Özlenen Rehber Dergisi

163.Sayı

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz İçimizdedir

Muzaffer YALÇIN Hocaefendi Özlenen Rehber Dergisi 163. Sayı
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin hususiyetleri ve Allah (c.c.)’nun O’nun fıtratına derç ettiği kemalatlar konusu münasebetiyle bu yazımızda وَاعْلَمُوٓا اَنَّ ف۪يكُمْ رَسُولَ الّٰلِ ayetini konu edineceğiz.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, kabr-i şerifinde hayatta olması hasebiyle, ümmetin Efendimizle (s.a.v.) olan alaka ve bağlarını kuvvetlendirmek ve sağlamlaştırmak için ne yapılmalıdır?
Hiç şüphe yok ki, ümmetin Peygamber Efendimizle (s.a.v.) olan bağı, vefatıyla kopmamış, kesintiye uğramamıştır. Bilakis bu daim ve kaimdir, kıyamete kadar da kaim ve sabit olarak kalacaktır.
Bazılarının, Efendimizin (s.a.v.) ümmeti ile olan bağının, vefat etmesi hasebiyle kesintiye uğradığı ve koptuğu düşünceleri, fasit düşüncelerdir. Hatta bu zavallı cahiller, hem kendilerini aldatıp hem de kendilerine tabii olanları aldatan kimselerdir. Haşa, Efendimiz (s.a.v.)’in bir postacı mesabesinde olduğunu söylüyorlar. ’Peygamber postacıdır. Mesajı getirdi, vefat etti gitti. Dünyada işi bitti ve onunla bağımız da kesildi. Bizim sadece Kur’ân’la bağımız var.’ diyorlar.
Dikkat edin! Bunu söylemek ve buna inanmak hiç şüphesiz küfürdür.
Bizim Efendimiz (s.a.v.) ile bağımız bunların dediği gibi kopmuş olsaydı eğer, Ümmet Allah (c.c.)’ın sevgisini elde etmek için asırlarca Rabbimizin şu ayetinde buyurduğu gibi Efendimize (s.a.v.) ittibaya devam etmezler ve terk ederlerdi: ’De ki, ’Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’1
Peygamberimize ittiba insanların aşina oldukları, gözle gördükleri dünya hayatındaki yaşamı ve varlığıyla mı sınırlıydı? Asla ve kat’a hayır. Biz Efendimize (s.a.v.) ahirete intikalinden sonra da itaat ederiz, ediyoruz ve edeceğiz. Bizler O’na (s.a.v.) ittiba edip sünnetini yaşamada ve yaşatmada hırsla gayret ediyoruz.
Efendimiz (s.a.v.) ile bağımızın koptuğunu söylemek, Peygamberin vazifesi bitti demek, şeriatla ve Kur’ân’la bağımız ve alakamız koptu ve bitti demektir. Niçin? Çünkü Kur’ân’ı tebliğ eden, şeriatı getiren ve uygulayan Rasûlullah Efendimizin ta kendisidir.
وَاَنْذِرْ عَش۪يرَتَكَ الَْقْرَب۪ينَ
’(Önce) en yakın akrabanı uyar.’2 ayeti inince Efendimiz (s.a.v.) Safa Tepesine çıkarak Kureyş’in bütün kabilelerine nida etti ve şöyle dedi: ’Ey Kureyş topluluğu! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vadide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasp edecek desem, bana inanır mısınız ?’ Onlar hiç düşünmeden: ’Evet, ey Muhammmed inanırız. Çünkü şimdiye kadar seni hep doğru olarak bulduk. Senin yalan söylediğini hiç işitmedik. Sen sadık ve eminsin.’ dediler. Bundan dolayı Allah (c.c.) şöyle buyurdu:
’Muhakkak ki; onların söylediklerinin seni üzmekte olduğunu hiç şüphesiz biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler açıkça Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar.’3
Yani onlar seni yalanlamıyorlar ey habibim. Sen onların yanında doğru sözlüsün, eminsin. Doğru söylediğini biliyorlar. Kur’ân-ı tebliğinde ve şeriatı uygulamada doğruluğunu elbette biliyorlar. Fakat onlar Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar.
Dolayısıyla, Efendimiz (s.a.v.)’le bağının koptuğunu söylemek ve düşünmek, bizim İslam şeriatı ile bağımızın koptuğunu söylemektir. Böyle bir şey nasıl mümkün olur? واشهد ان محمدا عبده ورسوله demiyor muyuz her
namazımızda?
Sen ey Müslüman; Efendimize (s.a.v.) salatü selam getirmekle emrolundun. ’Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salat ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin.’4 Bu ayet, sadece Kur’ân’ın indiği zamanda yaşayanlarla sınırlı bir emir mi? Elbette ki hayır. Bütün Müslüman erkek ve hanımlar, kıyamete kadar bu ayetin muhatabıdırlar. Bütün emirler, mü’minleredir. Ayette ’Ey Muhammed’in ashabı!’ demiyor. ’Ey iman edenler!’ buyruluyor.
Bu o dönemde yaşayan ve kıyamete kadar yaşayacak olan bütün mü’minleri kapsayan bir hitaptır. Öyleyse bizim Efendimiz (s.a.v.) ile bağımız daimdir, sabittir ve vefatıyla da kopmamıştır. Bu bağ kıyamete kadar sabittir.
O halde bizden beklenen, istenen bazı şeyler var ki biri de şudur:
Efendimiz (s.a.v.)’in sünnetini yaşamak ve ihya etmek, bu yolla Efendimiz’e olan bağımızı kuvvetlendirmek.
’De ki, ’Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’5
Bu Allah (c.c.)’ın emridir. Muhatap Rasûlullah Efendimizdir (s.a.v.). Ayetin başında Allah Teâlâ: ’Sen söyle (ey habibim)’ buyurmuştur. Buraya dikkat etmek lazımdır. Kur’ân’da Allah (c.c.) hakkı ile Rasûlullah (s.a.v.)’ın hakkının mülazemetini6 ifade eden bunun gibi başka bir ayet yoktur. Peki bu iki hakkın arasındaki
kuvvet ve ayrılmazlığa delalet eden delil nedir?
Ayetteki şartın ’ قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُِبُّونَ الٰلَّ ’buyruğuyla Allah’a (c.c.) atfedilmesi (bağlanması), cevabının ise
فَاتَّبِعُون۪ي’ ’ buyruğuyla Rasûlullah (s.a.v.) Efendimize atfedilerek gelmesidir.7
Allah (c.c.) niçin cihetin sadece O’nunla alakalı olduğunu ifade ederek: ’Onlara söyle; eğer beni (yani Rasûlullah’ı) seviyorsanız bana tabi olun.’ Veya ’Şayet siz Rasûlullah’ı seviyorsanız ona tabi olun.’ demedi. Bunun yerine şartı Allah (c.c.)’a hamlederek: ’Şayet siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun’ buyurdu. Öyleyse şart Allah (c.c.) müteallik tayin edilmiş. Cevap ise Efendimiz (s.a.v.)’e tayin edilmiş. İşte bu her iki hak -Allah (c.c.) hakkı ve Rasûlü’nün hakkı- arasındaki ayrılmazlığa ve kuvvetli beraberliğe delalet eder. İki hak iç içedir. Sanki Rabbimiz: ’Rasûlüme itaat eden bana itaat etmiş gibidir.’ buyuruyor.
Bunun amellerimizdeki, ibadetlerimizdeki yansımalarına bakalım. Örneğin: Abdest, namaz.
Abdest ve namazdaki farzlar sünnetlerle iç içedir. İkisi arasında tertip yoktur. Mesela abdestte, önce farzlar yapılır, sonra onlar bitince sünnetler yapılır diye bir şey yoktur. Farzlar ve sünnetler iç içedir. Mesela elleri ve avuçları yıkamak sünnettir. Mazmaza, istinşak sünnettir. Bunlarla başlıyoruz. Farzların ilki yüzü yıkamaktır. Gördüğünüz gibi abdeste başlarken hemen yüzü yıkamakla başlamıyoruz. Sonra dirseklere kadar elleri yıkıyoruz. Sonra başın meshi. Kulağı, boynu meshetmek ise sünnettir. Sonra ayakları yıkamak farzdır. Sünnetler ve farzların ibadetlerde, abdestte nasıl iç içe yerleştirildiğini görüyorsunuz. Namaz da öyle.
Bakın Allah (c.c.) bizim amellerimizde, ibadetlerimizde Habibine (s.a.v.) ve sünnetine (mekanet) yer kılmış. Peki, bu (haşa) boşuna mı? Bu, Allah (c.c.)’a kullukta, ibadetle, Rasûlullah (s.a.v.) ile bağımız devamlı ve sabit olsun diyedir. Sen buna ister razı ol ve kabul et, ister etme. Kabul etmeyene gazab-ı ilahi, kabul edip razı olana ise ilahi rıza vardır.
Yusuf Nebhânî (rh.a.) ’Velilerin Kerametleri’ isimli eserinde anlattığına göre: Salihlerden birinin yanına bir adam geldi ve yukarıda anlattığımız fasid düşüncelerini söyledi. ’Bizim Efendimiz (s.a.v.)’le bağımız yok, bitti.’ dedi. Salih zat ise ’Sen hakikaten Efendimizle bağının koptuğuna mı inanıyorsun?’ deyince adam: ’Evet!’ dedi. Salih zat: ’Öyleyse bu sözünün cezasını göreceksin!’ dedi. Daha sonra bu adam İslam’dan çıkıp Hıristiyan oldu ve küfür üzere öldü. Hatta bu adamın kitapları ve ilmi de vardı. Beyrut’a gitti bütün kitaplarını orada sattı ve Hıristiyan oldu.
Ey Müslüman! İmanın sende senin zatına bağlı olarak devamlı kalacağını mı düşünüyorsun? Şunu unutma ki; iman Vahhab olan Allah (c.c.) tarafından bir hibedir. ’Allah her kimi doğruya erdirmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah inanmayanlara azap (ve sıkıntıyı) işte böyle verir.’8
Sen Rasûlullah (s.a.v.)’ın vasıtası olmadan cennete girebileceğini mi zannediyorsun? Âlimlerimiz şöyle demişler: ’İlahi feyz ve Muhammed-i feyz hiç kesilmeden devam ediyor.’ Bu sözün manası şudur: Rasûlullah (s.a.v.) varlığı, nuru devamlıdır. Şayet sen, müşahede ehli isen O’nun mevcudiyetini, varlığını gözlerinle müşahede edersin. Eğer müşahede ehli değilsen, Efendimiz (s.a.v.) varlığını, mevcudiyetini şeriatında temessül ettiğini müşahede edersin. Çünkü şeriatın mevcudiyeti, O’nu (s.a.v.) ve risaletini temsil eder. Rasûlullah (s.a.v.)’ın zatını gözüyle müşahede edemeyen her Müslüman, Efendimizin mevcudiyetini şeriatında, sünnetinde müşahede etmelidir.
Evet, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz kabr-i şerifinde diridir. Mübarek bedeni de tap teze mevcuttur. ’Muhakkak Allah Azze ve Celle, yeryüzüne Peygamberlerin (a.s.) cesetlerini yemeyi haram kıldı.’9 O (s.a.v.) ümmetinin getirdiği salavatlara hassaten Cuma günleri bizzat kendisi arada melek vasıtası olmaksızın cevap vermektedir.
Efendimiz (s.a.v.) bir rivayette şöyle buyurmuştur: ’Muhakkak ki siz ümmetler arasından benim nasibimsiniz. Ben de peygamberler arasından sizin nasibinizim.’10
Öyleyse Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin kabrinde hayatı, şeriatının bekası, sünneti, örnekliği, ahlakı, şeriatı ve sünneti ile amel etmenin lüzumu ve bağlayıcılığı; bütün bu deliller, ümmetin Rasulululah (s.a.v.) Efendimizle olan bağının kesilmediğini, bilakis daim olduğunu tekit eder. Rasûlullah (s.a.v.)’ın ümmeti ile bağı sadece dünyada kaldığı 63 yıllık zaman dairesine hapsedilip sınırlı olması nasıl makul olabilir ve düşünülebilir? Sahabe-i Kiram’ın bağı var da geri kalan ümmetin Efendimizle bağı yok mu? Elbetteki vardır. Aksine inanan ahmaktır, cahildir. Bunu O’nunla (s.a.v.) tevessülün caiz olmadığını ispat ve şefaatini inkar için diyorlar. (Haşa) ’Peygamber postacı’ diyen ahmak bu sözünün perde arkasından tevessülü ve şefaatini de kabul etmeyip inkâr ettiğini gizliyor. Risaletin, tebliğin sahibi Habibullah’a (s.a.v.) karşı sergilenen terbiyesizliğe, edepsizliğe, cürete bakın. Zaten bunlar edepsiz ve cüretkâr olur. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizle bağının
koptuğunu söyleyenin Efendimiz (s.a.v.)’in şefaatinde bir hazzı/payı da yoktur. Kim Efendimiz (s.a.v.) olmadan, Rabbimizin huzuruna girebilir ki!
Allah (c.c.) şu yönlerden kendi hakkı ile Habibinin hakkını birbirinden ayrılmayacak şekilde birbirine bağlamıştır.
1- İman bakımından
’Ey iman edenler; Allah’a ve Rasûlün’e… iman edin.’11
2- İtaat bakımından
’Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin…’12
3- İcabet bakımından
’Ey iman edenler! Sizi hayat verecek şeylere çağırdığında Allah ve Rasûlü’nün çağrısına icabet edin…’13
4- İzzet bakımından
’İzzet Allah’ındır, Rasûlü’nündür ve mü’minlerindir…’14
5- Zenginlik bakımından
’Sırf, Allah ve Resûlü kendi lütfu ile onları zengin kıldığı için intikam almaya kalktılar.’15
Bütün bu ayetlerde, Rabbimiz kendi zatı ile Habibini beraber zikrederken, ayırmazken, sen kim oluyorsun da bağımız yok diyorsun?
Senin böyle demen, Allah (c.c.) ile Rasulü’nü bağlayan bağın ayetlerde kopmuş olduğuna inanman demektir. Peki, buna kim cüret eder?
Bunların hepsi muhkem ayetlerdir. Siz bu ayetleri okumuyor musunuz? Şu ayeti okumuyor musunuz?
يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوٓا اَط۪يعُوا الّٰلَ وَرَسُولَهُ وَلَ تَوَلَّوْا عَنْهُ وَاَنْتُمْ تَسْمَعُونَ
’Ey iman edenler! Allah ve Rasulü’ne itaat edin, söylediklerini işittiğiniz halde O’ndan yüz çevirmeyin.’16
Ayette zamiri müfred getirerek ’ عَنْهُ ’ ’O’ndan’ (s.a.v.) yüz çevirmeyin derken sen nasıl Efendimiz’le
(s.a.v.) bağının kesilmiş olduğunu söylersin?
’Muhakkak ki, sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmişlerdir.’17
İyi anlayınız. Rasûlullah (s.a.v.), haşa ’mektup getiren bir postacı gibidir, işi bitmiştir’ diyenler, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin ahirete intikalinden sonra peygamberliğinin de kalktığına inanmış oluyorlar. Hâlbuki şimdi Efendimizi (s.a.v.) ziyarete giden onu nasıl selamlıyor: ’Es-selâmü aleyke yâ Rasûlallâh’ Hatta namazda, huzuru ilahide Efendimizi (s.a.v.) ك’ السلام عليكَ أيها النبي / sen’ hitabı ile selamlıyoruz.
Rabbimiz (c.c.) ayetinde şöyle buyuruyor:
’Biz her peygamberi sırf, Allah’ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.’18
Allah (c.c.), ilm-i ezelisi ile inatçı, itirazcı, kısır cedelleşmeden başka bir şey bilmeyen birtakım insanların günümüzde olduğu gibi çıkıp (haşa) ’Peygamber (s.a.v.) ölüdür, bağ kopmuştur’ diyeceklerini bildiği için, senin kafandan ölüm şüphesini söküp atmak için Habibine ayette, Rasullüğü’nün ahirete intikalinden sonra da daim ve ümmeti ile olan bağının kaim ve sabit olduğunu bildirerek: ’Rasul’de onlar için mağfiret dileseydi.’ buyuruyor. Hiç sıfat (rasullük) mevsuf (zat) olmadan daim ve kaim olabilir mi? Halbuki, ل sen ’ السلام عليك يا رسول ا هل ’ diye selamladığında, Rasullük sıfatı ile kaim, daim ve hay olan bir
peygamberi selamlıyorsun.
Efendimizin (s.a.v.) şu andaki varlığı ve mevcudiyeti de hakiki varlık ve mevcudiyettir. Dolayısıyla Efendimizin (s.a.v.) ümmeti ile olan bağının kopması mümkün değildir. Bakın Efendimiz (s.a.v.) bizler için ne buyurdu: ’(Dünya hayatında din) kardeşlerimizi görmüş olmayı (çok) arzu ederdim.’ buyurdu. (Sahâbeler): ’Yâ Rasûlallah! Biz senin (din) kardeşlerin değil miyiz?’ dediler. (Rasûlullah): ’Siz benim ashabım (yani arkadaşlarım)sınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmeyenlerdir.’ buyurdu.19
Efendimiz (s.a.v.) kendisini görmeyen ümmetine özlem duyuyor ve kardeşlerim diyor. Rasûlullah (s.a.v.) ümmetini nasıl özlüyorsa, ümmetin de Rasûlullah Efendimiz’i öyle özlemesi, iştiyak duyması bu ümmetin en önemli hususiyetidir. Biz O’nu (s.a.v.) nasıl özlüyorsak, müştaksak Rasûlullah (s.a.v.) da bizi özlüyor ve müştaktır.
Hatta bir hadisinde ’Ümmetimin beni en çok sevenlerinden bazıları, benden sonra gelecek bazı insanlardır. Onlardan her biri ailesini ve malını (feda etmek suretiyle) beni görmeyi arzu edecektir.’20 buyuruyor. Yani bütün dünya onun olsa, beni bir defa görme uğruna bütün dünyadan vazgeçer. Şaşılacak şey O’nu (s.a.v.) görüp sevmek değil, asıl şaşılacak şey O’nu görmediği halde sevmektir.
Efendimiz (s.a.v.)’in ’kardeşlerim’ ifadesinde ’ashabım’ kelimesinde olmayan bir mana vardır. Rasûlullah (s.a.v.) kardeşliği veya ’kardeşlerim’ kelimesini ancak peygamberler hakkında zikretmiştir. Mesela şöyle
diyordu: ’…kardeşim İsa…’21, ’…kardeşim Musa...’22, ’…kardeşim Yûsuf...’23
Bize de ’kardeşlerim’ demesinin manası nedir? Bizim imanımız Peygamberlerin imanı gibidir. Gayba iman ederek görmeden O’na (s.a.v.) iman bizim için tahakkuk etmiştir. O’nu (s.a.v.) görenler için, hem görme hem de aynı asırda yaşama şerefi vardır.
Bu şerefi, bu lütfü bize veren Hz. Allah’tır (c.c.). Bunu kendimizden bilmeyelim. Sahabe Efendilerimize mertebe olarak ulaşamayacağımızı da bilelim.
Rabbimiz bize lütfetti ve bizi Müslümanlardan kıldı ve bize Habibi’nin (s.a.v.) ümmetinden eylemekle en hayırlı ümmet olma şerefini verdi.
Konumuza tekrar dönüp hatırlayalım: Efendimiz’in (s.a.v.) ümmeti ile bağı kaimdir, daimdir ve sabittir. Dolayısıyla bu bağın gerekli kıldığı bazı talepler vardır. Allah (c.c.) bu talepleri, sevginin ve Efendimiz’e (s.a.v.) tutunmanın ziyadeleşmesine sebep kılmıştır.
Üzerine sevginin tesis edildiği bizden beklenen bu talepler nelerdir?
1- İttiba: ( (فَاتَّبِعُونِي يُْبِبْكُمُ الّلُ
Rabbimizin bize olan sevgisi, Habibine ittiba etme mukabilindedir. O şarta bağlanmıştır. Sünnetine tabi olmak şeriatına tabi olmaktır. Sünnetine tabi olurken, ’hani bu sünnetin sahibi nerede?’ diyor muyuz? Demiyoruz, ittiba ediyoruz. Çünkü O (s.a.v.) hayattadır. Amellerimiz ise kendisine arz olunuyor.24
Allah (c.c.) Habibi’ne ittibayı iki sevgi arasında adeta gerdanlıkta bir inci, tesbihte imame mesabesinde kılmıştır. Bunu şu şekilde gösterebiliriz :
Kulun Allah’a (c.c.) olan sevgisi Habibine ittiba Allah’ın (c.c.) kuluna olan sevgisi
Dolayısıyla Rasûlullah (s.a.v.)’e ittiba, kulun Allah’ı sevmesinin gerçekleştiğine şahittir. Ve yine Rasûlullah (s.a.v.)’e ittiba, Allah’ın (c.c.) kulunu sevmesinin eserlerinin, o kul üzerinde gerçekleşmesinin de illetidir, sebebidir.
2- Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetlerini ihya etmek:
Efendimizle (s.a.v.) olan bağı kuvvetlendiren amellerden birisi de, Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetlerini ihya etmektir. İslâm tekrar garip oldu. Ümmetin fesada düştüğü zamanda sünneti ihya etmeye yüz şehidin ecri vardır.25 Fakat bazı insanlar sünneti sadece sakal uzatmak, misvak kullanmak, sarık sarmaktan ibaret sanıyorlar. Evet bunlar sünnettir. Fakat sünnet sadece zahiri işler değildir. Sünnet mertebe mertebedir. En önemliyi, önemlinin önüne geçirmemiz lazım. Nerelerde en önemliyi takdim edeceğiz? Üzerine niyeti bina ettiğimiz, üzerine itikadı bina ettiğimiz, amel hususunda sünneti ihya etmede, itikat hususunda sünneti ihya etmede, Efendimiz (s.a.v.)’in insanlarla muamelesinde sünneti ihya etmede vs. takdim edeceğiz.
O (s.a.v.) insanlara nasıl muamele ederdi?
Düşmanlarına karşı nasıl muamele ederdi?
Günahkarlara karşı muamelesi ne idi?
Yalanlayanlara ve yalancılara karşı muamelesi nasıldı?
Ailesi ile olan muamelesi nasıldı?
Arkadaşları ile muamelesi nasıldı?
Çocukları ile muamelesi nasıldı?
Gaip olan ve mevcut olanlarla muamelesi nasıldı?
Hak sahibi olan ile muamelesi nasıldı?
Zalime nasıl muamele ederdi?
Mazluma karşı nasıl muamele ederdi?
Bunları öğrenmemiz, bilmemiz lazımdır. Bunlar en önemlidir. Çünkü insan bütün bu zikredilenlerde sünnete göre amel ederse, hiç şüphesiz ki o kimse muazzam bir İslami medeniyet inşa etmiş olur.
Efendimiz (s.a.v.), insan binasına önem verirken, Batı insan için bina dikmeye önem verip bunu yaymıştır. Batı medeniyeti insan bina etmez, yetiştirmez.
Bundan dolayı Allah Azimü’ş-Şan, işleri güçleri bina dikmek, bunda yarışmak ve övünmek olan Âd kavmini kınamıştır.
’Siz her yüksek yere bir alamet bina yapıp boş şeylerle eğleniyor musunuz? İçlerinde ebedî yaşama ümidiyle sağlam yapılar mı ediniyorsunuz?’26
Bakın şimdi de Batı, Amerika hep büyük görkemli binalar, silah ürettikleri devasa yerler vs. inşa edip duruyorlar. Niçin? Dünyada kuvvetli olan, güya ebedi yaşasın diye. İşte bu ayette bu anlatılıyor. İşte bu Kur’ânî bir mucizedir. Bize şu gün yaşadığımız durumu haber veriyor. Şimdiki kâfirler silah üretimi ve silahları geliştirmekle meşgul oluyorlar. Yıkma, yakma ve yok etme araçlarını geliştirmeye çalışan ve kendisini buna adayan bir anlayışa, ilerlemiş medeniyet denilebilir mi?
Bunlar karşısındakini nasıl helak ederiz diye bu konularda ustalaşıyorlar. Buna insani medeniyet denir mi? Şayet insani medeniyet olsaydı yaptıkları şeyler hususunda şerri azaltmaya uğraşırlardı. Şerrin oranını kat be kat artırmaya çalışmak ve bunun için devamlı silah üretmek ve geliştirmenin neresi ilerlemiş insani medeniyettir? Atom bombası, nükleer silahlar vs. Bunlar harpte kullanılınca ne gibi sonuçlar doğurduğu ortada. Bütün bu çabalar şerre mi hizmettir yoksa hayra mı? Biz buna nasıl insan medeniyeti diyelim? İnsani bir medeniyet denilmesi mümkün değildir. İnsani medeniyet ancak insanlığa rahmetin manasını köklü şekilde diken ve yerleştirilen medeniyete denir.
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّ رَحَْةً لِلْعَالَم۪ينَ
’(Rasûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.’27
Sonra da kalkmış Batı alçak bir şekilde ’İslam kılıç zoru ile yayıldı’ diyor. Ne kılıcı, ne zoru? Siz bütün insanlığı yok etmek üzere ürettiğiniz silahlara sahipken ve bunları üretirken hangi yüzle İslam’ı böyle itham ediyorsunuz. Nükleer bombaları kim üretti? Müslümanlar mı? Batı mı? Kâfirler mi? Bir de kalkmış utanmadan İslam’ı itham ediyorlar. Bu silahları dünyaya satan kim? Bundan para kazanan kim? Hep kâfir, hep Batı, hep Amerika…
Kılıçlarla ancak, karşısına savaşmak ve öldürmek üzere gelenle savaşıldı, savaşılırdı. Peki ya Batı ne yaptı? Ürettikleri silahlarla ülkeleri, şehirleri helak ettiler, yıktılar. Şuarâ suresinin 130. ayetinde günümüzdeki Amerika gibi zorba, zalim devletlere de işareten şöyle buyrulmuştur:
’Gücünüzü hep zalim zorbalar gibi kullanırsınız.’28
Bir bu devletlere bir de ’(Rasûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.’29 ayetinin muhatabı olan Efendimiz (s.a.v.) ve Müslümanlara bak!
Efendimiz (s.a.v.) istisnalar hariç düşmanlarına beddua bile etmemiştir. Bir bu yüceliğe bak, bir de bu zalimlerin yaptıklarına bak, mukayese et. Onlar devamlı şer, fesat, yok etme basamaklarında yükseliyorlar, İslâm ise rahmeti yayıyor.
Daiş’i, el-Kaide’yi bu kâfirler niçin üretti? Çünkü kâfir ve zalim Batı bu şerden nemalanıyor. Onlar şerre alışkanlar. Ürettikleri silahların gücünü test etmek ve bunu seyrederek zevk almak için terör örgütlerini ürettiler. Hem para kazanıyorlar hem de Müslüman kanı döküyorlar. Sonuçta silahları Müslümanlar üzerinde deniyorlar. Fesat üstüne fesat.


Son notlar
1 Âl-i İmrân, 3/31.
2 eş-Şuarâ, 26/214.
3 el-En’âm, 6/33.
4 el-Ahzâb, 33/56.
5 Âl-i İmrân, 3/31.
6 Mülamezet: İç içe geçmesi, ayrılmazlığı, bir bütün olması.
7 Arapça’da şart cümlesinin 3 rüknü vardır.
1- Şart Edatı
2- Şart Fiili
3- Şartın Cevabı
Şart Edatı: نا
Şart fiili: هّٰللا نوُّبِحُت
Şartın Cevabı: ي۪نوُعِبَّتاَف
Hem şart fiilinin hem de onun cevabının sadece bir cihetle alakalı olması, şart cümlesinin tabiatındadır. Bu bedihi olarak bilinir. Akıldan azıcık bir payeye sahip olan kimse şart fiilini ve cevabının müteallik olduğunu bilir.
8 el-En’âm, 6/125.
9 Nesâî, Cumu’a, 5.
10 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut 1997, h.no: 15864, c. XXV, s. 198.
11 en-Nisâ, 4/136.
12 en-Nisâ, 4/59.
13 el-Enfâl, 8/24.
14 el-Münâfikûn, 63/8.
15 et-Tevbe, 9/74.
16 el-Enfâl, 8/20.
17 el-Feth, 48/10.
18 en-Nisâ, 4/64.
19 Müslim, Tahâret, 12.
20 Müslim, el-Cennetu ve Sıfatu Naîmihâ ve Ehlihâ, 4.
21 Deylemî, el-Firdevs Bime’sûri’l-Hitâb, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1986, h.no:113, c. I, s. 46.
22 Beyhakî, es-Sünenu’l-Kubrâ, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2003, ’Şehâdât’, 31, h.no:20717, c. X, s. 303.
23 Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, Mektebetu’bni Teymiyye, Kahire ts., h.no:11640, c. XI, s. 249.
24 Bkz., Bezzâr, Müsned –el-Bahru’z-Zehhâr-, c.5, s.308, h.no:1925.
25 Bkz., İbn-i Adiy, el-Kâmilu Fi Duafâi’r-Ricâl, c.3, s.174, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997; İbn-i Bişrân, el-Emâlî, c.1, s.218, h.no:503, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1997; Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s.118, h.no:207, Dâru’l-Cinân, Beyrut, 1987.
26 eş-Şuarâ, 26/128-129.
27 el-Enbiyâ, 21/107.
28 eş-Şuarâ, 26/130.
29 el-Enbiyâ, 21/107.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.