Özlenen Rehber Dergisi

153.Sayı

Tahrif Edilmeye Çalışılan İnanç Esaslarından 'Kadere İman' - 1.bölüm

Murat SÜTÇÜ Özlenen Rehber Dergisi 153. Sayı
Günümüzde insanları tehdit eden en büyük tehlikelerden biri de, hiç şüphesiz Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat Mezhebimizin temel inanç esaslarının tahrif edilme kampanyasının her geçen gün giderek artması ve iman hakikatlerine gereken önemin verilmemesidir. Hâlbuki iman, amelden önde gelir. Zira Allah (c.c.)’nun sonsuz rahmeti neticesinde, yine Allah (c.c.)’nun dilemesiyle amelsiz cennete girmek mümkün olabilir. Ama imansız cennete girmek mümkün değildir. İman, cennetin ’olmazsa olmaz’ anahtarıdır. Amellerdeki eksiklikler af edilebilir fakat imandaki ufacık bir kusur af edilmediği gibi kişinin yapmış olduğu sâlih amellerin hepsinin boşa gitmesine de sebep olur.
İşte kadere iman da tahrif edilmeye çalışılan inanç esaslarından sadece bir tanesi. Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde: ’Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, dili âlim olan her münafıktır.’1 buyurmaktadır.
İşte bu tahrifatları yapanlar, dine bu ihaneti yaparken; öyle kurnaz, öyle sinsi davranıyorlar ki, bakıyoruz, söylemiş oldukları şeyler ayet ve hadis, aynı zamanda akla, mantığa da uygun. ’Yalan söyleyecek halleri yok ya’ diye düşünüyoruz. Din konusunda onların bu hilelerini anlayacak kadar alt yapımız olmadığı için, mecburen onları tasdik etmek zorunda kalıyoruz. Öyleyse ne yapmamız gerekiyor? En başta kendisinden dinimizi öğrendiğimiz hocalarımızı iyi seçmemiz gerekiyor. Pazardan bir bardak dahi alacak olsak, en iyisini en ucuza alabilmek için on yere sormadan satın almıyoruz. Sağlığımız hususunda bulunduğumuz şehrin altını üstüne getiriyoruz, sebep? En iyi doktoru bulup onda muayene olmak. Yaptığımız bu davranışları eleştirmiyorum. Elbette böyle yapmalıyız. Ama maalesef dünyalık işlerimiz hususunda yaptığımız bu titizliğin onda birini dinimiz hususunda gösterebilseydik, ümmet-i Muhammed’in imanını çalmaya çalışan bu din hırsızları, işlerinde bu kadar başarılı olmazdı. Önümüze gelen TV kanalını seyredersek, önümüze gelen kitabı, yazarının itikâdî görüşünü araştırmadan okursak, elbette ki dinimiz hususunda fitneye düşeceğiz. Bu durumda yapmamız gereken şey, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat Mezhebinden olan hocalarımıza, hangi kanalların seyredilmesi ve hangi hocaların kitaplarının okunması hususunda danışarak hareket etmektir.
Şimdi ise hoca, âlim diye geçinen sapık ilahiyatçılardan biri, kadere iman hakkında: ’Sonraki ilmihallere, imanın şartı olarak geçen tartışmalı fazlalıktır’ diyecek kadar ileri gitmiştir. Hâlbuki kadere iman, imanın bir şartıdır ve kaderi inkâr eden iman dairesinden çıkar. Zira Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyet-i kerimesinde bu hususu dile getirerek şöyle buyuruyor:
’(Kullardan gizlenen azap, sevap, rızık ve ecelle ilgili) gayb hazineleri (ya da anahtarları) ancak O’nun nezdindedir ki, kendisinden başkası bunları bilemez. Karada ve denizde olan (canlı cansız varlıklar)ı sadece O bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki O onu(n düşüşünden önceki ve sonraki tüm hallerini) bilmesin! Ne yerin karanlıklarındaki tek bir tane, ne yaş, ne de kuru hiç bir şey müstesna olmamak üzere hepsi de mutlaka apaçık bir kitap (olan Levh-i Mahfuz’)da (kayıtlı)dır.’2
’Ne yer(yüzün)de (kıtlık, pahalılık gibi bir felaket), ne de nefislerinizde (hastalık ve fakirlik gibi) herhangi bir musibet isabet etmez ki, daha Biz o (belâları da, dünyayı da, ca)nları(nızı da) yaratmadan önce (bütün bunlar Levh-i Mahfuz gibi) yüce bir kitapta (kaydedilmiş) bulunmasın! İşte şüphesiz ki bu (şekilde sonsuza kadar olacakları daha yaratmadan önce tespit etmek, kullar hakkında düşünülemeyecek kadar zorsa da), Allah’a göre pek kolay bir şeydir!’3
’Zaten (onların amellerinden) her bir şeyi; böylece Biz onu, (olmuş ve olacakları) iyice açıklayan (ve tüm kitapların kendisine bağlı olduğu) büyük bir imam (olan Levh-i Mahfuz)’da (birer birer) say(ıp açıkla)mışızdır!’4
Bu ayetler ve bunlar gibi birçok ayetler, eşyanın daha yaratılmadan önce, Allah (c.c.)’nun ilminde var olduğunu bildirmektedir. Zaten bunun aksini düşünmek Allah (c.c.)’ya cehalet isnat etmek demektir ki, Allah (c.c.), bütün kusur ve eksikliklerden münezzehtir.
Eğer insan için bir kader olmasa ve Allah (c.c.), insanın yapacaklarını yaptıktan sonra bilecek olsaydı, Allah (c.c.)’nun ilmine bir nihayet ve sınır gelirdi. Ve ilim sıfatında artma, eksilme ve değişiklik söz konusu olurdu ki, bütün bunlar Allah (c.c.) hakkında düşünülemez.
Allah (c.c.)’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Yaratılan hiçbir şey, zerresinden küresine kadar O’ndan gizlenemez ve ilminden saklanamaz. Bu şey ister geçmiş ister gelecek olsun, ister gizli ister açık olsun. Dolayısıyla kaderi inkâr eden kişi, (hâşâ!) ’Allah (c.c.) geleceği bilemez, bilemediğinden dolayı da daha önceden olacak olan şeyleri kayıt altına alamaz, yani Allah (c.c.)’nun ilmi buna yetmez’ demiş oluyor.
Öncelikle kaderin ve kazanın tanımını yapalım:

Kader:
’Cenâb-ı Hakk’ın, kâinatta olmuş ve olacak her şeyi, bütün vasıflarıyla, ezelde bilmesi ve daha onu yaratmadan önce, her şeyiyle, Levh-i Mahfuz denilen kader levhasında yazmış olmasıdır.’

Kaza:
’Allah (c.c.)’nun bu ezelî yazıyı ve takdiri, zamanı ve şartları uygun olduğunda yaratması ve meydana getirmesidir.’
Demek ki, kader; Allah (c.c.)’nun ilminin bir neticesi, kaza ise; Allah (c.c.)’nun kudretinin bir tecellisidir. Yani Allah (c.c.), ilmiyle yazmış, kudretiyle de yaratmıştır.
Mesela; bir insanın ne zaman doğacağı ve ne zaman öleceği önceden takdir edilmiş, yazılmıştır. İşte bu takdir; kaderdir. O insanın vakti geldiğinde doğması ve vakti geldiğinde ölmesi, yani doğum ve ölüm hadiselerinin yaratılması ise kazadır.

Cüz’î İrade:
’Allah (c.c.) tarafından insana verilen, dilediği gibi hareket edebilme yeteneği ve seçme serbestliğidir.’
Allah (c.c.) insana birçok kabiliyetler vermiştir. İnsan, onlardan bir tanesi ile bir işe yöneldiğinde buna cüz’î irade denir. Kısacası cüz’î irade, yapabileceğimiz yüzlerce alternatiften bir anda sadece bir şeyi seçebilmemizdir.
Mesela, insanda yürüme kabiliyeti vardır. İnsan, bu kabiliyeti kullanmada serbesttir. Bu kabiliyeti ile camiye gidebileceği gibi meyhaneye de gidebilir. İşte onu mesul eden, ondaki bu tercih yetkisidir.

Küllî İrade:
’Allah (c.c.)’nun dilediği her şeyi yapabilmesi ve emrinin önüne hiçbir şeyin geçememesidir.’

Kader meselesini iyi anlayabilmek için; ’Allah (c.c.)’nun ezelî oluşu’nu ve ’ilmin, maluma tabi olduğu’ kaidesini iyi kavramak lazımdır. Bu iki mesele anlaşıldığında, kader hakkındaki bütün sorular cevaplarını bulacaktır.

1- Allah Teâlâ Ezelîdir:
Zaman, kâinatın yaratılmasıyla başlayan ve içerisinde hadiselerin cereyan ettiği soyut bir kavramdır. Geçmiş, şimdiki ve gelecek olarak üçe taksim edilir. Bu taksim, mahlûkata göredir. Yani ’asır, sene, ay, gün, dün, bugün, yarın’ gibi bütün kavramlar, ancak yaratılmışlar için söz konusudur.
Ezel ise, bir zamansızlıktır, bütün zamanların aynı anda görüldüğü ve bilindiği bir makamdır. Ezelde geçmiş, hâl ve gelecek mefhumları yoktur.
Kaderi anlayamamamızın sebebi; ezel dediğimiz kavramı zaman çizgisi üzerinde bir yere oturtmamızdır. Zira ezeli burası zannettiğimizde, Allah (c.c.)’nun yarını bilmesi için yarının gelmesi gerekecektir.
Dolayısıyla Allah (c.c.), bugünü gördüğü ve bildiği gibi, yarını da, öbür günü de ve cennet ile cehennem hayatının yaşanacağı sonsuzluk hayatına kadar her şeyi de ezelî ilmiyle ile birlikte görmektedir.
Allah (c.c.) için hâl, geçmiş ve gelecek gibi kavramlar yoktur. Bu kavramlar zaman ile kayıtlı olan bizler içindir.

2- İlim Maluma Tâbîdir: Konunun daha iyi anlaşılması için bir misal vermek istiyorum:
Takvimlere baktığımızda, senenin bütün günlerindeki, güneşin doğuş ve batış saatlerinin yazılı olduğunu görürüz. İşte takvimdeki bu yazı ilimdir. Malum ise; güneşin o saatlerde doğacak ve batacak olmasıdır.
Şimdi soralım: ’Acaba güneş, takvimde yazıldığı için mi o saatlerde doğuyor ve batıyor?’ Yani malum olan güneşin doğup batacağı saat, ilim olan takvimdeki yazıya mı tabi? Yoksa güneşin o saatte doğup, o saatte batacağı önceden hesaplanıp bilindiği için mi takvime kaydedilmiş? Yani ilim, maluma mı tabi?
Elbette ikinci şık, yani ilmin maluma tabi olması doğrudur. Zira güneşin doğacağı ve batacağı saatler hesaplanmış ve yazılmış. Eğer tersi olsaydı, malum ilme tabi olup, yazıldığı için doğup batsaydı; o zaman takvime güneşin doğuş vakti olarak, mesela 6:00 yerine 12:00 yazdığımızda, güneşin 12:00 de doğması, hatta ’Bugün güneş doğmayacak.’ yazdığımızda güneşin o gün doğmaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Sebebi ise, ilmin, yani takvimdeki yazının, maluma, yani güneşin kendisine tabi olmasıdır.
Şimdi şunu düşünelim: Son derece aciz, zayıf, ilmi noksan olan insanoğlu bir sene sonra güneşin ne zaman doğacağını ve ne zaman batacağını, önceden bilebiliyor ve onu takvime kaydedebiliyorsa ve bunu aklımız alıyorsa, niçin kudreti sonsuz, ilmi nihayetsiz, zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah (c.c.) hakkında, bir takvim hükmünde olan kader defterimize, bizim doğacağımız ve öleceğimiz günü ve bu iki gün arasında neler yapacağımızı yazmasını aklımız almıyor?

İnsan Kaderinin Mahkûmu Değildir:
Allah (c.c.)’nun ne yapacağımızı ezelî ilmi ile bilmesi, asla zorlama sebebi değildir. Bu sadece bir tespittir. Hakikat böyleyken bunun aksini düşünüp ’Ben kaderin mahkûmuyum.’ diyerek, suçu kadere atmanın ne kadar mantıksız olduğu ortadadır.
Acaba kaderin mahkûmu olduğu için harama girdiğini iddia eden bir insan, aynı suçu başkası işlediğinde kaderi hiç aklına getirir mi?
Mesela, kaderin mahkûmu olduğu için hırsızlık yaptığını söyleyen birinin evine bir hırsız girse ve değerli eşyalarını toplamaya başlasa ve ona ne yaptığını sorduğunda, hırsız: ’Kaderimde hırsızlık yapmak yazılıymış, ben kaderin mahkûmuyum, ister istemez bu hırsızlığı yapacağım.’ dese, hırsızın eşyalarını toplayıp götürmesine müsaade eder mi?
Eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı; hırsız kaderinde olduğu için çalacaktı. Bu ise teklif ve mesuliyeti ortadan kaldıracağından Allah (c.c.) kullarına zulmetmiş olacaktı.
Hem eğer insan kaderin mahkûmu olsaydı, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, itaat edene mükâfat, isyan edene ceza vermek de manasız olurdu. Çünkü herkes kaderinin çizdiği yoldan gitmiş olacağından, namaz kılan kaderinde olduğu için namaz kılacak, günah işleyen de kaderinde olduğu için günah işleyecekti.
Böyle olunca onları irşat için peygamberler göndermek, kitaplar indirmek de manasız olacaktı. Zira kaderlerinin kendilerini kötülüğe sevk ettiği ve kaderin mahkûmu olan insanlara nasihatin bir tesiri olmayacaktı.
Ayrıca Allah (c.c.), Kur’ân-ı Kerim’in birçok ayetinde, kullarını tövbeye ve dua etmeye davet etmektedir. Eğer insan kaderinin mahkûmu olsaydı onları tevbeye ve duaya davet etmenin bir manası olur muydu?

Faydalanılan Kaynaklar:
- http://www.kadereiman.com/kader-kaza-ve-cuez-i-irade
- Kur’ân-ı Mecîd ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi, Mahmud Ustaosmanoğlu


(Endnotes)
1 Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.1, s.288, h.no:143, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1997.
2 el-En’âm, 6/59.
3 el-Hadîd, 57/22.
4 Yâ-sîn, 36/12.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.