Özlenen Rehber Dergisi

150.Sayı

İslâm'da Zikir ve Rabıta - Râbıta Yolları

Rabıta hakkında bu ön bilgileri verdikten sonra, rabıta-i şerifenin birçok şekillerinden, sizlere en faydalı olan kolay yollarını tarif edeceğiz.

Birinci yol:
Mürit, kıbleye karşı, abdestli olarak, namazda oturduğu gibi oturur ve gözlerini yumar. Cenâb-ı Hakk’tan Peygamber (s.a.v.) Efendimize, O’ndan Sahabîlere, onlardan da kendi mürşidine ilahî feyz ve rahmet nazarlarının ve nurlarının geldiğini düşünerek mürşidinin iki kaşının ortasından i1ahi feyzin kalbine aktığını hayal hazinesinde sürdürür ve mürşidini Cenâb-ı Hakk’a açılan bir kapı mesabesinde bilir, böyle düşünerek bu halini devam ettirir. Şayet o anda kalbine havatır ve yabancı şeyler (masiva) gelecek olursa ’Lafza-i Celâl [Allah (c.c.)]’ veya ’tevhit (Lâ ilâhe illallâh)’ zikriyle o havatırı kovarak tekrar rabıtaya devam eder. Ta ki kendinden geçinceye kadar. Kendinden geçince mürşide olan rabıtayı keserek içinde bulunduğu hale yönelir. Çünkü bu hal, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet denizinden kendisine verilen bir ihsandır.
Rabıta-i şerife, tasavvuf ilmine yeni başlayan ve orta derecelerde olanlar için faydalıdır. Üveysî olarak terbiye edilen kişilerle fenâ fillâh ve bekâ billâh sırlarına vakıf olanlar için faydalı değildir. Çünkü onlar için tenzil-i rütbe olur.
Rabıtada esas olan Cenâb-ı Hakk’ın yakınlığını mürşit vesilesi ile elde etmektir. O yakınlığı elde ettikten sonra ise rabıta yapmak o kişiler için doğru olmaz. Çünkü bunlar müşahede makamına vasıl kişilerdir. Aslında müptedilerin rabıta yaptıkları sırada manevi sekir başladığı zaman, derhal mürşidinden rabıtayı kesip o hale yönelmesi icap eder. Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahauddin hazretleri, bu haldeki bir müridinin haline vakıf oluyor, fakat müridi o halde mürşidinden ayrılmak istemeyince, Hz. Şah o kişiye hitaben: ’Oğlum, beni bırak içinde bulunduğun hale yönel.’1 demiş, istikameti göstererek, esas gayenin, Hz. Allah (c.c.) olduğunu anlatmıştır. Mürşidin buradaki vazifesi saliki o hale getirip kendini aradan çekmektir. İşte bu hale ’erme hali’ veya ’vuslat (buluşma)’ zamanı da derler. Esasen tasavvuftaki haller bu zaman başlar. Çünkü ilahî tecellilere ancak bu haldeki ruh tahammül edebilir, zira vücut bu halleri kaldıramaz. Bu arada müritte bir olgunluk ve kemale doğru yönelme başlar. Fakat salik bunun nasıl olduğunu anlayamaz, anlamasına da zaten gerek yoktur. Onlar bu hale eriştikten sonra farkında olmadan güneşin altında sebzelerin ve meyvelerin olgunlaştığı gibi olgunlaşırlar.

İkinci Yol:
Mürşidin ruhaniyetini bir çadır halinde düşünüp oraya girip ilahi feyzi beklemektir. Bu şekil rabıta ’Telebbüsî’ (örtünme) diye adlandırılır. Kadınların bu şekil rabıtayı seçmeleri daha uygundur.

Üçüncü Yol:
Müridin abdestli veya abdestsiz olarak yürürken, çalışırken, sohbet ederken, yatarken velhasıl her halükarda mürşidini ve onun hallerini hatırında tutmaya gayret etmelidir. Bu şekildeki rabıta en keskin ve en çabuk gayeye eriştiren yoldur. Mürit mürşidin huzurunda iken mürşit tarafından yapılan nazar ve teveccühler, müridin de o anda rabıta yapması ile birleşirse müstesna olan, büyük bir fazilet elde edilmiş olur...

Dördüncü Yol:
Kabirlerdeki nebi veya velilere yapılan rabıtalardır. Eğer kabirdeki veli bu işle görevli ise hemen ruhta aksiyonlaşır ve o kişinin haberi olur. Medine’de Peygamberimiz (s.a.v.)’e ve ölen velilere yapılan rabıtada ise fena ve beka sırlarına aşina olunması şarttır. O zaman ’Üveysî’ olarak hemen tesirini gösterir. Çünkü en kuvvetli rabıta merkezi Rasûlullah (s.a.v.)’in ruhaniyetidir. Rabıtada ölü ve diri aynıdır, çocuk ve büyük aynıdır, uzaklık ve yakınlık aynıdır. Çünkü evliyanın ruhları vücutlarının çok fevkindedir.
Hanefi imamlarından Hamevî,2 ’Nefehâtu’l-Kurbi Ve’l-İttisâl’3 isimli eserinde öz olarak der ki: ’Muhakkak ki onların (yani evliyanın) ruhaniyetleri, cismaniyetlerine galip gelmiştir. Bu nedenle çok suretlerde görülmeleri caizdir. (Rasûlullah) sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ebû Bekir’e (hitaben söylediği) sözü de buna hamledilir.’4
عَنْ أَب۪ى هُرَيْرَةَ -رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ- أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ -صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ-قَالَ: ’مَنْ أَنْفَقَ زَوْجَيْنِ ف۪ى سَب۪يلِ اللّٰهِ نُودِىَ مِنْ أَبْوَابِ الْجَنَّةِ يَا عَبْدَ اللّٰهِ، هٰذَا خَيْرٌ. فَمَنْ كَانَ مِنْ أَهْلِ الصَّلَاةِ دُعِىَ مِنْ بَابِ الصَّلَاةِ، وَمَنْ كَانَ مِنْ أَهْلِ الْجِهَادِ دُعِىَ مِنْ بَابِ الْجِهَادِ، وَمَنْ كَانَ مِنْ أَهْلِ الصِّيَامِ دُعِىَ مِنْ بَابِ الرَّيَّانِ، وَمَنْ كَانَ مِنْ أَهْلِ الصَّدَقَةِ دُعِىَ مِنْ بَابِ الصَّدَقَةِ.’ فَقَالَ أَبُو بَكْرٍ -رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ-: ’بِأَب۪ى أَنْتَ وَأُمّ۪ى يَا رَسُولَ اللّٰهِ! مَا عَلٰى مَنْ دُعِىَ مِنْ تِلْكَ الْأَبْوَابِ مِنْ ضَرُورَةٍ، فَهَلْ يُدْعٰى أَحَدٌ مِنْ تِلْكَ الْأَبْوَابِ كُلِّهَا؟’ قَالَ: ’نَعَمْ. وَأَرْجُو أَنْ تَكُونَ مِنْهُمْ.’
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre; muhakkak ki Rasûlullah (s.a.v.) (bir defasında): ’Her kim Allah yolunda çift sadaka verirse, cennet kapılarından: ’Ey Al­lah’ın kulu! (Buraya gel!) Bu (kapı) hayırlıdır!’ (diye) çağrılır. Namaz ehlinden (yani çokça namaz kılanlardan) olan kimse (cennetin) ’namaz kapısı’ndan çağrılır. Cihat ehlinden olan kimse ’cihat kapısı’ndan çağrılır. Oruç ehlinden olan kimse ’Rayyân kapısı’ndan çağırılır. Sadaka ehlinden olan kimse de, ’sadaka kapısı’ndan çağırılır.’ buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a.): ’Babam, anam sana feda olsun yâ Rasûlallah! Bu kapılar(ın tümün)den çağırılan kimse üzerine hiçbir zarar yoktur. Şu halde bir kimse, bu kapıların tümünden çağrılacak mı?’ dedi. (Rasûlullah): ’Evet! Senin onlardan olmanı ümit ediyorum!’ buyurdu.5
Bu hadis-i şerif, ruhun bölünerek vücuda galebe ettiğinin aşikâr delilidir. Cenâb-ı Hak, mürebbi olan mürşid-i kâmillere ruhaniyetlerinin yetmiş binden daha fazla yerde ayrı ayrı tecelli etmesi imkânı vermiştir. Mürebbinin vazifesi, Allah yolunu isteyip her arzu edenin ruhaniyetini terbiye etmek olduğundan, görevini ruhanî bir şekilde gerçekleştirir.
عَنْ أَب۪ى سَعِيدٍۨ الْخُدْرِىِّ سَمِعَ النَّبِىَّ -صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- يَقُولُ: ’مَنْ رَآن۪ى فَقَدْ رَأَى الْحَقَّ، فَإِنَّ الشَّيْطَانَ لَا يَتَكَوَّنُن۪ى
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den rivayet edildiğine göre (o), Nebi (s.a.v.)’i şöyle buyururken işitmiştir: ’Her kim beni (rüyasında) görürse, muhakkak ki hakkı (yani hakikaten beni) görmüştür. Zira şeytan, suretime giremez.’6
Şâfiî imamlarından Allame Sefîrî7, Buhârî şerhinde: ’Ayrıca, kâmil ve mükemmil velinin suretine girmeye de muktedir değildir.’8 buyurmuştur.9

(Endnotes)
1 Bkz., İbrâhîm Fâsîh el-Hayderî, el-Mecdu’t-Tâlid Fî Menâkıbi’ş-Şeyh Hâlid, s.18, el-Matbaatu’l-Âmira, h.1292.
2 Tam ismi: Ebu’l-Abbâs Şihâbuddîn Ahmed b. Muhammed el-Hasenî (el-Hüseynî) el-Hamevî el-Mısrî el-Hanefî (ö.1098/1687)
3 Eserin tam ismi: Nefehâtu’l-Kurbi Ve’l-İttisâl Bi-İsbâti’t-Tasarrufi Li’l-Evliyâi Ba’de’l-İntikâl.
4 Hamevî, Nefehâtu’l-Kurbi Ve’l-İttisâl Bi-İsbâti’t-Tasarrufi Li’l-Evliyâi Ba’de’l-İntikâl, Ferîd el-Mezîdî’nin muhtelif risaleleri cem ve tahkik ettiği ’Cem’u’l-Mekâl Fî İsbâti Kerâmâti’l-Evliyâi Fi’l-Hayâti Ve Ba’de’l-İntikâl’ isimli kitabında s.328, Dâru’l-Âsâri’l-İslâmiyye, Sirilanka, Kahire, 2006.
5 Buhârî, Savm, 4.
6 Buhârî, Ta’bîr, 10.
7 Tam ismi: Şemsuddîn Muhammed b. Zeynuddîn Ömer b. Şihâbuddîn es-Sefîrî el-Halebî eş-Şâfiî (h.877/956).
8 Şemsuddîn es-Sefîrî, el-Mecâlisu’l-Va’ziyye Fî Şerhi Ehâdîsi Hayri’l-Beriyye Min Sahîhi’l-İmâmi’l-Buhârî, c.1, s.195, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyyeti, Beyrut, 2004.
Metnin aslı şu şekildedir:
’Şeytan, (rüyada ve uyanıkken) salihlerin suretinde çokça gelir. Fakat ne Rasûlullah (s.a.v.)’in suretine, ne de şeyhin suretine, -şeyh;
- Nebi (s.a.v.)’e ittiba eden,
- ta Rasûlullah (s.a.v.)’e kadar (bir silsileyle irşada) izinli olan şeyhinden irşada izinli
(kâmil ve hazık mürşit) olduğu zaman- girmeye cüret edemez.’
9 Bu manaya işaret eden bir rivayet de şu şekildedir:
İmrân b. Husayn (r.a.)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Huzeyfe b. el-Yemân’ı şöyle derken işittim: Rasûlullah (s.a.v.)’i şöyle buyururken işittim: ’Her kim beni rüyada görürse, muhakkak ki beni görmüştür. Zira şeytan, benim suretime giremez. Her kim de Ebû Bekir es-Sıddîk’ı rüyada görürse muhakkak ki onu görmüştür. Zira şeytan onun suretine giremez.’ (el-Hatîbü’l-Bağdâdî, Târih-u Bağdâd -Târîhu Medîneti’s-Selâm-, 4381, c.9, s.287, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrut, 2001; Deylemî, el-Firdevs Bime’sûri’l-Hitâb, c.3, s.635, h.no:5990, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1986)
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.