Özlenen Rehber Dergisi

122.Sayı

O (s.a.v.)'ndan Önce, O (s.a.v.)'ndan Sonra..!

Murat GELEGEN Özlenen Rehber Dergisi 122. Sayı
Rabbimiz Teâlâ Rasûlullah (s.a.v.) efendimizi, varlığı, yaşantısı, ahlâkı, kısacası her yönüyle âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Gerek güzel ahlâkı, gerek insanlarla muamelesi sadece iman edenlere değil, bütün insanlara örnek teşkil etme mesabesindedir.
Bu bağlamda İslam tarihçileri birçok eserler yazmışlar ve O (s.a.v.)’nun âleme örnek hayat-ı şahanelerini ciltler dolusu kitaplarda zikretmişlerdir. Bu yazımızda, her bir özelliği, insanlığın temel taşı niteliğinde olan Nebi (s.a.v.)’in, ashabının kalbine ilmek ilmek işlediği ’İslam kardeşliği’ konusunu ele alacağız. Rabbimden, öğrendiklerimizle amel etme kuvvetini bahşetmesini niyaz ederim…
Öncelikle, bir şeyin mahiyeti ve değeri, ondan önceki ve ondan sonraki durum kıyaslanınca anlaşılır. İslam’ın en önemli hususlarından biri olan ’dinde kardeşlik’ konusunu da bu şekilde ele almak, herhalde mevzunun izahı için önemli bir ufuk açacaktır. Bundan dolayı konuyu iki başlık halinde incelemek gerekir.
1- Cahiliye dönemi
2- Asr-ı Saadet dönemi

***
1- Cahiliye Dönemi:
Cahiliyet, bilgisizlik, gerçeği tanımama manasındadır. İslam, tam bir aydınlık ve bilgi dini olduğu için, Arabistan’da İslâmiyet öncesi devre, bir başka deyişle, İsa (a.s) ile Rasûlullah (s.a.v.) arasında geçen süreye cahiliye dönemi denir.
İsa (a.s)’dan sonra çok fazla geçmeden, getirdiği yeni din, Musevilikte olduğu gibi tahrif edilmiş ve her konsil toplantısında piskoposlar, kendilerine göre yeni tanımlar getirerek, Hz. İsa’nın getirdiği tevhit inancını kökünden kazımışlardır. Dünya düzeni tamamen yozlaşmış ve temeli şirk ve ahlâksızlığa dayanan bir düzen hüküm sürer olmuştur. Genel bir bakışla göz atacak olursak;
- Çin ve Türkistan’da, özellikle de Tibet’te savaşların ardı arkası kesilmiyor, insanlar arasında korku ve düşmanlık hüküm sürüyordu. Her insan, diğerine zarar vererek malına el koyma derdine düşmüş, barbarlık normal karşılanır olmuştu.
- Hindistan’da da işler hiç iç açıcı değil son derece karışık bir haldeydi. İçerisinde birçok batıl dini barındıran bu ülkede de dinler, mezhepler hatta insanlar arasında süregelen bir düzensizlik ve adaletsizlik vardı. Kendilerini sınıflara ayırmışlar, en alt tabaka olan ’südra (en alt tabaka)’ sınıfı insani hiçbir hakka sahip değildi. Yine kadınlar son derece zulüm görmekte, dul ve kocaları ölen kadınlar, diri diri yakılmaktaydı.
- İran’da (Sâsâniler) ise Zerdüştlük hüküm sürmekte ve bunun yanında Mecusilik de yaygındı, yani ateşe taparlardı. Daha sonraları ise sapkınlığın son haddine gelinmiş ve ’müzdek’ adında bir inanç ortaya atmışlardı. Bu inanışta insanlara hiçbir sınır yoktu. Kişi kız kardeşiyle bile evlenebiliyordu. İnsanlar birbirlerini hiçe saymış, aradaki sevgi ve muhabbet tamamen kökünden kazınmış, ortada sadece menfaat ilişkisi kalmıştı.
- Bizans’a gelince durum hiç de farklı değildi. İnsanlar tanrı dedikleri birden çok putlara tapmakta, Hz. İsa’ya tabi olduklarını iddia etmekle beraber O’nu Allah’a oğul saymaktaydılar. İnsanların canları ucuz bir meta gibi harcanmakta ve sapkınlıkta İran ile yarışmaktaydılar.
- Arabistan ise; büyük imparatorlukların ortasında bulunan, daha çok kabile şeklindeki yaşantıya sahip insanların yurduydu. Tabi ki onların ortasında bulunması, hepsinden birçok sapık anlayışları almalarına sebep oldu. Özellikle kabileler arasında savaşlar hüküm sürmekte ve hiç kimse bir diğerinden emniyet içerisinde bulunmamaktaydı. Yakalanan esirlerin elleri ve ayakları kesilerek ölüme terk edilir, bazen de intikam için gözleri oyulur, kulak ve burunları da kesilirdi. İnsanlar köleleri hayvanlar gibi kullanmakta, tamamen aşağılayarak zulüm etmekteydiler. Güçlü güçsüzü ezer, zayıfın hakkı gözetilmezdi. Birbirlerini sevmek şöyle dursun, kendi öz kızlarını bile acımasızca diri diri gömerlerdi. Ve bu küçük kabileler civar ülkelerde ’şehvetlerine düşkün aldatıcı tacirler’ olarak adlandırılmışlardı…
2- Asr-ı Saadet Dönemi:

Bu dönemin membaı hiç şüphesiz, Nebiler Sertâcı, Beşerin Efendisi Rasûlullah (s.a.v.)’dır. Bulunduğu coğrafya sebebi ile birçok kötü ahlâkın toplandığı yer haline gelmiş olan Arap toplumu, yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede, Rasûlullah (s.a.v) ile tabiri yerindeyse bambaşka bir kimliğe bürünmüştür. Saymakla bitmeyecek olan güzelliklerden, konumuz gereği, kardeşlik hususunda yaşanan değişimden bahsedecek olursak;
az bir süre önce, menfaate ve çıkar ilişkisine dayalı yüzeysel ilişkiler, yerini tamamen kalbî bağlara bırakmış,
kendi öz kızlarını diri diri toprağa gömenler, bir diğer mü’min için canını verir olmuş,
birbirlerinin mallarını hile ve desiselerle gasp etmeye uğraşırken, bütün varlıklarını birbirleriyle paylaşır hale gelmişlerdir.
Bunların temelinde Efendimiz (s.a.v.)’in izlediği muazzam yol vardır. Efendimiz, hicretten sonra, ilk olarak aralarında husumet bulunan ve daha önce hiç yan yana bulunmayan Evs ve Hazreç gibi kabilelerini barıştırmış ve aralarındaki gönül bağlarını kurmuştur. Sonra da Mekkeliler ve Medinelileri ayrı memleketlerden olmalarına rağmen, birbirleriyle kardeş yapmıştır.
Bu bağ yüzeysel kalmamış, gönülleri bu bağa uzun zamandır hasret çeken mü’minler arasında kısa zamanda öyle gelişmiştir ki, Ensar, göstermiş olduğu bu kardeşlikten son derece zevk almış, bununla da kalmayıp hurmalıklarını da Muhacir kardeşleriyle paylaşmak için Rasûlullah (s.a.v.)’a teklif götürmüşlerdi. Muhacirler o ana kadar ziraatla meşgul olmadıkları için bu tekliflerini Rasûlullah (s.a.v.)’in geri çevirmesine rağmen, Ensar buna da bir çare bulmuştur. Ziraattan anlamayan Muhacirler, sadece tımar ve sulama işlerini yapacaklar, Ensar da ekip biçecek, sonunda çıkan mahsul ortadan pay edilecekti. Rasûlullah Efendimiz bu teklife razı olmuştu.
İnsanlık tarihinde birçok göç hadisesi olmuş, fakat böylesine manalı, böylesine ulvî bir hicrete, böylesine canı gönülden sarılmaya, muhabbetle kaynaşmaya ve kucaklaşmaya şahit olunmamıştır. Herhalde bir daha da şahit olunması çok zordur. Bu samimi kaynaşma neticesinde muazzam bir kuvvet doğmuş ve kısa zaman içerisinde bütün Arabistan her şeyiyle bu kuvvete boyun eğmek mecburiyetinde kalmıştır.
Bununla beraber Muhacirler de: "Ensar kardeşlerimiz bize mal, mülk verdi, iaşemizi temin etti, barınacak yer sağladı" diyerek boş oturmamışlardır. Zaten böyle bir anlayış imanları ve aldıkları Muhammedî ahlaka ters düşerdi. Her biri elinden gelen gayreti göstererek, mümkün oldukça kimseye yük olmamaya çalışmışlardır. Bunun en büyük örneklerinden bir tanesi şudur:
Rasûlullah tarafından birbirine kardeş edilen Sa’d bin Rebi (r.a.), Abdurrahman bin Avf (r.a.)’a: ’Kardeşim, ben Medine’nin en zenginiyim. İşte malımın yarısı, al. İki tane de hanımım var; bak, hangisi hoşuna gidiyorsa boşayayım, onunla evlen!’ dedi. Büyük Sahabe, cennetle müjdelenen 10 kişiden biri olan Abdurrahman bin Avf (r.a.)’ın verdiği cevap yapılan teklif kadar ibretlidir: "Allah sana malını hayırlı kılsın. Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış-veriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir." Bu hadise, küfrün karanlığındaki o amansız düşmanlıktan sonra iman aydınlığı ile gönüllerinde filizlenen kardeşlik bağını ortaya koymaktadır. Tamah ve hırstan son derece uzak olan sahabe efendimiz doğruca çarşıya gidip, epey bir miktar kazanç elde ederek geri dönmüştür. Daha sonra Rasûlullah (s.a.v.)’in bereket duasına da mazhar olan Abdurrahman bin Avf (r.a.), çok geçmeden öylesine zengin olmuştur ki, bir defada 700 deveyi yükleriyle birlikte Allah yolunda bağışlayacak dereceye gelmiştir. (İbn-i Kesîr, es-Sîretu’n-Nebeviye, 2/327-328)
İşte Rasûlullah (s.a.v.) ile bataklığın en dibinden, aydınlığın en üstüne ulaştıran en büyük sebep hiç şüphesiz, sapasağlam bir amandan sonra, sarsılmaz ve saf kardeşlik duygusudur.
Aleyhisselâtu ve’s-Selâmdan önce cahiliyedeki durum ile O (s.a.v.)’ndan sonraki durum göz önüne alındığında açıkça görülmektedir ki, toplumları kasıp kavuran, ahlak ve yaşantıları en alt seviyeye düşüren en büyük etken, küfrün sebep olduğu sevgisizlik ve düşmanlık iken, en ulvi derecelere çıkarıp da Rıza-i İlâhiye ulaştıran en büyük sebeplerden birisi de imandan sonra ’kardeşlik’ duygusudur…
Nitekim Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ’İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de (kâmil manada) iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey göstermeyeyim mi? Aranızda selâmı yayın.’ (Müslim, Îmân, 22)
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.