Özlenen Rehber Dergisi

159.Sayı

Dinde Aslolan Rasûlullah'tır (s.a.v.)

Muzaffer YALÇIN Hocaefendi Özlenen Rehber Dergisi 159. Sayı
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Dünyaya Teşrifi
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), miladi 571 yılında Mekke’de, Rebiulevvel ayının 12’sinde Pazartesi günü sabaha karşı dünyaya teşrif ettiler.
Kureyş’in Hâşimî soyundan Abdulmuttalip oğlu Abdullah ile Abdimenâf’ın oğlu Vehb’in kızı Âmine annemizin oğlu olarak dünyaya geldi.
Efendimiz (s.a.v), muhterem babasını hiç görmedi. Yani yetim olarak dünyaya geldi.
Fil vakasının cereyan ettiği seneydi.
Temiz soyu İbrahim (a.s.)’ın neslindendir.
Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular: Ebû Ammâr Şeddâd’dan rivayet edildiğine göre; muhakkak ki o, Vâsile b. el-Eska’ı şöyle derken işitmiş: Rasûlullah (s.a.v.)’i şöyle buyururken işittim: ’Muhakkak ki Allah, Kinâne’yi İsmail oğullarından seçti. Kureyş’i Kinâne’den seçti. Kureyş’ten Benî Hâşim’i seçti. Beni de Benî Hâşim’den seçti.’1
Efendimiz (s.a.v) buyuruyorlar: ’(Ben), babam İbrâhim’in duâsı, İsâ’nın müjdesiyim.’2
Adem (a.s.)’dan sonra nesli hep Peygamber Efendilerimizin sûlbünde intikal etti. Sonrasını ise Efendimiz (s.a.v.) şöyle tarif ediyor: ’(Adem’den beri) anne ve baba(ları)m zina (yolu) ile bir araya gelmemiştir. Allah Azze ve Celle sürekli beni, temiz sulplerden temiz rahimlere, tertemiz (arı duru, her türlü maddi ve manevi kirlerden) arındırılmış bir halde intikal ettirdi. (Bu nesil) iki fırkaya ayrıldığında mutlaka en hayırlısı içerisinde oldum.’3
Peygamber efendimizin (s.a.v) temiz nesline haramdan ve şirkten hiçbir zerre bulaşmamıştır.
Efendimiz (s.a.v.) yaratılmışların ilkidir. Ve nur olarak yaratılmıştır.
Câbir (b. Abdillâh) (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.)’e, Allah Teâlâ’nın yarattığı ilk şey hakkında sordum, şöyle buyurdu:
هُوَ نُورُ نَبِيِّكَ يَا جَابِرُ
’(Allah’ın yarattığı) o (ilk şey), senin peygamberinin nurudur ey Câbir!’4
Kur’an-ı Hakîm Rasûlullah (s.a.v)’in nur oluşunu bize nass’la bildirmiştir.
قَدْ جَاءَكُمْ مِنَ اللّٰهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُب۪ينٌ
’Muhakkak ki size Allah’tan bir nûr ve apaçık bir Kitab (Kur’ân) gelmiştir.’5
Ayette geçen نور Rasûlullah (s.a.v.)’dir. كتابise Kur’an-ı Kerim’dir.
Efendimiz (s.a.v.)’in nuru, aynı zamanda kendisinin ruhudur. Efendimiz (s.a.v.)’in zahiri de, batını da, azaları da velhâsıl tamamı nurdur. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) duasında da:
وَاجْعَلْن۪ى نُورًا
’(Allah’ım!) Beni nur kıl.’6 buyurmuştur.
Nurun kendisini görmeye tâkat yetmez. Fakat eşya O’nun nuruyla görülür.
Hiç kimsenin Efendimiz (s.a.v.) nurunun ve ruhunun hakikatini idrak etmeye gücü yetmez. Nasıl gücü yetsin!
İmam Busayrî Kasîde-i Bürde’sinde bunu şöyle ifade etmiştir:
كَيْفَ يُدْرِكُ فِي الدُّنْيَا حَق۪يقَتَهُ
قَوْمٌ نِيَامٌ تَسَلَّوْا عَنْهُ بِالْحُلُمِ
’Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizi dünyada sadece uykuda/rüyada görmekle teselli olan ve gaflet içerisinde olan bir kavim O’nun hakikatini, zahiri ve batıni güzelliklerini nasıl idrak edebilir ki, elbette edemez.’7
فَهْوَ الَّذ۪ي تَمَّ مَعْنَاهُ وَصُورَتُهُ
ثُمَّ اصْطَفَاهُ حَب۪يبًا بَارِئُ النَّسَمِ
مُنَزَّهٌ عَنْ شَر۪يكٍ ف۪ي مَحَاسِنِهِ
فَجَوْهَرُ الْحُسْنِ ف۪يهِ غَيْرُ مُنْقَسِمِ
’(Batıni kemalatı, güzellikleri) ve sureti (zahiri vasıfları) tamam olan O’dur.
Sonra insanları yaratanın (Bârî olan Allah) Habib olarak seçtiği O’dur.
Güzelliklerinde (hem zâhiri hem batınî) ortağı olmaktan uzaktır,
O’ndaki güzelliğin (hakikati) cevheri bölünmemiştir.’8 (Yusuf’a (a.s.) ise sadece güzelliğin yarısı verildi. Rasûlullah (s.a.v.)’in güzelliği ise hiçbir mahlûkata taksim edilmeyen bir güzellikti.)
İmam Kurtubî: ’Rasûlullah (s.a.v.)’in güzelliğinin tamamı bize izhar edilmedi. O’nun güzelliğinin tamamı bize gözükseydi hiçbir göz O’nu görmeye güç yetiremezdi.’
İmam Kastalânî Mevâhib’te şöyle diyor:
’Bil ki Allah Teâlâ’nın Rasûlullah (s.a.v.)’in şerefli bedenini, ne kendisinden önce ne de kendisinden sonra hiçbir beşerde yaratmadığı ölçüde güzel yarattığına inanmak Peygamber Efendimize (s.a.v.) imanın kemâlindendir.’
Büyük velilerin ulaşacakları en son nokta Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizde fâni olmaktır. O’nda fenâ olmada idrak yoktur. Zaten fenada idrak olmaz.
قَدْ جَاءَكُمْ مِنَ اللّٰهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُب۪ينٌ
Ayet-i Kerime’de Nûr ve Kitap (Kur’an) beraberce zikredildi. Dolayısıyla Rasûlullah (s.a.v.), Kur’an’ın kendisiyle zuhur ettiği nur’dur.
Rasûlullah (s.a.v.), Cenab-ı Hakk’ın vahdâniyyetinin izharıdır. Yani kıyamete kadar gelecek insanlara tevhidi getiren ve tebliğ eden O’dur. Efendimiz (s.a.v.)’in zatı, getirdiği Kur’an-ı Mübîn ve Sünnet-i Seniyye’si Rabbimizin bir oluşunun izharıdır.
Hz. Allah Kur’an-ı Mubîn’de bir olduğunu haber veriyor, هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ buyurarak vahdaniyyetini bildiriyor. Peki, bunu kullarına kim bildirecek? ’قُلْ’ ’Sen söyle Habibim’ diyerek tevhidi izharda Habibini vasıta ettiğini haber veriyor. Dolayısıyla Kur’an’da geçen her ’قل’ hitabı ’Sen söyle ey Habibim’ demektir. Bu da Efendimizin (s.a.v.) vasıta olmasının nas ile sabit oluşudur.
Efendimiz (s.a.v.) Vâsıtatü’l-Uzmâ’dır. O, en büyük ve en yüce vasıtadır.
Bu şu demektir; tevhidi, Rasûlullah’ın (s.a.v.) sana getirdiği gibi tasdik edeceksin ki, mü’min olasın.
O halde mü’min kime denir?
Senin ismin mü’min olmaz olamaz. Ancak ne zaman ismin mümin olur; kendinle, Allah (c.c.) arasında Efendimizi (s.a.v.) Allah’ın elçisi olarak tasdik etmekle tevhide ulaşır ve mümin olabilirsin.
Kelime-i Tevhid de bu hakikati söylemiyor mu? Sadece لا اله الا الله diyen tevhid üzere olmuyor. ’محمد رسول الله’ı tasdikle ancak mü’min oluyor.
Bundan anlaşılıyor ki, bir kimse Cenâb-ı Hak ile kendi arasından Peygamber (s.a.v.) Efendimizi kaldırmaya çalışıyorsa, bu kimse tevhidi kaldırmaya çalışıyor demektir.
Öyleyse ey mü’min! Efendimizle olan iman bağına dikkat et!
Abdullah Fârukî el-Müceddidî hazretlerinin de söylediği gibi ’Din Rasûlullah’tır.’ Yani dinde aslolan Rasûlullah’tır.

Kur’an-ı Kerim ve Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz arasındaki münasebet hususunda…
Annemiz Hz. Âişe (r.anhâ), kendisine Efendimizin (s.a.v.) ahlakı sorulunca şöyle cevap vermiştir:
’O’nun ahlakı Kur’an idi. Kur’an’ı, Allah Azze ve Celle’nin: وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ ’Ve şüphesiz sen, mutlaka yüce bir ahlak üzeresin.’ (el-Kalem, 68/4) buyruğunu okumuyor musun?’ diye sordu.9
Burada Âişe annemiz bu ayeti zikrederek, Efendimizin (s.a.v.) eşsiz güzel ahlaklarının saymakla bitirilemeyeceğini, buna kimsenin gücünün yetmeyeceğini bildirmek için soru soranı Kur’an’ın yukarıdaki ayetini okumaya ve tefekkür etmeye teşvik etti. Hatta Âişe annemiz bir başka rivayette şöyle buyurmuştur:
’Onun ahlâkı Kur’ân’dı. Onun (yani Kur’ân’ın) gazaplandığı şeye gazaplanır ve razı olduğu şeye razı olurdu.’10
Onun bu ifadelerinden hareketle: ’Rasûlullah (s.a.v) yürüyen Kur’an idi.’ denmiştir.
Efendimiz’e (s.a.v.) ve ahlakına bakılınca sanki Kur’an görülüyordu. Kur’an’ın manaları ve maksatları Efendimizin mübarek zatında kâinata ışık saçarak rehber oluyordu.
’Hakk’ı müşahedeye ancak Rasûlullah (s.a.v.) aynasında görmeye talip ol.’
Hakk’ı Rasûlullah’ın (s.a.v.) aynasında görmek lazım. Çünkü O vasıtadır. O’nun aynası sâfî bir aynadır.
Peki, Hakk’ı Rasûlullah’ın aynasında nasıl göreceksin? Rasûlullah (s.a.v.)’in aynası nedir?
Rasûlullah’ın aynası O’nun getirdiği şeriattır. Sen O’nun şeriatına ittiba edersen, Hz. Allah’ı Rasûlullah (s.a.v.)’in aynasında müşahede edersin. O zaman O’nun getirdiği şeriata ittiba et, bidat ehli olma. Eğer sen bidat ehli olursan Hz. Allah’ı kendi aynanda görmeye kalkışıyorsun demektir. Zira senin aynan ne ki? Şayet sen Hakk’ı kendi aynanda müşahedeye kalkarsan küfre girersin.
Allah (c.c.) Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizde bütün yüce ahlakları cem etmiştir. Yani Rabbimiz bütün işlerin en yücesini, iyiliklerin ve ahlakların en yücesini Nebi’sinde toplamıştır. Bu Hz. Allah (c.c.)’ın الجامع isminin Efendimizde tecellisidir.
Efendimiz (s.a.v.) siyasette, ilimlerde ve ahlaklarda vs. en yüce derecelerdedir.
Dolayısıyla her kesim için ’Üsve-i Hasene’dir’.
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًا
’Andolsun, Allah’ın Rasûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.’11
Mesela, sen bir siyasetçi isen, senin siyasette tâbi olacağın, uyacağın yegâne zat Rasûlullah’tır (s.a.v.).
Sen bir âlim isen, ilimde senin örnek alıp iktidâ edeceğin O’dur. Çiftçi isen, asker isen bütün bunlarda örneğin yine O’dur.
Yani Allah (c.c.) bütün mahlûkata ayrı ayrı taksim ettiği yüce vasıfları, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizde en kâmil vecih üzere cemetmiştir.
Hz. Allah (c.c.), Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizde cemettiği bütün kemal sıfatları mahlûkata derecelerine ve kadirlerine göre taksim etmiştir. Peygamberlere, sıddıklara, evliyalara, âlimlere, ilimde salih ulemaya, derecelerine göre Efendimizde (s.a.v) cemettiği kemalatı dağıtmıştır.
Rabbimizin Rasûlullah (s.a.v.)’da topladığı bütün bu mekârim-i ahlakı, yukarıda zikredilenlere kadrince dağıtması da الواسع isminin tecellisidir.
Peygamber efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki:
وَإِنَّمَا أَنَا قَاسِمٌ وَاللّٰهُ يُعْط۪ى
’Ben ancak taksim ediciyim, Allah ver(end)ir.’12
Rasûlullah (s.a.v.)’in yüce ahlakına, merhametinin ve şefkatinin genişliğine, Taberânî’nin naklettiği bir hadis-i şeriften örnek verelim.
İbn-i Ömer (r.anhümâ) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.)’i işittim, (o bir keresinde) kumaş satan birinin yanına geldi ve ondan dört dirhem karşılığında bir gömlek satın aldı. Nihayet o (yani gömlek) üzerinde olduğu halde çıktı. Bir de ne görsün, Ensar’dan bir adam: ’Yâ Rasûlallah (s.a.v.)! Bana bir gömlek giydir ki Allah da sana cennet elbiselerinden giydirsin.’ dedi. (Rasûlullah) gömleği çıkardı ve ona giydirdi. Sonra dükkan sahibine döndü ve ondan dört dirhem karşılığında bir gömlek (daha) satın aldı. Yanında iki dirhem kalmıştı. (Oradan ayrıldığı esnada) bir de ne görsün, bir cariye yolda ağlıyor. (Ona): ’Seni ağlatan şey nedir?’ buyurdu. (Cariye): ’Yâ Rasûlallah! Ehlim (yani sahiplerim) un almak için bana iki dirhem verdi, (fakat) o iki (dirhem) kayboldu.’ dedi. Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) ona kalan iki dirhemi verdi. Sonra (cariye) ağlayarak dönüp git(meye başla)dı. Bunun üzerine (Rasûlullah) onu çağırdı ve: ’İki dirhemi aldığın halde seni ağlatan şey nedir?’ buyurdu. (Cariye): ’(Sahiplerimin) beni dövmelerinden korkuyorum!’ dedi. Bunun üzerine (Rasûlullah) onunla birlikte sahiplerinin yanına kadar yürüdü. (Vardıklarında Rasûlullah) selam verdi. Onlar, O’nun sesini tanıdılar (fakat selamını almadılar). Sonra döndü ve selam verdi, sonra döndü ve selam verdi. Sonra döndü ve (selamı) üçledi. Nihayet onlar selama karşılık verdiler. (Rasûlullah): ’İlk selamı işittiniz mi?’ buyurdu. ’Evet! Fakat bize fazladan selam vermeni arzu ettik. Babamız anamız sana feda olsun, seni (buraya kadar) getiren şey nedir?’ dediler. (Rasûlullah): ’Bu cariye, sizin onu döveceğinizden korktu.’ buyurdu. (Cariye)nin sahibi: ’Onunla birlikte yürümen hatırına o Allah rızası için hürdür.’ dedi. Bunun üzerine Allah’ın Nebisi (s.a.v.) onları hayır ve cennetle müjdeledi. Sonra şöyle buyurdu: ’Andolsun ki Allah on (dirhem)de bereket hasıl etti. Peygamberine bir gömlek ve Ensar’dan bir adama bir gömlek giydirdi. Ondan (iki dirhemle) bir köleyi azat etti. Allah’a hamd ederim, kudretiyle bizi bununla rızıklandıran O’dur.’13
Efendimiz (s.a.v.) anlatıldığı zaman O’na imandan sonra en çok zikredilen husus, O’na (s.a.v.) itaattir. Mü’min elbette ki itaatini artırmak, kuvvetlendirmek ve bunlarda da devamlı olabilmek için büyük bir gayretin içerisinde olmalıdır.
Fakat itaatini artırıp onunla elde edeceği hayrı hesaplarken, itaatsizliğinin çokluğuna dönüp bakmıyor. Hâlbuki kaybettikleri hep itaatsızlıkları sebebiyledir.
Allah (c.c.) katında Hz. Peygambere karşı kasıtlı olarak yapılan su-i edep ve itaatsizlik, bütün amelleri boşa çıkardığı gibi, kişiyi (mü’mini) fâsıklık ve hatta daha tehlikelisi küfrün eşiğine getirir. Bu su-i edeple Allah’a ve Rasul’üne harp ilan edenler günümüzde de mevcuttur. Ve maalesef bu anlayış hızla mü’minler arasında yayılmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e karşı, intikalinden önce kılıçlarla ve oklarla harp meydanlarında yapılan savaş, şimdi kasıtlı bir şekilde şeytani hilelerle ve çeşitli su-i edep yollarıyla yapılan harbe dönüşmüştür.
Kasıtlı olarak, Peygamberimiz (s.a.v.)’e su-i edeple eziyet eden Peygamberimiz (s.a.v.)’e harp ilan etmiş demektir.

Harp nedir? Harbin maksadı nedir?
Harp eden, savaş açan bir başkasının haklarını gasp etmek ve onu hâkimiyeti altına almak için savaşır.
’Allah’a harp ilan etmek’ demek: Rabbimizin hüküm koymadaki hakkını kabul etmeyerek sadece kendilerini (heva ve akıllarını) hüküm koymaya hak sahibi ve daha layık görmeleri demektir. Peki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e karşı harp ilan etmek ne demektir?
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in zatına, sünnetine ve ahlaklarına karşı kasıtlı olarak gösterilen su-i edep Efendimiz (s.a.v.)’e harp ilan etmek demektir.
Bu öyle bir harptir ki, sadece Efendimiz (s.a.v.)’e değil, aynı zamanda Hz. Allah’a karşı da açılmış bir harptir.
Mesela; ’Sünnet diye bir şey yok’ diyen, ’bize Kur’an yeter, biz sadece Kur’an’da olanı kabul eder alırız’ diyen, Allah’a ve Rasûlü’ne harp ilan etmiştir.
Böyleleri لا اله الا الله deyip محمد رسول الله ı kabul etmeyip yok sayan demektir.
Şu halde Sünnet’i kabul etmiyoruz demek ne demektir? Dikkat ediniz! ’Rasûlullah (s.a.v.) yok’ demektir. Haşa. ’Biz O’nu (s.a.v.) ve Sünnetlerini kabul etmiyoruz’ demektir.
Hâlbuki bakın Hz. Allah (c.c.) ne buyuruyor!
وَمَآ اٰتٰيكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهٰيكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُواۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِۢ
’Peygamber size ne vermişse (emretmişse) onu alın ve sizden neyi yasaklamışsa ondan kaçının! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.’14
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bizzat kendisi, kendisi ile alay edenleri Allah’ın hükmü gereğince cezalandırmıştır.
Medine’de Hakem b. Ebi’l-Âs diye birisi vardı. Herkesin olduğu gibi Efendimiz (s.a.v.)’in de kendisine has bir yürümesi vardı. Bu kişi, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin yürüyüşünü taklit ediyor ve dalga geçiyordu. Bir gün Efendimiz (s.a.v.) yürürken Ebu’l-Hakem Efendimizin (s.a.v.) arkasında yürüyüşünü taklit etmeye ve dalga geçmeye başladı. Efendimiz (s.a.v.) birden arkasına dönüp bakınca onun bu saygısızlığını gördü. Bunun üzerine, onun hemen Medine’den çıkartırılıp Tâif’e sürgün olarak gönderilmesini emretti.15
İşte Efendimizin (s.a.v.) onu Tâif’e sürmesi, kendisine karşı su-i edeple davrananı yine bizzat kendisinin cezalandırmasıdır.
Günümüzde de aynı ahlaklarından dolayı Taif’e sürülecek nice kimseler var.
Sen kimsin, Kur’an’la Sünnet’in arasını ayırıyorsun? Sen kimsin Allah’ın Rasülüne kendini alternatif olarak görüyorsun?
Yakın zamanda ebediyete intikal etmiş alim ve arif Abdullah Fârukî el-Müceddidî hazretleri bu batıl anlayışları televizyon ekranlarında yaymaya çalışan, adeta Peygamber Efendimize harp ilan etmeyi şiar edinenlere karşı Efendimizi (s.a.v.) savunurken ruhunu teslim etmiştir.
Bizim Abdullah Fârukî el-Müceddidî hazretleri ile olan bağımız şeriat bağıdır. Bunun altındakiler şeriat bağına hizmet eden hususlardır.
Abdullah Fârukî el-Müceddidî hazretleri, İslam’ın hedeflerini kendi yolunun esasları kılan bir mürşid-i kâmildir.
Abdullah Fârukî el-Müceddidî hazretlerini sevenler de bu anlayışı kendilerine maksat, hedef ve düstur edinmezlerse o vakit sevgilerimiz hissiyat olmaktan çıkamayacak ve asla ittiba vasfına yükselemeyecektir.
Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) ittibanın, Allah’a vuslatın yegâne şartı ve yolu olduğunu yukarıda ifade etmiştik. Asıl olan tevhittir, asıl olan dindir, asıl olan Rasûlullah’tır.
Bir mürşid-i kâmilin varlığı da bu hakikatler içindir. Bir kimse kalbini mürşidine bu asıl olanlarla bağlamalıdır. Sevgisinin kuvvetini ve vasfını bu asıl olanlardan almalıdır. Sadakatini bu istikamette sarf etmelidir. Bunlara dikkat etmezsen Allah’a Rasulüne, şeriata, sünnete hizmet eden ve şiarı bu olan mürşid-i kâmili kendi heva bataklığında yaşatmaya çalışıyorsun demektir.

(Endnotes)
1 Müslim, Fedâil, 1.
2 Hâkim, Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, Tevârîhu’l-Mutekaddimîne Mine’l-Enbiyâi Ve’l-Murselîn, 184, c.2, s.656, h.no:4174, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2002.
3 Ebû Nuaym el-Esbahânî, Delâilu’n-Nübüvve, s.57, h.no:15, Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 1986.
4 el-Cüz’ü’l-Mefkûd Mine’l-Cüz’i’l-Evvel Mine’l-Musannef Bi-Tahkîk Îsâ el-Humeydî, Bâbu Tahlîki Nûri Muhammedin, s.66, h.no:18, 2005, Riyad, 2005; el-Kastalânî, el-Mevâhibu’l-Ledünniyye Bi’l-Minehi’l-Muhammediyye, c.1, s.71, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 2004.
5 el-Mâide, 5/15.
6 Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîne Ve Kasruhâ, 26.
7 Busayrî, el-Bürde Şerhan Ve İ’râben Ve Belâğaten Litullâbi’l-Meâhidi Ve’l-Câmiât, Muhammed Yahyâ el-Hulv, s.76, Beyit no:50, Dâru’l-Beyrutî, Dımeşk, 2005.
8 Busayrî, a.g.e., s.65, Beyit no:41-42.
9 Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.41, s.148, h.no:24601, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1997.
10 Taberânî, Evsat, c.1, s.30, h.no:72, Dâru’l-Harameyn, Kahire, 1995.
11 el-Ahzâb, 33/21.
12 Buhârî, İlm, 13.
13 Taberânî, Kebîr, c.12, s.441, h.no:13607, Mektebetu’bni Teymiyye, Kahire.
14 el-Haşr, 59/7.
15 İbn-i Abdilberr, el-İstîâb Fî Ma’rifeti’l-Ashâb, c.1, s.359, no:529, Dâru’l-Ceyl, Beyrut, 1992.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.