Özlenen Rehber Dergisi

103.Sayı

Dine Mesafeli Dindar Aile Çocukları

Ayşe YİĞİT Özlenen Rehber Dergisi 103. Sayı
Bazı dindar ailelerin çocuklarının, ailelerinin beklentileri ölçüsünde dindar olmamaları özellikle konu dâhilinde sıkıntı yaşayan ailelerce, üzerinde kafa yorulan, ’neden’i araştırılan arızî bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her şeyden evvel şunu işin en başında söylemeliyim ki; bu makale konu dâhilinde söylenilenlerden bir kısmını zikreden, yorumlayan, genel manada kişisel görüşleri içeren bir çalışmadır. Bunu şunun için söyledim: Makaleyi okuyanlar içerisinde bütün bu söylenilenleri kabul edenlerin var olabileceği gibi, tamamen reddedenler veya bir kısmını kabul edip bir kısmına itirazda bulunanlar olacaktır mutlaka. Bu da gayet doğal, olması gereken bir durumdur. Çünkü vahiy unsuru olmayan her söz, her kitap ve her haber ’kesinlikle’ ve ’kayıtsız’ doğru değildir.
Çocuk yetiştirmek, çocuklara dini bilgiler öğretmek, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken, gayet ciddi ve gayet mühim bir mevzuudur. Konunun önemi özellikle içerisinde yaşadığımız modern çağın gidişatı göz önüne alındığında daha bir ortaya çıkmakta, toplumun her kesimince daha ilmi ve bilimsel cihetle irdelenmektedir. Burada bir gerçeği daha itiraf etmem lazım ki; artık çocuklarımızı biz değil, çevre yetiştiriyor maalesef. Eskiden ailelerin etkisi daha fazlaydı çocuklar üzerinde. Biz; dindar olanı, dindar olmayanı ile aileler olarak, devlet ve sistem olarak eğitim hataları yaptık; televizyon, bilgisayar ve çevre de çocuklarımızı bizden aldı.
Kendileri dindar olan ailelerin çocuklarında baş gösteren dine mesafeli duruş hakkında çok şeyler yazılıp söylenilebilir. Biz bu noktadan hareketle arızanın oluşmasında temel etkenler olduğunu düşündüğümüz birkaç hususa dikkatleri çekmek ve asıl önemlisi bu denli sıkıntıları olanlara ufuk olması amacıyla bu makaleyi hazırladık. Rabbim hayırlara vesile kılsın.

Dindar Ailelerin Çocuklarının Dine Mesafeli Olmalarının Nedenleri:


Erken doyum

Genel manada konu dâhilinde dillendirilen temel arıza, dindar ailelerin, çocuklarını ait olduğu yaş grubunun çok üstünde birtakım beklentilerle yetiştirme eğilimidir. Fatihâ’nın, İhlâs’ın yeteceği yerde ve yaşta, Yâsîn’ler, Mülk sûreleri ezberletilmeye çalışılıyor çocuklara. Manasını anlayamayacağı şiirlerle süreç devam ediyor. Evlerinde yapılan sohbetlerin değişmez figürü oluyor. ’Hadi oğlum şunu da oku, bunu da oku kızım!’ deniyor; sırtları sıvazlanıyor, alkışlar, paralar, hediyeler veriliyor, medh-ü senalar yapılıyor, her arzu ve istekleri yerine getiriliyor. ’Mahrumiyet’ten habersiz yetiştiriliyor. Farkında olmadan şımartılıyor çocuklar. Belki de en önemlisi çocukluklarını yaşayamıyorlar. Akranları oyunlar oynarken, ezberler yapmaya zorlanıyor, sürekli dervişmeşrep bir hayat telkin ediliyor. Burada çocuklar tamamen bunlardan uzak olsun, ezber yapmasın, Kur’an okuyup, namaza, camiye, mescide gitmesin demiyoruz. Kur’an okumasını ve büyük büyük sureleri ezberlemelerini istediğimiz, bizimle beraber sohbet meclisleri gezmesini arzuladığımız yavrularımızın henüz daha ’çocuk’ olduklarını unutmayalım. Onlara, zihni ve kalbi istidatlarınca telkinlerde bulunup dengeli, yani ne başıboş bırakarak ve ne de sıkboğaz ederek öğretme, ezberletme ve hatta -kendimizce- eğitme işlemi yapmayalım. Sonra gerçekten bunları yapacağı yaşa gelince, çok önceden bunları yaşadığı için ’ben zaten biliyorum’ havasıyla bıkkınlık ya da tatminsizlikler devreye giriyor.
Burada belki şu itiraz yapılabilir; ’işi baştan sıkı tutmak lazım değilse, her geçen gün büyümeye giden çocuklara söz geçirmek, onları istenilen kıvama getirmek kolay olmuyor.’ Evet doğru ve haklı gibi gözüken bir serzeniş ama bu varsayımın doğruluğunu öğrenebilmek için bu itirazı yapanların yetiştirdikleri çocuklara bakmak lazım. Arzuladıkları, olmasını istedikleri konumdalar mı, değiller mi?
Çoluk-çocuk sahibi olan dindar aileler, çocuklarını istediği gibi yetiştiremeyince (her türlü ihtimama rağmen) belli bir zaman sonra ’Nerede hata yaptık?’ demeye başlıyorlar. O zaman da genel olarak söylersek iş işten çoktan geçmiş oluyor. Olması gereken dini hassasiyet gösterilmiyor, şuurlu bir dindarlık da elde edilemiyor. Ailelerdeki yakınmalar hep aynı; sohbete gelmiyor, Kur’an okumuyor, namaz tembeli, bizi dinlemiyor, dini kitap okumuyor vs. Burada şu muhasebeyi ebeveynler olarak yapmak lazım: Bizler anne ve babaları olarak çocuklarımıza fiili örneklik görevimizi tam yerine getirebildik mi? ’Doğru’ olarak kabul ettiğimiz değerleri onun da şahit olacağı zaman ve mekânlarda rahatça ve yüksünmeden ifa edebildik mi?
Anne-babanın çocuğundan kendi inandığı doğruları kabullenmesi ve uygulamasını istemesi gayet doğaldır. Bir yerde olması gereken de budur denilebilir. Ama bunun bir yolu ve yönteminin olması lazım. O yol ve yöntem, dinin, ilmin ve tecrübenin ulaştığı bütün sonuçları kapsayıcı muhteviyata sahip olmalı. Bu noktada eski usul ve esaslar, yanlışlığı, eksikliği ispatlanmış ise vazgeçilmeli ve "ben anam-babamdan böyle gördüm" mantığı, bahsini ettiğimiz dini bilgi ve tecrübî verilerle çatışıyorsa, terk edilmelidir. Çocuk yetiştirme gibi çeşitli ilmi disiplinlerle birlikte ele alınması gereken alabildiğine kompleks bir meselede tavırlar ve yöntemler, doğruluğu, alınan sonuçlarla ispatlanan metotlarla yer değiştirilmelidir. Yaşanılan çağın ve günümüz çocuklarının zihni yapılarında göz önüne alınarak denenmiş ve faydalı görülmüş tecrübî davranışlardan, tutum ve yöntemlerden istifade edilmelidir.

Baskıcı tutum
Geleneksel aile yapımız ele alındığında bu mevzu özelinde yapılan en büyük hatalardan bir diğeri ebeveynin baskıcı tutumudur. Baskı, er veya geç sonuçları menfi olarak ortaya çıkan yanlış bir tavırdır. Baskı ile bir yere varıldığı, varılsa bile varılan yerde uzun müddet kalındığı görülmüş bir şey değildir. İsterseniz meseleye en geniş dairede bakın ve insanlık tarihinde baskı ve zulümle başarılı olmuş sistemleri, ekolleri, doktrinleri aklınıza getirin. Hiçbirisinin kısa vadede kan ve gözyaşları üzerine saltanatını kursa da, uzun vadede hayatta kaldığı söylenemez. Aynı şey insan için, insan terbiyesi, insan eğitim ve öğretimi için de geçerlidir. Öyleyse dinî eğitim adına ebeveynin yapacağı ilk şey, kendileri anne-babalarında öyle görmüş bile olsalar, baskıcı tavır ve tutumlara son vermek olmalıdır. Sevme ve sevdirme yolunu seçmek dine ve akla en uygun olan usuldür. Baskı ve zorlama ile kalıcı sonuçlar elde etmenin mümkün olmadığı artık ispatlanmış durumdadır.
Din eğitiminde sevginin dilini hâkim hale getirmek zorundayız. Eğitimde cezanın yerini inkâr ediyor değiliz; yeri geldiğinde ona da müracaat edilebilir ve edilmelidir de. Ama ceza, muhataba göre mekân, zaman ve sınır ayarlamasına tabii tutulmalıdır. Dövme tek ceza metodu değildir. Mükâfat vermeme de bir ceza değil midir?

Ben yapamadım o yapsın

Bu mevzuda yapılan bir başka hata; "ben yapamadım, okuyamadım, ezberleyemedim; bari oğlum-kızım yapsın, okusun, ezberlesin" yaklaşımıdır. Bu da diğerleri kadar tehlikeli bir metottur din eğitimi adına. Şahsi tatmin adına dengesizliklerin irtikâp edildiği, muhatabın hissiyat ve düşüncelerinin kâle alınmadığı bir sahadır bu. İçerisinde ukde olarak kalmış her türlü düşünsel ve yapışsal edimleri, tavır ve istekleri kendi çocukları üzerinden yapma girişimi maalesef günümüz insanının en fazla başvurduğu yanlış yöntemlerdendir. Yanlıştır, çünkü her insanın fikri, kalbi ve akli melekeleri diğerinden farklıdır. Çocuklar eğilimlerine göre terbiye edilip, ilgi alanlarına göre eğitilerek hayata daha verimli hazırlanmalıdırlar. Bu dini eğitim olmasın çocuk istemiyorsa öğretmeyelim manasına değildir. Tabi ki her fert hayatı yaşama dâhilinde kendisine lazım gelen dini ilimleri, ahlâk ve kaideleri öğrenmesi gerektiği zamanda öğrenmesi gerektiği kadar öğrenecektir. Bu elzem olan bir durumdur. Ama bunda da ’benim yapamadıklarımı o yapacak’ vari yaklaşımlardan uzak durmak gerekir, hem çocuk ve hem de aile için. Değilse mesela eğilimi olmadığı halde Kur’ân-ı Kerim hafızlığına yönlendirilen bir çocuk hafızlığı yapamadığı, hıfzını tamamlayamadığı gibi, zamanının geçmesi, hevesinin kırılması, beceriksiz olduğu fikrine kapılma gibi sebeplerden ötürü eğilimi olan alana da yönelememiş, o melekesi de körelmiş olur.
Yaparken yıkmayalım, düzeltirken bozmayalım ve "elinizdeki tek alet çekiç ise bütün sorunlar çivi gibi gözükür" sözünün işaret ettiği yerde saf tutmayalım.

Çocuklara yeterince zaman ayır(a)mama

Dindar ailelerin çocuklarının dine mesafeli olmalarına sebep olduğu düşünülen bir diğer noktada ailelerin kendi dindarlıklarını yaşarken çocukların eğitim ve terbiyeleriyle tam ilgilenememeleridir. Hizmet koşuşturmaları, sohbet meclislerine iştirak, geniş katılımlı tebliğ, irşat çalışmaları, şehir içi, şehir dışı veya uluslararası İslamî mücadelelerde yer almalar, farkında olarak ya da olmayarak aileleri çocuklarından uzaklaştırmakta, onların eğitimlerine, yetiştirilmelerine gereken ilginin istenilen ölçüde zaman ayrılmasına olanak sunmamaktadır. Bütün bunlar ebeveynlerde bir arızi durum oluşturmaz belki ama çocuklar ailelerinden bedenen ve zihnen uzaklaşmakta ve hatta anne babalarının kendilerinden uzaklaşmalarına dini, cemaati, dernek veya vakfı sebep olarak görmektedir. Bütün bunlar da, çocukların kendi yaşadıklarını çocuklarına yaşatmama adına, dine ve dinsel içerikli olaylara mesafeli konuma itmektedir.

Sonuç;
Dindar ailelerin çocuklarının dine mesafeli oldukları es geçilemeyecek bir hakikattir. Bu arızanın ortadan kalkmasına yardımcı olmak adına, çocukların ibadet eğitiminde ve onların gerçek dindarlar olmalarını sağlamada
a) Bilgilendirme
b) Sevdirme-İnandırma
c) Bilinçlendirme
d) Uygulama

sıralaması takip edilemez mi? Bu sıralamayı tersine çevirip de çocuğa sevdirmeden, bilgilendirmeden ve hepsinden önemlisi şuurlandırmadan mesela namaz kılmaya zorlarsak, sadece akıl-baliğ oluncaya kadar kıldırabiliriz. Oysaki namaz, akıl-baliğ olunca farz olur. Çocuğa namazın pratiğinden önce şuurunu kazandırmalıyız. Namaz şuuru; ’nasıl kılmalı?’ sorusundan önce ’niçin kılmalı’ sorusunun sorulması demektir. Niçin kılması gerektiğine yüreği yatarsa, çocuk bulup-buluşturup nasıl kılınacağını öğrenecek, öğrenme yollarını arayacaktır.
Şu bir gerçektir ki; modern dünyanın çocukları ’ana kuzusu’ değiller. Dindar aileler dahi çocuklarında okul ve dersin dışında ’başarı’ aramadı. Testler, teknikler, puanlar, notlar, sınavlar, vs. değerlendirmeler hep bunun üzerinden yapıldı. ’Hayırlı evlat’ diye bir kavram gündemden düştü mesela. Ya dünyayı kovan bir yapı yahut ahireti unutan bir başka yapı. Ebeveynler kurdukları ifrat-tefrit salıncağına oturttukları yavrularını sallayıp durdular yıllardır. Uyuttukları yavrular, uyandıklarında her şey çok geçti artık. ’Çocuğun istikbali’ hep dünyevî anlayışa kurban edildi. Hâlbuki bizler çift dünyalı değil miyiz? Çocuklarımızı da çift dünyalı yetiştiremez miyiz?
Onların hissî, zihnî, fizikî ihtiyaçlarına uygun usul, üslup ile uygun zaman ve zeminde dini ilimleri, incelikleri, helal haram öğretisini veremez miyiz? Yavrularımızın yeteneklerini ortaya koyacağı serbest bir ortam hazırlayarak onlara hem dünyalık işlerde ve hem de ahiretlik meselelerde ’yaşam koçluğu’ yapıp rehberlikte bulunamaz mıyız? Ehem’i mühim’e tercih edemez miyiz? Yerine göre ’takdim’ ’tehir’ yapamaz mıyız? İşimizle, gücümüzle, başkalarıyla alakadar olacağımız kadar kendi yavrularımıza vakit ayırarak onlara gereken ilgiyi gösteremez miyiz? Onların velisi, çobanı olduğumuz hakikatinin şuuruna ererek… Yavrularımızı, özgüvenli-merhametli-şefkatli yetiştirilerek, varlıkta ve yoklukta infak düşünce ve niyetiyle, paylaşmayı, sabrı-kanaati-şükrü, iç ve zihin dünyalarına yerleştiremez miyiz? Yabancı dilden önce kendi diliyle, vahyin dilini öğrettiğimiz, sünnete bend olmuş müslim ve mü’min şahsiyetler olarak onları yarınlara hazırlayamaz mıyız?
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • Dr. Atanur Yıldız

    Çok yararlı bir yazıydı. Kutlarım sizi. Kaleminize ve yüreğinize sağlık.

1 kişi yorum yazdı.