Özlenen Rehber Dergisi

55.Sayı

Veli ve Velayet

Yakup YÜKSEL Özlenen Rehber Dergisi 55. Sayı
Kıymetli arkadaşlar! Dergimizin bir önceki sayısı Tasavvufî Ahlâk köşemizde sizlerle tasavvufun temel değerlerinden Velî-Velâyet kavramlarının anlamı, velâyetin alâmetleri, çeşitleri ve velâyetle nübüvvet arasındaki ilgi ve farklılıkları paylaştık. Şimdi ise konumuzun devamı sadedinde velâyetin şartları, velîliğin bilinmesi meselesi ve velâyet iddiasında bulunmanın hükmü başlıklarını inceleyeceğiz.

V. Velâyetin Şartları:

İnsanların velâyet mertebesine ulaşmalarını temin eden en önemli faktör, hiç şüphesiz imandır. İmanın güçlenmesine âmil olan hususlar ise farzları yerine getirmek, yasaklardan kaçınmak, nafilelerle meşgul olup onları çoğaltmaya çalışmaktır. Özetle Kur’an ve Sünnet’i muhafazadır. (Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, 93)

Peygamberler açısından bakıldığında velâyette zirve, nübüvvetin başlangıcıdır. Sâlik ise dinde kemalâtın zirvesine ermeye can atan kimsedir. Tasavvufta bunun muhtelif yolları vardır. İmam Şevkânî, Velâyetullah adlı eserinde velâyete açılan yolun şartlarını şöyle ifade eder:
a) Sağlam bir inanç ve teslimiyet: Sâlik için öncelikle lazım olan düzgün bir akîde ve teslimiyettir.
b) Farzları yerine getirip yasaklardan kaçınmak: Emir ve yasaklar zâhirî ve bâtinî olmak üzere iki türlüdür.
Zâhirî emirler: Namaz, oruç, hac, zekat vb.; zâhirî yasaklar ise içki, kumar, zina vb.

Bâtinî farz ve emirler: İhlâs, sıdk, emanet, tevbe ve sabır; bâtinî yasaklar ise riya, sü-i zan, gıybet, nemîme (söz taşıma) türü şeylerdir.

Ebu Ali Dekkak, batınî yasaklar ile ilgili şöyle bir olay nakleder: Beyazid Bistamî, veli diye vasıflandırılan bir şahsı ziyaret için gitmişti. Veli olduğu ileri sürülen zatın mescidine yaklaşınca bir yere oturdu, bu zatın dışarı çıkmasını gözetledi. Adam dışarı çıktı, mescidde kıbleye karşı tükürdü. Beyazid adama selâm vermeden, yanına uğramadan geri döndü ve: Bu, dinin adabından bir edep konusunda bile kendisine ehemmiyet edilmeyen bir kişidir. Hakk’ın esrarı konusunda nasıl emin bir kişi olabilir dedi. (Kuşeyrî, Risâle 427)
Farzların ifasından sonra nafilelere devam etmek: Bu kulu Hakk’a yaklaştırır. Nitekim bir kutsî hadiste ’Kulum bana nafilelerle yaklaşır, hatta ben onun gören gözü, tutan eli, işiten kulağı, yürüyen ayağı olurum? (Buhârî, Rikâk 38) buyrulmuştur.

Ayrıca velâyetin şartları konusunda şu şekilde bir sıralama da yapılmaktadır:

1. İbadetleri yerine getirmekteki ihlâs: ’Ameller niyetlere göredir? hadisi bu anlamdadır.
2. Su-i zandan uzaklaşmak: Haset, kin, buğz gibi mezmûm sıfatları terk etmektir. ’Ey iman edenler, zandan çokça sakınınız. Çünkü zannın bir kısmı günahtır? (Hucurat, suresi, 49/12) âyeti buna delildir.
3. Gurur ve kibirden kaçınmak: Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: ’Kim kibirden temizlenmiş olarak ölürse, cennete girer. Kalbinde bir hardal tanesi kadar kibir olan kimse cennete giremez.?
4. Doğruluk: Bir anlamda nifaktan uzaklaşmaktır.
5. Emanet: Güvenilir olmak ve hıyanetten kaçınmak demektir.
6. Muhabbet ve buğz: Allah’a karşı sevgi beslemek; Hakk’tan yüz çevirene buğz etmektir.
7. Tevbe: İşlenilen hatalara tekrar dönmemeye kesin söz vermektir.
8. Hakk’tan haşyet (korkmak): ’Allah’tan hakkıyla âlimler korkar? âyeti mucibince ilim ehli olmak ve onlarla bulunmaktır.
9. Hüsn-i zan: Su-i zannın zıddıdır.
10. Sabır: İbadetlerin ifası ile bela ve musibete karşı dayanma gücüdür.
Belirtilen şartlardan bazıları ile ilgili ilk dönem zahidlerinden birkaç örnek verecek olursak:

İbrahim b. Ethem birisine: ’Allah dostu bir veli olmayı arzu eder misin?? diye sordu. Adam evet deyince İbrahim b. Ethem: ’O halde dünya ve ahiretle ilgili hiçbir şeye rağbet etme. Kendini sadece Allah’a vakfet. Sana teveccüh etmesi ve nimetine gark etmesi için sen yüzünü O’na tevcih et? dedi. Bu, bir anlamda bütün dünya ve ahiret sevgilerini kalpten çıkarmak ve sadece Allah ve Rasûlü’nün sevgisi ile doldurarak her şeyi Allah’tan bilmektir ki zaten buna ihlâs denir.

Yahya b. Muaz ise evliyanın vasıflarını anlatırken ’Bunlar öyle kullardır ki, sıkı bir riyazetten sonra Allah Teâlâ ile üns elbisesini giymişler, mücahededen sonra velilik makamına vasıl olmak suretiyle rahata kavuşmuşlardır? demiştir. Yani velâyetin yolu riyazet ve mücahededen geçer. Şöyle ki salik, az yeme, az uyuma ve az konuşma ile riyazeti gerçekleştirerek Allah’la ünsiyet kurar; mücehede adı verilen nefsi ile yaptığı savaş neticesinde de velilik makamına ulaşarak akıbeti emin olanlardan olmaya gayret eder. Bu ise büyük sabır gerektiren bir iştir.

Harraz, velâyet makamının kazanılmasında asıl bilinmesi gerekenin Allah Teâlâ’nın yardım ve inayeti olduğunu vurgulayarak, velâyet ehlinin manen nasıl bir seyir izlediğini şu şekilde ifade eder: ’Allah Teâlâ kullarından birini kendisine dost ve veli kılmak istediği zaman o kimse üzerine zikir kapısını açar. Zikirden zevk aldı mı kurb (yakınlık) kapısını açar. Sonra onu bu sayede üns meclislerine yükseltir. Sonra tevhid kürsüsüne oturtur. Daha sonra aradaki (yetmiş bin zulmetten, yetmiş bin rahmetten) perdeleri kaldırarak tevhid ehli kılar. Celâl ve azametini temaşa ettirir. Velinin gözü celâl ve azamet üzerine düşünce de benliğini kaybeder, Allah ile kalır. O zaman kul kötürüm kalır ve fâni hal gelir, hareketsiz kalır. Hakk Teâlâ’nın hıfzına intikal ederek mahfuzluk makamına ulaşır. Böylece de nefsine ait davalardan uzaklaşmış olur.? (Kuşeyrî, Risâle 430)

VI. Velîliğin bilinmesi meselesi:

Bir insanın velî olduğuna delil son nefesinde imanlı gitme şartıdır. Velinin kendisini bilip bilemeyeceği hususunda ise tartışmalar vardır. Nitekim ’velînin velî olduğunu bilmesi caiz midir, değil midir?’ konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazılarına göre bu caiz değildir. Çünkü velî, kendine küçük nazarıyla bakar. Kendisinden bir keramet zuhur etse bunun bir mekr (oyun) olmasından endişe eder ve bir korku hissi taşır. Zira içinde bulunduğu halden aşağıya düşmekten çekinir. Akıbetinin, içinde bulunduğu hâlin hilafına olacağından korkar. Bunlara göre vefâ-i meâl (hüsn-ü hâtime yani ölüm anının güzel ve dinin istediği şekilde olması) velîliğin diğer bir şartı olarak görülmüştür. Kime hüsn-ü hâtime nasip olacağını da kimse bilemez. Onun için de velî, velî olduğunu bilmez denilmiştir. (Kuşeyrî, Risâle 427.)

Beyazid Bestamî’nin şu sözü, konuya biraz açıklık getirir mahiyettedir. Şöyle der: ’Allah Teâlâ’nın velîleri gelin (Arâis) gibidir. Allah Teâlâ bu gelinleri, onlara mahrem olanlardan başkasına göstermez. Bu gelinler Allah nezdinde üns perdesi arkasında örtülmüş bir halde bulunurlar. Gerek dünya gerekse ahirette hiçbir kimse bunları göremez.? Bir manada Allah Teâlâ buyurur ki ’Velîlerimden her biri özel kubbelerim altındadır. Başkalarının bunları bilmesi ve görmeleri gayretime dokunur (onları kıskanırım).? (Kuşeyrî, Risâle 428.)

Diğer bazılarına göre ise velînin velî olduğunu bilmesi caizdir. İçinde bulunulan zamanda velîliğin tahakkuk etmesi için vefâ-i meâl ve hüsn-ü hâtime şart değildir. Bu husus şart bile olsa, Allah Teâlâ’nın velîsine keramet yolu ile ve özel olarak ’akıbetin emindir? diye bildirmiş olması mümkündür. Çünkü evliyanın kerametine inanmak sahih bir inançtır ve farzdır. Her ne kadar velî akıbetinin ne olacağı korkusu içinde bulunuyorsa da içinde bulunduğu zamanda sahip olduğu ibadet ve itaat hâli ona daha galip gelir ve bu, korku hâlinden daha baskın ve şiddetlidir.

Nitekim Rasûlullah (s.a.v.), ’Ashabımdan on kişi cennetliktir? (Buhârî, 5.bab, kitap 62.) buyurmuştur. Onun için bu on kişinin Rasulullah’ı tasdik ettikleri ve akıbetlerinin selâmet olacağını bildikleri hususunda şüphe yoktur. Bu durum onlar için bir kusur da olmamıştır. Yani hem hüsn-ü hâtime ile öleceklerini bilmişler hem de Allah’tan korkmuşlardır. Bu on kişiden biri olan Hz. Ebû Bekir efendimizin Allah korkusundan yanan ciğerlerinin kokusunun dışardan duyulduğu bildirilmektedir. (Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe)

Mucize ve keramet açısından bakıldığında da velînin, velâyeti konusunda bilgi sahibi olabileceği açıktır. Çünkü kerametin aslı ve hakikati ile ilgili bilgiler, mucizenin tarif ve şümulü içinde bulunmaktadır. Nasıl ki üzerinde mucize zuhur eden bir peygamber bu hâlini diğer hâllerden ayırt edebilme kabiliyet ve melekesine sahipse; üzerinde keramet zuhur eden bir velînin de bunlar ile diğer hâlleri ayırt edememesi düşünülemez. O halde velî, kendisinden böyle bir şeyin zuhur ettiğini gördüğü zaman bulunduğu hâl içerisinde hak üzere olduğunu bilir. Sonra Hakk tarafından hâtime (ölüm) anına kadar bu hâlin kendisinde kalacağı hususunun kendisine bildirilmiş olması da mümkündür. Zaten bu bildirme hadisesi bile velî için bir keramettir.

Ebu Osman Mağribî ise; ’Velî bazen meşhur olabilir? diyerek bu iki görüşü sanki birleştirir gibi bir ifade kullanır. Fakat asıl önemli olanın velînin kendisi hakkında bilgi sahibi olması değil ’onun hiçbir zaman meftûn almamasıdır? der. Yani velî, fitneye düşürülmüş, aldatılmış veya başkaları için fitne vesilesi ve dinden uzaklaşma sebebi olmuş olamaz.

Yahya b. Muaz ise; ’Velî, riyakarlık ve münafıklık yapmaz. Huyu böyle olan ne kadar az dost vardır (velî çok az bulur)? demiş ve şunları ilave etmiştir: ’Velî, Allah Teâlâ’nın arz üzerindeki kokusu, reyhanıdır. Sıdık olan kullar bu kokuyu koklar ve bu koku kalplerine vasıl olur. Bu sayede Mevlâ’ya iştiyak duyarlar. Huyları değişik, seciyeleri farklı olduğu halde yine bu sayede Rablerine ibadet etmeleri ziyadeleşir.? Yani evliyayı görmek, insanın ibadet ve taatının artmasına sebep olmaktadır.

Bir başka konu da velînin başkaları tarafından bilinemeyeceği konusudur. Bu konuda ittifak vardır. Çünkü velînin başkaları tarafından bilinmesinin mümkün olacağı fikri, yanlış değerlendirmelere sebebiyet verebileceği gibi, irşad nokta-i nazarından da mahzurlar doğurabilir. Bununla birlikte her müridin, mensup olduğu yolun mürşidinin velâyetine inanması, önemli kabul edilmiştir. Fakat unutulmaması gereken bir gerçek vardır ki, mürşidin müride faydalı olabilecek kabiliyette olması gereklidir. Nitekim pek çok mürşid, bu makama ulaşana kadar çok defa şeyhini değiştirmişlerdir.

Netice olarak Allah Teâlâ’nın yüce velîleri üç sınıfta beyan edilirler:
1. Velî, kendisinin velî olduğunu bilir, halk ise bilmez.
2. Velî, kendisinin velî olduğunu bilmez, fakat halk bilir.
3. Velî, velî olduğu hem kendisi bilir, hem de başkaları bilir.
İslâm büyüklerinden meşhur âlim İmam-ı Rabbanî (k.s.), Mektûbât adlı meşhur eserinde bu konu hakkında son noktayı koyar. Şöyle ki: Bir velînin, kendisinin velî olduğunu bilmesi şart değildir. Evliyaullahtan pek çoklarının kendi velâyetlerinden haberleri yoktur. Kendilerinin velî olduklarını bilemediklerine göre, başkalarının da bu zatların velî olduklarını bilmesi şart değildir. (Abdullah Farukî (k.s.), a.g.e., 171)

VII. Velâyet iddiasında bulunmak:

İslâm ulemasından muhakkikîn denilen tahkik ehlinden bir kısmı; ’Velînin velâyet iddiasında bulunması, yani ben velîyim demesi caiz değildir. Bu iddia caiz olmamakla kalmaz, bu iddiada bulunan kimse, velâyet mertebesinden düşür? derler. Bir kâmil müminin, imanındaki kemâlâtın esası şudur ki, bütün ömrünün sonuna kadar havf ve reca (ümit ve korku) arasında ola. Hz. Ömer (r.a.) buyurmuştur ki; ’Cehenneme sadece bir kişi girecek olsa, acaba o kişi ben miyim diye korkarım. Cennete de bir kişi girecek olsa, Allah’tan ümit ederim ki o kişi ben olayım.?

Konu, mucize ve keramet açısından tahlil edildiğinde daha net olarak anlaşılacaktır. Çünkü mucizede peygamberlik davası bulunmalıdır. Keramette ise velîlik iddiası bulunmamalıdır. Bunun sebebi, peygamberlerin insanları küfürden imana, mâsiyetten tâata çağırmak için gönderilmesidir. Eğer peygamberler peygamberlik iddiasında bulunmasalardı, kendilerine inanılmazdı. İnsanlar da imanın şartı olan peygamberler imanı kabul etmedikleri müddetçe kafir olarak kalırlardı.
Bir velî için ise velâyetinin sabit olduğunu bilmek, imanın şartı olmadığı gibi, bilmemesi de küfür değildir. Şu halde bir kimsenin velâyet iddiasında bulunması, tatmin içindir. Hülâsâ, mucize sahibine nübüvvet iddiasında bulunmak vacip olduğu halde, velînin velâyet iddiasında bulunması caiz değildir. (Abdullah Farukî (k.s.), a.g.e., 173-174)
Konumuzun başında zikretmiş olduğumuz âyeti kerime ve hadisi şerife geri dönecek olursak:

Allah Teâlâ; ’Dikkat edin, Allah’ın velî kulları için ne korku ne de hüzün vardır? (Yunus suresi, 10/62) buyurmaktadır. İmam Kuşeyrî, bu âyetin izahı olarak şunları söyler: ’Allah’ın velî kulları korkusuzdurlar. Onların gelecek ile ilgili bir korku ve endişeleri bulunmaz. Çünkü onlar ibnü’l-vakt’tir. Vaktin gereğini en iyi şekilde yapma gayreti içerisindedirler. Velî için hüzün de bahis konusu değildir. Çünkü hüzün kalp sıkıntısından ileri gelmektedir. Rıza aydınlığında ve muvafakat serinliğinde bulunan bir kimse için hüzün nasıl bahis konusu olabilir?? (Kuşeyrî, Risâle 429.)

Ebu Turab Nahşebî, ’Kim benim bir velîme eziyet ederse, bana harp ilan etmiş olur? kutsi hadisini şöyle izah eder: ’Bir kalp Allah’tan yüz çevirme hali ile ülfet etti mi, Hakk Teâlâ’nın evliyasını tenkit musibetine tutulur.? (Kuşeyrî, Risâle 430.)

Cenâb-ı Hakk bizleri, O güzel zâtını anmaktan gafil kılmasın. Velîlerine hizmetçi ve dost kılsın. Onlardan en güzel şekilde istifade eden kimselerden eylesin inşallah?
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.