Özlenen Rehber Dergisi

61.Sayı

Sünnet'in Hakikati

Mustafa Yavuz Özlenen Rehber Dergisi 61. Sayı
Dinin iki temel kaynağı Kuran ve Sünnet’tir. Her ikisi de İslâm’ın insanlara en ekmel bir şekilde ulaşmasını sağlayan, birbirini destekleyici, açıklayıcı iki ana kaynak. On dört asırdan beri inananlar din hakkında öğrenmek istedikleri her şeyi bu iki kaynaktan almış ve selef-i salihînden günümüze kadar gelen ilim erbabı bu iki kaynağı en hassas bir şekilde inceleyerek dinimizi sağlam bir şekilde anlamamıza yardımcı olmuşlardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in ilelebet muhafaza edileceği Allah (c.c.) tarafından teminat altına alındığından bazı vesvese muvazzafları dinin diğer ana kaynağı olan Sünnet hakkında yanlış ve hatta batıl yorumlarda bulunmaktadırlar. Biz bu yazımızda dinimizi anlamamızda Sünnet’in ne kadar büyük ehemmiyet taşıdığını anlamaya çalışacağız...

İlk adım olarak Sünnet’in tarifini ele alalım;

Hadisçilere göre Sünnet

Hadis âlimleri Sünnet’i; “Allah Rasûlü (s.a.v.)’nden Kur’ân-ı Kerîm dışında rivayet edilen her türlü söz, fiil, takrir, beşeri ya da ahlâkî sıfatların tümü, nübüvvetinden önce ya da sonra olsun peygamberliğe dair verdiği bütün haberlerdir” diye tarif ederler. (Koçyiğit, Talat, Hadis Usûlü; Ank. Üniv. Basımevi, 1987, s.15) Bu tarife göre Sünnet, hadisle aynı anlamı taşımaktadır. Hadis âlimlerinin Sünnet’in tarifini bu kadar geniş tutmalarının nedeni elbette Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün hayatına verdikleri ehemmiyeti göstermektedir.

Fukahaya göre Sünnet

Fıkıhçılar ise Sünnet’i; “Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sadır olan söz, fiil ve takrirlerdir” şeklinde tanımlarlar.
Burada dikkat etmemiz gereken önemli bir nokta vardır. O da, Fukahanın Sünnet-i Seniyye’ye hadisçilerin verdiği ehemmiyeti vermedikleri anlamı çıkarılmaması hakikatidir. Aksine fukahaya göre Allah Rasûlü’nden (s.a.v.) sâdır olan tüm haberler dine taalluk ettiğinden bir hüküm ifade eder tüm bu hükümler ancak bi’setten sonra geçerlidir. Dolayısıyla Efendimizin (s.a.v.) bi’setinden önceki haberleri dini bir hüküm içermez. Diğer bir ifadeyle her iki zümre arasında ki fark, sadece bakış açısından kaynaklanmaktadır. Bu konuda şu örnek gerçekten manidardır.

Bir gün imam Malik’e Sünnet’in ne olduğu sorulduğunda; ”Sünnet’in, Sünnet’ten başka bir ismi yoktur ki onunla Sünnet’i tarif edeyim” diye cevap verir.
Yukarda zikrettiğimiz tariflerin birleştiği noktada şunu diyebiliriz; Sünnet, Allah Rasûlü (s.a.v.)’nden sâdır olan her türlü söz, fiil ve takrirlerdir. Bu anlamda da Sünnet, İslâm’ın ta kendisidir.

Her ne kadar Sünnet’i bu şekilde tarif edenlerin selef uleması olduğunu söylesek bile aslında bu tarifi bizatihi Allah Rasûlü yapmıştır: ”Emanet semada insanların (ehlinin) kalplerinin derinliklerine indirildi. Daha sonra Kur’ân indi ve onlar Kur’ân’ı okuyup Sünnet’le amel ettiler.” (Buhari, Fiten 13/18) Bu hadiste açıkça görülmektedir ki Efendimizin (s.a.v.) Sünnet’i kendisinden Kur’ân-ı Kerîm dışında rivayet edilen haberler olarak tanımlamıştır.

Başka bir hadis-i şerifte ise; “Namazda insanlara Kur’ân’ı en iyi okuyan imamlık etsin. Eğer bunda eşitseler Sünnet’i en iyi bilen imamlığa geçsin.” (Müslim, Mesacid 1/465) buyrularak Rasûlullah (s.a.v.)’tan rivayet edilen haberler arasında Kur’ân ile Sünnet ayrı yerde tutulmuştur. Bu konuya işaret eden hadisleri çoğaltmak mümkündür.

Ashab-ı Kiram’ın Sünnet Anlayışı

Ashab’ın ileri gelenlerinden Abdullah b. Ömer (r.anhuma), oğlu Salim’in Haccac’a; “Eğer Sünnet’e tabi olmak istersen Arafat’ta öğle ile ikindiyi cem et” deyince, babası Abdullah b. Ömer (r.anhuma); “Doğru söyledi, Onlar (Ashab-ı Kiram) Arafat’ta öğle ile ikindiyi cem ederlerdi” diyerek oğlunu tasdik eder. Bunun üzerine yine Tabîi’nin büyüklerinden İbn-i Şihab ez-Zühri; “Allah Rasûlü de bunu yapar mıydı?” diye sorunca Abdullah b. Ömer: “Onlar (Ashab) Sünnet’ten başka bir şeyle amel ederler mi?” diye karşılık verir. (Buhari, Hacc 3/513)
Saadet Asrından bugüne Sünnet-i Seniyye hep aynı manada kullanılmış ve zihinlerimize de bu şekilde kazınmıştır. Hatta Hafız İbni Hacer; Sünnet’i tarifinde söz, fiil ve takrire bir ilavede bulunarak Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün yapmaya niyet edipte yapmadığı şeyleri de Sünnet’in kapsamına almıştır. Buna örnek olarak Muharrem orucunu delil göstermemiz mümkündür. Allah Rasûlü (s.a.v.) önümüzdeki yıl Aşûra orucunu Muharrem’in 9,10 ve 11. günü tutacağını beyan etmiş ancak o sene vefat ettiğinden bunu gerçekleştirememiş, fakat bu sünnet olarak uygulanmıştır.

SORU: Bazı kimseler Sünnet’i; Sünnet-i âdet ve Sünnet-i ibadet diye iki kısma ayırarak Efendimizin (s.a.v.) yemesi, içmesi oturuşu, giyim-kuşamı, konuşması v.s. gibi beşerî sıfatlarını Sünnet-i âdet kabilinden sayıp bunları uyulması gereken Sünnet kapsamına almıyorlar ve dikkate alınması gereken Sünnet’in ibadete ya da dini bir hükme işaret eden söz, fill ve takrirler olduğunu savunurlar. Bu doğru mudur?

CEVAP: Üzülerek ifade etmeliyiz ki gerek zamanın getirdiği bir takım yenilik ve değişimlere ayak uydurmak amacıyla gerekse nefislerin atalet ve tembelliğine boyun eğerek Sünnet’in ibadet ve ahkam ifade edenlerinin dışında günlük hayatı içine almadığını, Efendimizin (s.a.v.) yemesi, oturması, konuşması, giyimkuşamı, güzel ahlâkı gibi rivayetlerin sünnet olmadığını, bunların o asra ait ya da Efendimizin (s.a.v.) beşerî sıfatlarından ibaret olduğunu ifade eden görüşleri duymaktayız.

Evvela şunu iyi bilmemiz gerekir; Efendimiz (s.a.v.)’ den rivayet edilen tüm haberler Sünnet’tir. Zira bu haberlerden her biri farz, vacip, nafile, haram, mekruh ya da mubah gibi hükümleri içerirler. Mesela, Rasûlullah (s.a.v.)’ın tirid yemesi bu yemeğin mubah olduğuna, sarık sarması bunun müstehab olduğuna, altın takmaması bunun haram olduğuna, sol elle yemek yememesi bunun mekruh olduğuna delalet eder. Sünnet deyince aklımıza sadece nafileler gelmemeli ve Rasûlullah (s.a.v.)’ın Sünnet’inin bir hükmü helal ya da haram, farz ya da nafile kılıcı bir yanının olduğunu unutmamalıyız.

İmam-ı Gazali İhyâ’sında şöyle der; “Bil ki dünya ve ahiret saadetinin anahtarı Sünnet-i Seniyye’ye ittibadadır. Bu ittiba sadece ibadetlerdeki sünnetler değil, O’ndan sâdır olan her şeyde oturması, kalkması, yemesi, uyuması, konuşması gibi tüm hallerinde olmalıdır. İşte o zaman: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’

(Kur’ân-ı Kerîm 3/31) ve “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.” (Kur’ân-ı Kerîm 59/7) ayetlerinde belirtilen mutlak ittiba hâsıl olmuş olur.”

Bu konuyla alakalı selefi salihinden birkaç örneği de zikretmeden önce selefi salihin kimdir tanımaya çalışalım. Selefi Salihin; Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiindir. Efendimizin (s.a.v.), zamanların en hayırlısı diye tarif ettiği bu üç kuşak dinimizin bizlere ulaşmasındaki en sağlam köprü konumuna sahiptirler. Özellikle raşid halifelerin sonuncusu Hz. Ali (k.v.) döneminden itibaren başlayan dini kaynakların tedvininde sarf ettikleri eşsiz gayret neticesinde dinimiz bu zamana kadar eksiksiz ve noksansız bir şekilde hamdolsun bizlere ulaşmıştır. Şimdi bu münevver insanların Sünnet anlayışını yansıtan örneklere bakalım.

Abdullah b. Ömer (r.anhuma)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: ”Allah Rasûlü (s.a.v.)’ne altın bir yüzük hediye edilmişti. Bunu gören sahabeler de birer altın yüzük edindiler. Daha sonra Allah Rasûlü (s.a.v.); “Ben altın bir yüzük edinmiştim. Ancak bundan sonra bunu takmayacağım” diyerek yüzüğü attı. Bunun üzerine sahabeler de yüzüklerini attılar. (Buhari İ’tisam 13/274) Bu hadiste açıkça görülmektedir ki; Ashab-ı Kiram, Efendimiz (s.a.v.)’den sadır olan her şeyi hayatlarına sorgusuz sualsiz uygulayarak O’na olan bağlılıklarını ifade etmektedirler.

Beyhaki’nin tahric ettiği bir hadiste, Efendimiz (s.a.v.) hutbe verirken içeri Abdullah b. Revaha girdi ve o anda Rasûlullah (s.a.v.)’ın oturun dediğini işitince olduğu yere (kapı ağzına) oturdu. Hz. Peygamber (s.a.v.) daha sonra neden böyle yaptığını sorunca; “Sizin oturun dediğinizi işittim ve ben de oturdum” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Cenab-ı Hakk, Allah ve Rasûlü’ne itaatteki hırsını arttırsın” diye duada bulundu. (İsabe, 4/84, Hayatü’s-sahabe, 2/84) Abdullah b. Revaha (r.a.) Bedir dahil tüm gazvelere katılan, Mu’te savaşında şehid düşen, vahiy katipliği yapan ve Allah Rasûlünün (s.a.v.), hakkında; “Abdullah b. Revaha ne güzel bir adamdır” buyurduğu büyük bir sahabidir. Benzer bir rivayet Abdullah b. Mesud için de rivayet edilmiştir. (Beyhaki, 3/205)

Urve b. Abdullah, Muaviye b. Kurra’nın babasından rivayetle şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.v.)’a gelerek biat ettim ve gömleğinin düğmelerinin (üstten) açık olduğunu gördüm.” Urve der ki; “Muaviye ve oğlunu kış ya da yaz ne zaman görsem gömleklerinin düğmesi açıktı.” (İbn-i Mace, Libas 2/1184, Ebû Davud, Libas 11/133)

Ebu Said el-Hudri’den rivayet edilmiştir: Allah Rasûlü (s.a.v.) namaz kılarken ayağından nalinini çıkardı, bütün ashab da nalinlerini çıkardılar. Namazdan sonra Rasûlullah (s.a.v.) ashabına; “Neden nalinlerini çıkardıklarını” sorunca, Ashab; “Siz çıkarınca biz de çıkardık Ya Rasûlallah!” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.); “Cebrail bana geldi ve nalinlerimde pislik olduğunu haber verdi. Sizden biriniz mescide geldiğinde nalinlerini ters çevirip pislik olup olmadığına baksın varsa yere silsin sonra namazını kılsın.” (Buhari, Salât 2/107, İbni Hibban Kitabu’s-salât, 5/560)
Hz. Ömer (r.a.)’in şöyle dediği rivayet edilir: Tavaf yaparken hervele, omuz açma İslam’ın ilk zamanlarında kâfirlere karşı (gözdağı olarak) yapılırdı. Allah İslam’ı muzaffer, küfrü ve ehlini de yok etti. Lakin Allah Rasûlü’nün zamanında yapılan bir şeyi de terk edecek değiliz.

Mücahid’den rivayet edildiğine göre; Abdullah b. Ömer ile bir seferdeyken bir yere gelip yolun dışına doğru çıktılar. Sebebi sorulduğunda Rasûlullah (s.a.v.)’ın da böyle yaptığını söyledi. (Müsned, Bezzar, Mücahid 1/174)
Yine Abdullah b. Ömer’e seferde namazın kısaltılmasını Kur’ân-ı Kerîm’de bulamıyoruz, orada sadece korku namazı var diye sorulduğunda şöyle cevap verir: ”Cenab-ı Hakk Hz. Muhammed’i gönderdiğinde biz hiç bir şey bilmezdik. Herşeyi Rasûlullah (s.a.v.)’tan öğrendik. O’nun yaptığı her şeyi biz de yapıyoruz. Seferde namazın kısaltılmasında O’nun sünnetidir.” (Nesai, Salât 1/183,184)

Buna benzer bir soruyu İbn-i Ömer (r.a.), Rasûlullah (s.a.v.)’a sorduğunda Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

“Allah’ın size bir armağanıdır, siz de bu armağanı kabul edin.” (Buhari dışındaki Kütüb-i Sitte)

Mişrah el-Eşari’nin kızı Meyl der ki: “Babamın tırnaklarını kesip toprağa gömdüğünü gördüm. Allah Rasûlü (s.a.v.) de böyle yapardı” dedi.

SORU: Rasûlullah (s.a.v.) sarığı sıcaktan korunmak için ya da Arapların o zamana has bir giyim tarzı olduğundan taktığı doğru mudur?

CEVAP: Namazda sarık sarmak Rasûlullah (s.a.v.)’ın bir sünneti olup sarık sarmayı emreden birçok hadis bulunmaktadır. Burada bu hadisleri zikretmemden evvel şunu belirtelim.

Hendek savaşından sonra Cibril (a.s.) sarıklı ve sarığının ucu iki omuzu arasına sarkıtılmış bir şekilde Rasûlullah (s.a.v.)’a gelerek silahların bırakılmadan Beni Kureyza üzerine hareket edilmesini söylemiştir. (Beyhaki, Ebû Nuaym, Hilye)

Sarık sarmayı Arap âdeti olarak sıcaktan korunmak için kullanıldığını söyleyenlere sormak lazım; Cebrail (a.s.)’da mi beşer kılığında geldiğinde Arapları taklit ediyordu ya da o da mı sıcaktan etkileniyordu. Bu ve buna benzer iddialar bize Sehl b. Abdullah Testuri’nin şu sözünü hatırlatıyor: “Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün Sünnet’inden yüz çevirmeyin. Korkarım ki bir zaman gelecek birisine Allah Rasûlü ve O’nun Sünnet’i hatırlatıldığında kınanacak yüz çevrilecektir ve hakir görülecektir.” (Kurtubi, En’am sûresi 153. ayeti tefsiri)
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.