerse üzerine yapışanları temizledikten sonra yeyin, onu şeytana bırakmayın buyrulmaktaydı. (Müslim, Eşribe 133-135) Ma’kıl (r.a.) da öyle yaptı. Onun bu davranışını İranlılar yadırgadılar. Birbirlerine kaş göz işareti yaparak gülüştüler. Ma’kıl (r.a.)’ın yanında bulunan Müslümanlardan biri bu hale pek üzüldü. ’Efendim şu adamlar, önünde bu kadar yemek varken yere düşeni alıp yiyor diye sizinle alay ediyorlar’ diyecek oldu. Müslüman olduktan sonra hayatını Sünnet’e göre şekillendiren bu büyük sahâbî şu cevabı verdi: ’Bugüne kadar biz, lokması yere düşenlere onu temizleyip yemesini, bu nimeti şeytana bırakmamasını tavsiye etmişizdir. Bu adamlar bana gülmesin diye Rasûl-i Ekrem’den öğrendiğim bir sünneti terk edemem. (İbni Mâce, Et’ime 13; Dârimî, Et’ime 8)
Sünnet; gerçek dindarlıktır;
Gerçek dindarlık, dînî olanı dinde emredildiği ve Sünnet’te gösterildiği şekilde yaşamaktır. Emir ve yasakların kabulü ve yaşanması Allah’a itaattir. Uygulama biçimindeki itaat ise, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e yöneliktir. Böyle olunca sahih bir dinî yaşayış ortaya koyabilmek için temelde sağlam bir iman ve halis bir niyet ne kadar gerekli ise, uygulamada da Sünnet’e uygunluk en az o kadar lüzumludur. Nitekim ’...Ona uyun ki doğru yolu bulasınız.’ (A’raf, 7/158) ayetindeki Peygamber’e uyma çağrısı, Efendimiz (s.a.v.)’in sadece getirdiklerine inanmakla sınırlandırılamaz. Nitekim aynı ayette, ’Allah’a ve Rasûlüne iman edin’ emri verildikten sonra ’ona can-ü gönülden uyun.’ daveti yapılmaktadır. Bilinen bir gerçektir ki iman ve amel olarak Peygambere uymadıkça hidayete ulaşılamaz. Çünkü ’Sen sırat-ı müstakim’e çağırıyorsun’ ayetinde (Şûra, 42/52) ifade buyuruluğu üzere Peygamber Efendimiz daveti ve uygulamaları ile hidayet elçisi ve rehberidir.
Sünnet takip edilmesi gereken tek yoldur;
Dini Allah’ın razı olacağı doğrultuda yaşayabilmenin tek yolu Sünnet’e uygun bir hayat yaşamaktır. Aklı, heva ve hevesi, nefsanî arzuları, dünyevî çıkar ve beklentileri bir tarafa bırakarak olması gerektiği gibi dini Allah ve Rasûlüne has kılarak yaşamak, işte şu örnekte görüldüğü gibi: Abdullah İbni Ömer (r.a.) seferî iken Rasûlullah (s.a.v.)’ın Sünneti’ne uyarak dört rekâtlı farz namazları iki rekât kılmıştı. Emevîlerin Horasan valisi Ümeyye İbni Abdullah ona itiraz etti. Beş vakit namaz ile korku namazı Kur’an’da var; ama sefer namazı Kur’an’da yok dedi. Abdullah İbni Ömer (r.a.) ona şunları söyledi: ’Bak yeğenim! Biz doğru yolu yitirmiş ve hiçbir şeyden haberi olmayan kimseler iken Allah Teâlâ bize Muhammed (s.a.v.)’i peygamber gönderdi; bize her şeyi o öğretti. Dört rekâtlı farz namazları seferde ikişer rekât kılmamız gerektiğini yine ondan öğrendik. Biz onda ne görmüşsek aynen uygularız.’ (Nesâî, Salât 3, Taksîru’s-salât 1)
Sünnet dinin kendisidir;
Efendimiz (s.a.v.)’in; ’Dinin elden çıkışı Sünnet’in terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de Sünnet’in birer birer terkiyle ortadan kalkar.’ (Dârimî, Mukaddime 16) buyurması, dinin aslında Sünnet’ten gayrı olmadığını, Sünnet’in müdafaa ve yaşanmasının bir manada gerçekte dinin yaşanması anlamına geldiğini izhar eder. Yine bu noktada ’Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün Sünneti.’ (Malik, Muvatta’, Kader 3) buyurması da kişinin haktan ayrılmamasının ve yanlışa düşüp sapıtmamasının reçetesi mesabesindedir ki bu da Sünnet’in ’din’ olduğu manasına delil teşkil eder. Burada zihinlere şu soru gelebilir: Peki aksi durumda ne olur? Yani Sünnet’i dinin içerisine almazsak ya da daha anlaşılabilir ifadeyle Sünnet’ten uzaklaştırılmış, koparılmış bir din/İslam yaşamak istersek ne olur, bu mümkün müdür? Bu hayati öneme haiz olduğunu düşündüğümüz soruya verilebilecek en güzel cevap şu olur: Abdullah İbni Mesud (r.a.) şöyle dedi: ’Peygamberinizin Sünneti’ni terk ederseniz, sapıttınız gitti demektir.’ (Müslim, Mesacid 257; Ebu Davûd, Salât 46; Nesâî, İmamet 50; İbni Mâce, Mesacid 14; Ahmed İbni Hanbel, Müsned l) Ebu Davûd’un Süneni’ne ilk şerhi yazmış olan Hattabî, İbni Mesud’un bu sözünü; ’Hz. Peygamber’in Sünneti’ni terk ederseniz, İslamî emirlerden tek tek vazgeçe geçe -Allah korusun- bir gün küfre gitmiş olursunuz’ diye açıklamaktadır. (Mealimu’s-Sünen l/159)
Sünnet ifrat ve tefritten kurtuluştur;
En basit tarifle ifrat, söz ve fiillerde aşırı gitmek, tefrit de gevşek ve ihmalkâr davranmak. Dünyalık işlerde belki bir yere kadar anlayışla karşılanabilecek olan ifrat ve tefrit dini işlerde istikametten sapmama adına, kabul edilebilir bir davranış değildir. Müslüman’ın ibadet ve itikatta istikameti muhafaza adına Kur’an ve Sünnet’ten ödün vermemesi, Efendimizin (a.s.) yaşadığı hayata talip olması gerekir. Zikredeceğimiz şu örnekler mevzunun anlaşılması adına güzel numune mesabesindedir. Sa’d İbni Hişâm (r.a.) Hz. Âişe (r.anha)’ye gelerek evlenmeyi düşünmediğini, bekâr kalmayı arzu ettiğini söyleyerek annemizin görüşünü almak istemişti. Müminlerin annesi bu düşünceyi doğru bulmadı ve: ’Allah’ın Rasûlü sizin için güzel bir örnektir. (Ahzab, 33/21) âyetini okumadın mı sen? Rasûlullah evlenmiş ve çoluk çocuk sahibi olmuştur’ diyerek bekârlığın iyi bir şey olmadığını hatırlattı. (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI/ 112)
Yine konuyla alâkalı olarak Asr-ı Saadet’te henüz çocuk olan, Efendimiz (s.a.v.)’in duasıyla ilim deryası haline gelen Abdullah İbni Abbas (r.a.) eşinin âdet gördüğü günlerde ondan ayrı yatmayı dindarlığa daha uygun görmüştü. Bunu haber alan teyzesi ve Müminlerin annesi Hz. Meymûne ’Abdullah! Yoksa Rasûlullah’ın Sünneti’nden yüz çevirmeye mi başladın?’ diye onu uyardı. Rasûl-i Ekrem’in âdet gören eşleriyle aynı yatakta yattığını söyledi. (Buharî, Hayz 5; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI/332)
Sünnet rey’e, heva ve hevese tercih edilmelidir;
Sünneti, Efendimiz (s.a.v.)’e ittiba ve itaati hayatlarının vazgeçilmezi olarak gören Sahabe bu konuda tek ve tartışılmaz örnektir. Burada yüzlerce örneği zikretme yerine Hulefa-i Raşidîn’in hayatından birer kesit sunmanın mevzuu anlama noktasında yeterli olacağı kanaatindeyim.
Meymun bin Mihran (r.a.) dedi ki: ’Ebu Bekir (r.a.) bir dava geldiğinde Allah’ın Kitabı’na bakar, bulamazsa Sünnet’ten hüküm verirdi. Eğer Sünnet’te bulamakta güçlük çekerse; ’Siz Rasûlullah (s.a.v.)’ın Sünneti’nden bu hususta bir şey biliyor musunuz?’ diye Sahabelere sorardı. (Darimî, Mukaddime 20)
Hz. Ömer’in Hacerü’l-Esved’i öptükten sonra ona hitaben söylediği o meşhur cümleyi burada bir daha hatırlayalım ve Ashab-ı Kiram’ın, hikmetini bilmeseler bile Sünnet’i nasıl uyguladıklarını düşünüp ders alalım. Hz. Ömer (r.a.) Hacerü’l-Esved’e şöyle hitap etmişti: ’Senin bir taş olduğunu, kimseye bir fayda veya zarar vermeyeceğini biliyorum. Rasûlullah’ın seni selâmladığını ve öptüğünü görmeseydim, seni ne selâmlar ne de öperdim.’ (Buharî, Hac 50, 57)
Hz. Osman (r.a.) Bir defasında Mescidi Nebevinin ikinci kapısında oturup, kesilmiş hayvanın bir kürek kemiğini getirip yemiş, sonra kalkıp namaz kılmış ve şöyle buyurmuştur; ’Rasûlullah (s.a.v.) in oturduğu yerde oturdum, Onun yediğinden yedim ve Onun yaptığı gibi yaptım.’ (Ahmed bin Hanbel, Müsned I/62)
Hz. Ali (k.v.) bir konuda sünnet varsa bu hususta onunla amel edip kıyası terk yoluna gitmiştir. Mesela; ’Eğer din rey ile olsaydı ben ayakların üstündense altını mesh etmenin daha uygun olacağını düşünürdüm. Fakat Rasûlullahın (s.a.v.) üstüne mesh ettiğini bizzat gördüm.’ diyerek Sünnet karşısında kendi görüşünü terk etmiştir. (Ahmed bin Hanbel, Müsned I/95)
Sünneti hafife almak;
Sünneti hafife almak Hakk’ın gazabını celb etmeye fazlasıyla yetebilecek bir densizliktir. Çünkü bir şeyi, bir kişiyi hafife almak ona değer vermemek, tabir yerindeyse burun kıvırmak manalarına gelir. Tarih Sünnet’e ve genel olarak Efendimiz (s.a.v.)’e burun kıvırıp hafife alanların akıbetlerinin örnekleriyle doludur. Burada hepsini zikredebilmemiz tabi ki imkân dâhilinde değildir. Biz mevzunun hatırda kalması mahiyetinde birkaç örnek vererek yetineceğiz. Buharî’nin kaydettiğine göre, Mekke döneminde Kâbe çevresinde bulunuyorken Necm sûresindeki secde âyetini okumuş olması sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.v.) ve müminlerin secde ettiklerini gören ve ’bana bu yeter’ diyerek yerden aldığı bir avuç çakıl taşını veya toprağı oturduğu yerde alnına koyan yaşlı bir kişi, neticede kâfir olduğu halde öldürülmüştür. (Buharî, Sucûdu’l-Kur’an 1)
Yine Peygamber (s.a.v.) Efendimizin, ’Sağ elinle ye!’ uyarısına, kibirlenerek ’yiyemiyorum’ diye cevap veren Busr İbni Ra’i’l-ayr’a, Efendimizin, ’yiyemezsin tabi’ demesi sonucunda Busr’un sağ elini bir daha ağzına götüremediği bilinmektedir. (Müslim, Eşribe 107; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV/46)
Güneş doğduktan sonra, -bir rivayete göre ise batmak üzere iken nafile namaz kılmaya kalkışan bir başka Müslüman ikaz edilince; ’Ne yani, Allah’ın bana, namaz kıldığım için azab edeceğini mi söylemek istiyorsun?’ diye mantıklı görünen bir cevap vermiştir. Ancak ikazı yapan tabiûn neslinin ileri gelen âlimlerinden Said İbni’l-Museyyeb, bu defa ona hiç beklemediği çok çarpıcı bir cevapla mukabele etmiş ve dolayısıyla Müslümanlarca asla ihmal edilmemesi gereken bir gerçeği hatırlatmıştır: ’Allah sana namaz kıldığın için değil, Sünnet’e uymadığın için azab eder!’ (Abdürrezzak, Musannef, III/52; Dârimî, Mukaddime, 39)
Efendimizin her yaptığı ve söylediği Sünnet midir?
Günümüz aklı ile dini değerleri değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan en anlamsız arıza Efendimiz (s.a.v.)’in her söylediğinin, her yaptığının Sünnet olup olmayacağı, tatbik edilip edilemeyeceği hususudur. Konuya Kur’anî ifadelerle yaklaşırsak Allah (c.c.) Kur’ân-ı Kerim’de: ’O heva ve hevesinden konuşmaz, O’nun söyledikleri kendisine vahyolunandan başkası değildir.’ (Necm, 53/3-4) ’Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının.’ (Haşr, 59/7) ’Her kim o Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.’ (Nisâ, 4/80) buyurmaktadır. Burada bize düşen ’hayatımızı ne kadar O (s.a.v.)’nun hayatına benzetebilirsek o kadar mesut ve bahtiyar oluruz’ anlayışını yakalayabilmektir. Değilse nefis ve şeytan zaten onlarca bahaneyle bizi bu hakikatten uzaklaştırma gayreti içerisindedir zaten.
Aklında, Sünnet’e karşı ’beşerî’ olarak yapılanlar, ’nebevî’ olarak yapılanlar ayrımı olanlara kapak olması dileğiyle şu yaşanmış güzellikleri zikretmek yeter de artar bile;
Rasûlullah (s.a.v.) Cuma günü minbere çıktığında cemaate; ’oturun’ buyurur. Bu hitabı henüz yolda iken işiten Abdullah bin Mesud (r.a.) bulunduğu yere oturuverir. Bunu öğrenen Efendimiz (s.a.v.) Ona: ’Allah senin itaatini artırsın’ diye dua etmişti. (Ebu Davud, 1091; Abdürrezzak 3/211, Hâkim, Müstedrek, 1/423 Benzer bir hadise Abdullah bin Revaha (r.a.) içinde zikredilmektedir. Bkz; Nureddin el-Heysemî Mecmau’z-Zevaid, 9/316, çev. Fikret Güneş, Ocak Yayıncılık, İst. 2010)
İbni Ömer (r.a.) Efendimiz (s.a.v.) Kâbe içerisinde nerede namaz kıldığını Hz. Bilal (r.a.)’dan öğrenmiş ve orada namaz kılmıştır. (Buharî, Salât 96; Müslim, Hac 388) Efendimiz (s.a.v.)’in Zî-Tuva denilen yerde geceleyip, sabah olunca namazını kıldığını, guslettiğini ve Seniyyetü’l-Ulya’dan Mekke’ye girdiğini haber vermiş, kendisi de böyle yapmıştır. (Buharî, Hac 38) Yine İbni Ömer (r.a.) Mekke ile Medine arasında Efendimiz (s.a.v.)’in gölgelendiği ağaca gidip onu sulamıştır. (İbnü’l Esir, Üsdü’l-Gâbe 3/341) ve yine o büyük Sahabi, Efendimiz (s.a.v.)’in öyle yaptığını gördüğü için yakasının düğmeleri çözük vaziyette namaz kılardı. (İbni Sa’d, Tabakat 4/175; İbni Huzeyme 779)
Cabir bin Abdullah (r.a.) ikinci bir giysisi olduğu halde Sünnet’e uymak için tek bir giysi ile namaz kılardı. (Müslim, Salât 283; Beyhakî 2/239) Enes Bin Malik (r.a.) sırf Efendimiz (s.a.v.) seviyor diye kabak yemeğine iştah duymaya başlamıştır. (Buharî, Et’ime 33; Malik, Nikâh 51) Meymûne (r.anha) Rasûlullah (s.a.v.) yemediği yemeği yememiş ve ’ben ancak Rasûlullah (s.a.v.)’ın yediğini yerim’ buyurmuştur. (Ahmed, Müsned 1/326; İbni Saad, 1/395) İbni Ömer (r.a.) Mekke yolunda devesinin başından tutup çevirmiş ve ’Belki devemin ayakları Rasûlullah (s.a.v.)’ın devesinin ayak izlerine basar’ demiştir. (Ebu Nuaym, Hilye, 1/310; Ahmed bin Hanbel Müsned, II/32; Şeybanî, Muvatta 516; Malik, Muvatta, Hac 69)
Kurtuluş Efendimiz (s.a.v.)’e ittibadır;
Dünya ve ahret saadeti İslam’ı yaşamakladır. İslam’ı yaşamak ise Kur’an ve Sünnet’e uygun bir yaşam sürebilmekten başka bir şey değildir. Bu da Efendimiz (s.a.v.)’e ittibadan, ona uymaktan geçer. Sahabede olduğu gibi. Onlar, Efendimizin Sünneti’ne ittiba etmişler, sadece ittiba etmekle kalmamış etraflarındaki insanları da bu hususta Sünnet’e ittibaya yönlendirmişlerdir. Onların Rasûlullah’ın Sünneti’ne azimetle tabi olmalarındaki hassasiyetlerini şu rivayet çok güzel ifade etmektedir:
’Bir gün Abdullah b. Muğaffel (r.a.), arkadaşlarından bir adamı (sapanla veya parmaklarıyla) taş atarken gördü ve: ’Böyle taş atma! Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) (sapanla veya parmaklarla) taş atmayı yasaklar, kerih görürdü. Ayrıca onunla ne düşman kırılıp geçirilir, ne de av avlanır; ama o göz çıkarabilir, diş kırabilir’ dedi. Bundan sonra onu yine böyle taş atarken gördü. Bunun üzerine ona şöyle dedi: ’Sana, bunu Rasûlullah (s.a.v.)’in yasakladığını haber vermedim mi? Yine görüyorum ki böyle taş atıyorsun! Vallahi seninle ebediyen konuşmayacağım!’ (Dârimî, Sünen 446)
Ashab, Rasûlullah (s.a.v.)’in yapmış olduğu fiillere, O, kendisine uyulmasını menetmediği sürece (visal orucu vs. gibi) tabi olurlar ve sebep araştırmazlardı. Rasûlullah (s.a.v.) önceleri altın yüzük kullanıyordu. Bir gün yüzüğünü çıkarıp attı ve ’Bundan böyle bunu hiç takmayacağım’ dedi. Bunun üzerine sahabeler de parmaklarındaki altın yüzükleri çıkarıp attılar. (Buharî, Libas 84)
Sahabe, Peygamberimizin Sünnetlerini ’O bir peygamberdir, bizden farklıdır. Biz kendi işimize bakalım’ yorumu ile değil, ’O’nun bütün hareketlerinin bize bakan bir yönü mutlaka vardır. Biz onu örnek almalıyız’ şeklinde algılamışlardır. Rasûlullah (s.a.v.)’ın Sünneti onların yaşam tarzını belirlemiş, hayatlarının her safhasını ihata etmiştir. Bu sebeple sünnetler arasında herhangi bir ayrıma gitmeden tümüne aynı sadakatle ittiba etmişlerdir. İbn Sîrîn anlatıyor: ’Abdullah İbn-i Ömer (r.a.) Müzdelife ile Arafat arasında bulunan Me’zemin boğazına gelince devesini çöktürdü, biz de çöktürdük. Arkadaşımla ben: ’Her halde namaz kılmak istiyor’ dedik. İbn-i Ömer’in devesinin yularını tutan kölesi; ’Hayır, namaz kılmayacak. Peygamberimizin burada inip, def-i hacet yaptığını hatırladığı için oda def-i hacet yapacak’ dedi.’ (Tergib ve Terhib, 1/47)
Sonuç;
Bütün bu rivayetlerin nihayetinde Müslümanın inandığı gibi yaşayabilip, gerçek dindarlığa ulaşabilmesi için takip edeceği tek çıkar yol Sünnet’tir. Çünkü Sünnet dinin aslı ve kendisi olmasının yanında ifrat ve tefritten kurtuluşun da yegâne ölçüsüdür.
Bu noktada kaybediş diyebileceğimiz arıza ise heva ve hevesi sünnetleri işlemenin önüne engel yapmak ve belki de Sünnet’i hafife almak olacaktır. Oysa Müslüman’a düşen Efendimiz (s.a.v.)’in yaptıklarına, emir ve tavsiye buyurduklarına azı dişiyle sarılmaktır. Çünkü kurtuluş, dini yaşayabilme ve hatta Kur’an’ı anlayabilme, Sünnet’e ittiba etmekle mümkün olabilecek nimetlerdir.
Kutlu Doğum; Bir Yaşam Biçimi Olarak Sünneti Seniyye...
Özlenen Rehber Dergisi 97. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.