Özlenen Rehber Dergisi

164.Sayı

İSLAM’DA VELÎ KAVRAMI

Keramet ve harikanın gösterilmesi de velîlik için şart değildir. Velîler keramet göstermekle mükellef değildirler. Velayet, Allah (c.c.)’a yakınlıktır ki, Allah (c.c.) bu yakınlığı velî kullarına ikram eder. Kullarından bir kısmına hem yakınlık verir, hem de o kullarını bir kısım hâdiselere muttali kılar. Bir kısmına harikalar vermez. Bazılarına da yakınlık (şer-i şerifi yaşamak) vermez, yalnız harikalar verir ve bazı şeyleri keşfettirir. Bu üçüncü grup ’istidraç’ ehlidir. Birinci ve ikinci kısımdaki zatlar ise, Allah (c.c.)’ın velî kulları olarak yakınlık devleti ile müşerref olmuşlardır. Bunların, Allah (c.c.)’ın izniyle bazı şeyleri keşfetmeleri ve keramet göstermeleri, velâyetlerinden ne bir şey fazlalaştırır ve ne de bir şey eksiltir. Bu yönden aralarında bir fark yoktur. Bu zatların aralarındaki fark, Allah (c.c.)’a yakınlık dereceleri iledir. Çoğu zaman keşfi ve kerameti zuhur etmeyen velîler, bu haller kendilerinde zuhur edenlerden daha üstündürler. Kendilerinden keramet zuhur eden bir kısım velîler, son zamanlarında bu kerametlerinin zuhuruna nedamet göstermişlerdir.
Peygamberler için ise harikaların zuhuru, peygamber olmayanlardan ayırt edilebilmeleri için şarttır. Zira peygamberlerin peygamber olduğunu bilmek (hem nefsine, hem de halka) vaciptir. Velî, eğer kendi peygamberinin dinine davet ediyorsa, onun için o peygamberin mucizesi yeterlidir. Fakat o velî, dini takviye için Cenâb-ı Allah’ın izniyle keramet gösterebilir.
Halkın çoğunluğu, bir kimseyi büyük bir zat olarak tanımak için onun kerametine bakar. Hâlbuki kerameti çok olanın bu hali, velayetinin daha mükemmel olduğunu göstermez. Hatta çoğu kere kerameti az olanın velâyeti daha mükemmel olur.’1
’Şu gerçek bilinmelidir ki; velâyetin hâsıl oluşunda velâyet sahibinin kendi velîliğini bilmesi şart değildir. Meşhur olan görüş budur. Bu sebeple çoğu zaman ilim ve keşif sahibi olan velîlerin, kendilerinden zuhur eden harikalardan haberi de olmaz.’2
Velîlerde aranan asıl şart, istikamettir. Eğer velî, halk arasında meşhur da olsa, istikameti takip etmeyip kendi nefsinin heva ve hevesine zebun olup meyletse, velâyet makamından düşer.
Bir kişinin velâyet iddiasında bulunması caiz midir, değil midir?
İslâm ulemasından ’muhakkikin’ denilen tahkik ehlinden bir kısmı; ’velînin velâyet iddiasında bulunması, yani ’ben velîyim’ demesi caiz değildir. Bu iddia caiz olmamakla kalmaz, bu iddiada bulunan kimse, velâyet mertebesinden düşer’ derler. Bir kâmil müminin, imanındaki kemâlâtın esası şudur ki, bütün ömrünün sonuna kadar havf ve reca (korku ile ümit) arasında ola. Hz. Ömer (r.a.) buyurmuştur ki: ’Şayet semadan bir münadi: ’Ey insanlar! Muhakkak ki siz hepiniz, bir kişi hariç cennete gireceksiniz.’ (diye) nida etse o (kimse) olmamdan mutlaka korkarım. Ve şayet bir münadi: ’Ey insanlar! Muhakkak ki siz (hepiniz), bir kişi hariç cehenneme gireceksiniz.’ (diye) nida etse o (kimse) olmamı mutlaka ümit ederim.’3
Dolayısı ile bu âlimlere göre, mucize ile keramet arasındaki fark şudur: Mucizede peygamberlik davası bulunmalıdır. Keramette ise velîlik iddiası bulunmamalıdır. Bunun sebebi, peygamberlerin insanları küfürden imana, masiyetten taata çağırmak için gönderilmesidir. Eğer peygamberler peygamberlik iddiasında bulunmasalardı, kendilerine inanılmazdı. İnsanlar da peygamberlere inanmadıkları müddetçe kâfir olarak kalırlardı.
İbn-i Ömer (r.anhümâ)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Bir yolculukta Rasûlullah (s.a.v.) ile beraberdik. Derken bir bedevi yönel(ip gel)di. Kendisine yaklaşınca Rasûlullah (s.a.v.) ona: ’Nereye (gitmek) istiyorsun?’ buyurdu. (Bedevi): ’Ailemin yanına!’ dedi. (Rasûlullah): ’Bir hayır (elde etmek) ister misin?’ buyurdu. (Bedevi): ’O da nedir?’ dedi. (Rasûlullah): ’Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, O’nun tek olduğuna, O’nun hiçbir ortağı olmadığına ve şüphesiz Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmendir.’ buyurdu. (Bedevi): ’Söylediğin şeye kim şahitlik eder?’ dedi. (Rasûlullah): ’Şu (dikenli büyük bir ağaç olan) Seleme (ağacı)!4 Şu ağaca: ’Rasûlullah (s.a.v.) seni çağırıyor!’ de.’ buyurdu.5 Bunun üzerine (adam) o (ağac)a gitti ve: ’Muhakkak ki Rasûlullah (s.a.v.) seni çağırıyor.’ dedi.6 O (ağaç, o sırada) vadinin kenarında bulunuyordu.7 Bunun üzerine ağaç sağına, soluna, önüne ve arkasına doğru eğildi ve kökleri koptu. Sonra yeri yararak, köklerini sürüyerek, toza bulanmış bir halde geldi. Nihayet Rasûlullah (s.a.v.)’in huzurunda durdu ve: ’es-Selâmu aleyke yâ Rasûlallâh!’ dedi.8 (Rasûlullah) ondan üç (defa) şahitlik etmesini istedi. Bunun üzerine o, (hakikatin Rasûlullah’ın) buyurduğu gibi olduğuna üç (defa) şahitlik etti.9 Bunun üzerine bedevi: ’(Bu kadarı) bana yeter, (bu kadarı) bana kâfi!10 Ona emret de biteğine (bulunduğu yere) dönsün.’ dedi. (Rasûlullah yerine dönmesini emredince ağaç) derhal (yerine) döndü, kökleri (toprağa) sarktı ve düzgün bir şekilde durdu.11 Bunun üzerine Bedevi: ’Bana izin ver de yâ Rasûlallâh, başını, (ellerini) ve ayaklarını öpeyim.’ dedi. (Rasûlullah) ona izin verdi.12 Bunun üzerine adam kalktı, (Rasûlullah)’ın başını, ellerini ve ayaklarını öptü ve Müslüman oldu.13 Ardından: ’Sana secde etmem için bana izin verir misin?’
dedi. (Rasûlullah): ’Bana secde etme! Mahlûkattan hiçbir kimse (diğer) bir kimseye secde edemez.14 Secde ancak Allah’adır.’15buyurdu.
Hz. Rasûlullah (s.a.v.) her hâlükârda, Allah’ın vahdaniyetini bütün insanlara anlatmış ve bunu kendi nefsinde de ispat etmiştir.
Peygamberler, peygamberliklerini ilân edip, bunu teyit eden mucizeler gösterdikçe halk da onlara iman etti. Peygamberlerin, peygamberlik iddialarını halka açıklamaları vaciptir. Onların peygamberlik iddiaları, kendilerini yüceltmek, şan ve şöhrete sahip olmak için değil, halka karşı olan şefkatlerini göstermek, onların küfürden imana dönmelerini temin etmek içindir. Bir velî için, velâyetinin sabit olduğunu bilmek, imanın şartı olmadığı gibi, bilmemesi de küfür değildir. Şu halde bir kimsenin velâyet iddiasında bulunması, nefsini tatmin içindir. Hülasa, mucize sahibine nübüvvet iddiasında bulunmak vacip olduğu halde, velînin velâyet iddiasında bulunması caiz değildir.
Kerametle İstidraç Arasındaki Fark:
Keramet sahibi, bu keramet ile kibirlenip gururlanmaz. Kerameti iftihar vesilesi de yapmaz. Bilakis tevazu, huşu ve şükrü daha da artar. Kerametin, Allah (c.c.)’ın bir lütfü olduğunu bilir ve istidraç olmasından son derece korkarak daima Allah (c.c.)’a dua eder. İstidraç sahibi ise, kendisinin izhar ettiği harikalarla gurur duyar ve bunu iftihar vesilesi yapar. Kendisinin bu harikaya müstahak olduğuna inanır ve başkalarına tepeden bakar. Kendisinin çok büyük bir insan olduğuna hükmeder. Kibri artar. Kendisini de Allah (c.c.)’ın gazabından emin bilir. Kalbinde Allah (c.c.) korkusu kalmadığı gibi, Allah (c.c.) için tevazu da göstermez. Nimetlere şükretmez. İslam’a uymayan bütün bu haller, bu kimsede zuhur eder. Nefsinin hevasına zebun olduğu için kabahatini örtmek amacıyla çeşitli misaller getirir. Bu kimsede ortaya çıkan harikalar, onun istidraç ehli olduğunu gösterir.
Ukbe b. Âmir (r.a.)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber (s.a.v.), istidracı şöyle tarif etmiştir:
إِذَا رَأَيْتَ الّٰلَ يُعْطِي الْعَبْدَ مَا يُِبُّ وَهُوَ مُق۪يمٌ عَلٰ مَعَاص۪يهِ فَإِنَّمَا ذٰلِكَ لَهُ مِنْهُ اسْتِدْرَاجٌ
’Günahlarına devam ettiği halde kula (dünyadan) sev(ip arzu et)tiği şeyleri Allah’ın verdiğini gördüğün zaman (bil ki) bu, onun için ancak O’ndan (Allah’tan) bir istidraç (adım adım helake yaklaştırmak)tır.’16
VELÎLERDE KERAMET
Velîlerde olağanüstü harikaların meydana gelmesine ’keramet’ denilir. Bunun Kur’ân’da ve Sünnet’te delilleri vardır. Kişi, müntesibi olduğu peygamberin şeriatıyla amel etmeli; farz, vacip, sünnet ve müstehapların mümkün mertebe hepsini nefsinde tatbik etmelidir. Bu ahval üzere kişilerde tecelli eden olağanüstü haller keramettir ve bağlı bulunduğu peygamberin dinini bu hallerle takviye etmesidir.
Peygamberlerde olağanüstü ve harika hallerin zuhuru birer mucizedir. Her peygamberlik iddiasında bulunanın, istendiği an mucize göstermesi vaciptir. Çünkü inanmayan insanları küfür karanlığından iman aydınlığına bununla çıkarır ve ebedi hüsrandan kurtulmalarına sebep olur. Fakat şeriat üzere bulunan velîlerin ancak bir kısmı, istedikleri an Allah (c.c.)’ın lütfü ile kerametlerini izhar edebilirler.
Bazen de, Cenâb-ı Hak, o velî kulunun izzet ve üstünlüğünü artırmak için, kulunun haberi olmadan kerametler izhar ettirir. Bazı velîlerde keramet zuhur etmeyebilir veyahut da az zuhur edebilir.
Kendisinde çok keramet zuhur eden velînin velâyeti, diğer velîlerden daha üstündür, diye düşünülemez. Aksine, kendisinden keramet zuhur etmeyen velînin velâyeti daha üstündür. Çünkü keramette, istidraç olma tehlike ve şüphesi mevcuttur. Ayrıca keramet velîliğin şartlarından değildir.
Ahirette, dünyadayken lüzumsuz yere yüzlerce keramet izhar eden bir velîye, kerametinden dolayı bir sevap bile verilmeyecektir. Lâkin Peygamber Efendimizin ahir zamanda kaybolan bir sünnet-i seniyyesini ihya eden bir kula, yüz şehit sevabı vardır. İbn-i Abbâs (r.anhümâ)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifinde Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّ۪ت عِنْدَ فَسَادِ أُمَّ۪ت فَلَهُ أَجْرُ مِائَةِ شَه۪يدٍ
’Her kim, ümmetim fesada uğradığında sünnetime sımsıkı tutunu(p amel ede)rse onun için yüz şehit sevabı vardır.’17
Her velî için istikamet şarttır ve vaciptir. İstikametten düşen kişiler velayet makamından da düşerler. Yani nefsinin heva ve hevesine uyarak, yaşayışı avam halka benzer ve bu kişilerin ellerinde bazı harikalar da meydana gelirse, bu keramet değil, istidraçtır. Bunun da karşılığı ateştir ve bu hal o kişiye seraptır. Fakat o bunu anlayamaz ve kendisini herkesten daha üstün görüp bütün insanlara kuşbakışı bakmaya başlar. Asla şükretmez ve tevazu da yapmaz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) böyleleri hakkında şöyle buyuruyor:
’Günahlarına devam ettiği halde kula (dünyadan) sev(ip arzu et)tiği şeyleri Allah’ın verdiğini gördüğün zaman (bil ki) bu, onun için ancak O’ndan (Allah’tan) bir istidraç (adım adım helake yaklaştırmak)tır.’18
Kerametin, velî kişilerdeki tecellisi ise sudûrî bir ilimdir. Satırlarla bu hali tarif etmek mümkün değildir. Çünkü bu bir hâl ilmidir. Ve ’kâl’ ile tarifi muhaldir.
Bir misal ile konuyu daha iyi anlayabiliriz: ’Sıcak’ bir kelimedir. Bunu ’sıcak’ diye okursak, sadece işitmiş oluruz. Soğuk bir havada sıcak olan bir odaya veya hamama girersek, bu sıcaklığı tenimizle, vücudumuzla anlayıp yaşamış oluruz. Vücudumuzla yaşayıp anladığımız bu hâli dille tarif etmek yetersizdir.


Son notlar
1 Bkz., İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Terc: Abdulkadir Akçiçek, 405. Mektup, c.2, s.1216-1219, (Arapça nüshada: c.2, 92. Mektup), Erhan Yay., İstanbul.
2 Bkz., İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Terc: Abdulkadir Akçiçek, 216. Mektup, c.1, s.461, Erhan Yay., İstanbul.
3 Ebû Nuaym el-Esbahânî, Hilyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, c.1, s.53, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988.
4 Dârimî, Mukaddime, 4.
5 Kâdî İyâz, eş-Şifâ Bi-Ta’rîfi Hukûki’l-Mustafâ, c.1, s.420, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1984.
6 Bezzâr, Müsned –el-Bahru’z-Zehhâr-, c.10, s.324, h.no:4450, Mektebetu’l-Ulûmi Ve’l-Hikem, Medine, 1988.
7 Dârimî, Mukaddime, 4.
8 Kâdî İyâz, eş-Şifâ Bi-Ta’rîfi Hukûki’l-Mustafâ, c.1, s.420, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1984.
9 Dârimî, Mukaddime, 4.
10 Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Tenbîhu’l-Ğafilîn, s.406, h.no:810, Mektebetu’l-Îmân, Kahire, 1994.
11 Kâdî İyâz, eş-Şifâ Bi-Ta’rîfi Hukûki’l-Mustafâ, c.1, s.420, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, 1984.
12 Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Tenbîhu’l-Ğafilîn, s.406, h.no:810, Mektebetu’l-Îmân, Kahire, 1994.
13 Bezzâr, Müsned –el-Bahru’z-Zehhâr-, c.10, s.324, h.no:4450, Mektebetu’l-Ulûmi Ve’l-Hikem, Medine, 1988.
14 Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Tenbîhu’l-Ğafilîn, s.406, h.no:810, Mektebetu’l-Îmân, Kahire, 1994.
15 Ebû Bekr er-Rûyânî, Müsned, c.1, s.77, h.no:37, Müessesetu Kurtuba, 1995.
16 Taberânî, Kebîr, c.17, s.330, h.no:913, Mektebetu’bni Teymiyye, Kahire; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.28, s.547, h.no:17311, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1997.
17 İbn-i Adiy, el-Kâmilu Fi Duafâi’r-Ricâl, c.3, s.174, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997; İbn-i Bişrân, el-Emâlî, c.1, s.218, h.no:503, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1997; Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s.118, h.no:207, Dâru’l-Cinân, Beyrut, 1987; Taberânî, Evsat, c.5, s.315, h.no:5414, Dâru’l-Harameyn, Kahire, 1995.
18 Taberânî, Kebîr, c.17, s.330, h.no:913, Mektebetu’bni Teymiyye, Kahire; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.28, s.547, h.no:17311, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1997.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.