Özlenen Rehber Dergisi

86.Sayı

Gündem...huzur Menbai Rasulullah

Recep Faruk KARABAL Özlenen Rehber Dergisi 86. Sayı
HUZUR MENBAI RASÛLULLAH (S.A.V.)

Günümüzde zaman sanki eski zamanlara göre çok daha hızlı akıyor. Öğrenciler daha dördüncü, beşinci sınıfta okuldan çıkıp dershaneye, oradan çıkıp etüde ya da evde test çözmeye koşturuyor. Her sene bir sonraki sınava hazırlıkla geçiyor. Okullar bitirilip işe giriliyor, bu kez de sabahtan akşama kadar yeni bir koşturmaca başlıyor. Emeklilik yılları gelince de ek iş derdi sarıyor insanları bu kez. Ve herkes bunca gayreti, çabayı dünya hayatında biraz daha rahat yaşayabilmek, mutlu ve huzurlu bir hayat sürebilmek için gösteriyor.
Herkes bu çabayı, gayreti mutlu ve huzurlu bir hayat sürmek için gösteriyor da acaba kaç kişi gerçekten mutlu, huzurlu bir hayat sürüyor? Acaba mutluluğu, huzuru yanlış adreslerde mi arıyoruz? Öyle ya, ulaştığımızda mutlu olacağımız hedeflerimize bir bir ulaşıyoruz, ama hiç biri de umduğumuz saadeti, huzuru temin etmemize yetmiyor.
Bu kez de mutsuzluğumuzu hastalıklara, kendi elimizde olmadan gerçekleşen, başkalarından kaynaklandığını düşündüğümüz sıkıntılara bağlıyoruz. ’Şu sıkıntıyı da bir atlatayım, ondan sonra rahata ererim, huzuru bulurum’ diye düşünüyoruz. O sıkıntı atlatılıyor, lakin arzu edilen huzura yine kavuşulamıyor.
İnsanların bir kısmı, kitapçıları dolaşıp, kestirmeden hemencecik mutlu olmanın kurallarını anlatan(!) kitapları toparlıyor. Evlerini türlü türlü kişisel gelişim kitaplarıyla dolduruyorlar. Okuyorlar, ezberliyorlar, ama anlatılanlar gerçekten işe yarayan ilkeler bile olsa uygulanamıyor.
Peki ama nasıl mutlu olacağız? İçimizdeki huzursuzluklar hiç dinmeyecek mi? Tarihte asr-ı saadet, yani mutluluk devri adı verilen bir dönem yaşandı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) risalet görevini yerine getirdiği dönemin adıdır asr-ı saadet. Amacı mutlu olmak, huzur bulmak olan bir insanın, saadet devrinde olanlardan habersiz olması, o devirde yaşayan insanların mutluluğu nasıl bulduğunu araştırmaması çok büyük bir kayıp olsa gerek.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Mekke’de gerçek mutluluğun sırlarını insanlara öğretmeye başlamadan önce, sonradan kendisinin en sadık arkadaşları olacak kişilerden bir kısmı çok zengin, çok saygın insanlardı. Bir kısmı da ya çok muhtaç durumdaydı ya da hiçbir dünyalığa sahip olmayan köle sınıfından insanlardı. Lakin zengini de mutsuzdu fakiri de, efendi olan da sıkıntı çekiyordu, köleler de.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onlara mutluluğun sırlarını öğrettikçe her birinin geçmişe göre çektikleri sıkıntılar arttı. Daha düne kadar saygın olanlar horlanmaya, kimsesiz ve köleler ise akıl almaz işkencelere maruz kaldılar. En sonunda akrabalarını, evlerini, yaşadıkları şehri terk edip hicret ettiler. Zenginler fakir olmuş, hepsi evsiz barksız, gurbet elin yolunu tutmuştu. Ancak bu manzara zahirde, ilk bakışta görülen durumdu. İç âlemleri ise hiç yaşamadıkları bir huzur ve mutlulukla doluydu.
Hicret eyledikleri nurlu şehrin insanları geride bıraktıkları akrabalarından, hatta annelerinden, babalarından, çocuklarından bile daha sevecen karşıladılar onları. Önce gönüllerini, sonra evlerini açtılar. Her biri hicret edenlerinin biriyle kardeş oldu. Evini, tarlasını, sofrasını paylaştı, hem de içinde hiç sıkıntı duymadan. Hâlbuki düne kadar onlar da Mekkeliler gibi mutsuz ve huzursuz bir yaşamın içerisindeydiler. Ne oldu da pek çok gün yokluktan boğazlarından bir lokma bile geçmeyen bu insanlar, insanlık tarihinin en bahtiyar insanları oluverdiler?
Bu huzurlu ve mutlu hayatın sırları, Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) onlara öğrettiklerini harfiyen uygulamalarıydı. Huzur ve saadet Allah’a ve O’nun Peygamberine (s.a.v.) itaatin sonucuydu. Nitekim Habeşistan’a hicret eden ilk Müslümanlar arasında bu¬lunan; Hz. Ali’nin (r.a.) ağabeyi Cafer b. Ebî Tâlib (r.a.), Necâşî’nin huzuruna çağrıldığında, önceki hayatları ve Müslümanlığın getirdiklerini şöyle anlatıyordu:
’Biz cehalet ve ahlaksızlığın, putlara tapmanın, leş yemenin normal görüldüğü ve kötülüğün her türlüsünün işlendiği bir topluluktan geldik, içimizde güçlü olanlar zayıfları ezer, hakkını yerdi. Sonra Allah bize bir peygamber gönderdi. O, bizi sade¬ce Allah’a ibadet etmeye çağırdı... doğru söylemeyi, emanete ve hakka riayet etmeyi, akraba ve komşu haklarını gözetip onlara iyi davranmayı... haramdan, cana kıymaktan, insanları öldürmekten, hırsızlıktan sakınmayı öğütledi. Zinadan, yalan söylemekten, yetim çocukların mallarını yemekten ve namuslu ka¬dınlara zina isnadıyla iftira etmekten bizleri sakındırdı.’
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin şu sözleri hayata geçirilir de o toplumda huzursuzluk kalır mı: ’Su-i zandan sakının/başkaları hakkında kötü düşünmeyin, kötü söylemeyin. Çünkü kötü zan, sözlerin en yalanıdır. Birbirinizin kusurlarını araştırmayın. Haksız yere rekabet etmeyin, birbirinizi çekememezlik etmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona ihanet etmez, ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu aşağılamaz. Kişiye kötülük olarak Müslüman kardeşini aşağılaması yeterlidir. Müslüman’ın malı, kanı ve ırzı diğer Müslümanlara haramdır. Allah sizin şeklinize ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Takva şuradadır (eliyle göğsüne işaret etti). Sakın ha! Birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir Müslüman’ın diğer kardeşine üç günden fazla küsmesi helal olmaz.’ (Buharî, Nikah, 45, Edeb, 57, 58, Feraiz, 2; Müslim, Birr, 28-34; Ebu Davud, Edeb, 40,56; Tirmizî, Birr, 18)
Günümüzde insanların yaşadıkları sorunların, huzursuzlukların kaynağında hakka hukuka riayet etmemek, yalan söylemek, iftira atmak, kaba-saba davranmak, dedikodu gibi halk arasında çok da önemsenmeyen çirkin davranışlar yok mu? Kavgalara, cinayetlere varan tartışmalar çoğu zaman bu gibi davranışlarla başlamıyor mu? İnsanı mutsuz, huzursuz eden temel nedenler de aslında maddi imkânların yetersizliğinden ziyade; sevememek, sevilmemek, anlaşılamamak değil mi? Birbirini anlayan, birbirini sevip sayan bir toplum olmadan huzura, mutluluğa kavuşmak mümkün değilse, yapılacak iş Sünnet-i Seniyye’de, Rasûlullah’ın (s.a.v.) uygulamalarında birleşmektir. Sünneti yaşamayı düstur edinirsek hem bir oluruz, bir birimizi anlarız, anlaşılırız hem de gerçek saadete kavuşuruz.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • Canan

    Teşekkürler çok ince bir noktaya değinmişsiniz. zevk alarak okudum yazınızı. inşallah bizler de gerçek saadete kavuşanlardan oluruz...

1 kişi yorum yazdı.