İman esaslarından biri de haşirin, hesabın, cennet ve cehennemin hakikat olduğuna inanmaktır.
Bu hakikat mucibince kıyamet günü insanlar, hesap için mahşer yerinde toplanacak, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda duracaklar.
Dünyada günah işleyen asiler, küfür ehli, Allah’ın kendilerini gördüğünü hesaba katmadan, hesaba çekileceklerini hiç düşünmeden ömürlerini isyan halinde geçiriyorlar. Ancak mahşer günü, her bir amellerinin kayıt altına alındığını, gizlenecek hiçbir yerin, Allah’tan başka sığınılacak dost ve yardımcının bulunmadığını idrak edeceklerdir.
O günde, insanlar arasında muhtelif konuşmaların geçeceği birçok âyette ifade edilmektedir. Gayb ilminin, olmuş olacak her şeye ait bilginin sahibi olan Cenâb-ı Hak, o günde meydana gelecek hadise ve diyalogları âyetlerde haber vermektedir. Bu konuşmalardan biri de; cehennem ehli zayıflarla, onları helake sürükleyen güç ve iktidar sahipleri arasında cereyan etmektedir.
Küfürleri sebebiyle cehennemi hak eden zayıflar, güçsüzler, dünyadayken peşinden gittikleri Allah’a kulluktan yüz çeviren liderlere, zenginlere, makam ve mansıp sahiplerine:
’Biz dünyadayken size uymuş, sizleri örnek almıştık. Emrettiklerinizi yapmış, yasakladıklarınızdan ise kaçınmıştık. Sözünüze uyarak Allah’ı, ahiret gününü inkâr ettik, peygamberleri yalanladık, isyan içerisinde bir ömür geçirdik. Bize söz verdiğiniz üzere bugün Allah’ın azabından hiç değilse bir kısmını bizden uzaklaştırabilecek misiniz?’ derler.
Takvadan başka hiç kimsenin üstünlük ve ayrıcalığının olmadığı o günde, büyüklük taslayanlar onlara cevaben:
’Allah bize hidayet vermiş, bizi cennete giden yola iletmiş, azaptan kurtarmış olsaydı, elbette biz de sizi hidayete erdirir, cennete iletir, azaptan halas eylerdik. Hem siz hem de biz kurtulmuş olurduk. Ne var ki durum vaat ettiğimiz gibi olmadı. Güvendiğimiz mallar, evlatlar, makam ve şöhretler hep dünyada kaldı. Bugün artık bizim için hiçbir dost ve yardımcı yok. Varacağımız yer cehennemdir!’ derler.
Kâfirler için cehennem azabı ebedidir. Ölüm yoktur. O gün ölüm bir koç suretinde getirilir ve mahşer halkının önünde boğazlanır. (Bkz., Buhârî, Meryem Sûresi Tefsiri, 1) Cehennem azabından çıkış yoktur. ’Şüphesiz mücrimler (kâfirler) cehennem azabında ebedi kalacaklardır. Onlardan (bu azap) hafifletilmeyecektir ve onlar bunun içinde şiddetli bir ümitsizliğe düşmüş kimselerdir.’ (ez-Zuhruf, 43/74-75)
O günde Allah’a kulluk hususunda hiçbir mazeret kabul edilmez. Her kul, kendisine bahşedilen hür irade ve kudretle işlediği amellerin karşılığını mutlaka görecektir. Şu halde kişi, gittiği yolu iyi seçmeli, kimlerin ardından, hangi yolda, nereye doğru gittiğine dikkat etmelidir. Allah ve Rasûlü’nün emirlerini muhafaza eden, yasaklarından şiddetle sakınan hak dostlarının mı; yoksa heva ve hevesi istikametinde hayat yaşayan, kendisine tabi olanları hak yol diye nefsinin hezeyanlarına davet eden, Allah’ın emirlerini hiçe sayan, küfür ve isyan ehlinin peşinden mi gitmekte? Bilinmelidir ki, körü körüne, Rasûlullah (s.a.v.)’ın yolu ve ahlakı dikkate alınmadan takip edilen kişiler, sülük edilen yollar insanı ebedi necata değil, helake sürükleyecektir.
Şu halde ebedi necat için bir Hak dostu bulmak, ona tutunmak, onunla hemhal olmak elzemdir. Kişi, hakiki bir Hak dostu bulmuşsa, ona sımsıkı tutunmalı, ondan yüz çevirmemeli, izi üzere gitmelidir.
***
Kıyamet günü cehennem ehli arasında yaşanacak bir diğer konuşma da şeytanla ona tabi olanlar arasında cereyan edecektir. Bu, âyet-i kerimede şöyle ifade edilmektedir:
’İş bitirilince şeytan da diyecek ki: ’Şüphesiz Allah size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Şüphesiz, zalimlere elem dolu bir azap vardır.’ (İbrâhîm, 14/22)
İnsanlar arasında hüküm verilip de cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme girdikten sonra şeytana söz verilir. O da cehennemde herkesin sesini işiteceği bir şekilde kalkıp bir konuşma yapar ve şöyle der:
’Şüphesiz ki Allah, öldükten sonra diriliş, cennet, cehennem, itaat edenlerin mükâfat görmesi, isyankârların cezalandırılması hususlarında verdiği sözlerin hepsini gerçekleştirmiştir. Ben ise size inkârı, masiyetleri telkin etmiş; ’öldükten sonra diriliş, cennet, cehennem, mükâfat ve ceza yoktur!’ demiştim. Fakat size verdiğim bu sözüm yalandı. Ben size ancak yalan konuştum ve verdiğim sözlerde de durmadım. Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum, size karşı getireceğim herhangi bir delil, bir açıklamam da yoktu. Size vaat ettiğim, telkin edip süslü ve güzel gösterdiğim şeylere dair herhangi bir delil göstermemiştim. Yalnızca benim yaptığım sizi çağırmaktı. Ben sizi davet ettim, siz de kendi irade ve tercihinizle bu davete icabet ettiniz. Bana uydunuz, arkamdan geldiniz. Ben sizi asla kendisine davet ettiğim şeye zorlamadım. Şu halde artık beni kınamayın. Aksine kendinizi, kendi nefsinizi kınayın. Artık ebedi olan azaptan ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni! Esasen ben, daha önce itaat ve ibadetlerde beni Allah’a ortak koşmanızı inkâr etmiş, kabul etmemiştim.’
Şüphesiz, zalimlere elem dolu, can yakıcı, bitmek tükenmek bilmeyen bir azap vardır.
Şeytan, insanı ancak şerre davet eder, bu yolda vesveseler verir. Boş kuruntular, mesnetsiz iddialarla küfre, Allah’ın emirlerini çiğnemeye davet eder. Bundan öte insan üzerinde bir zorlayıcılığı, hâkimiyeti yoktur. İnsanı onun yoluna sevk eden, telkinlerini kabul ettiren esas kuvvet, nefistir. Kötülüklerden arındırılmamış nefis, hiçbir delil olmadan şeytanın sözüne uyar. Şayet nefiste şehvet, gazap, haset, heva ve boş hayal vb. dolayısıyla meydana gelen meyil bulunmasaydı, şeytanın vesvesesinin herhangi bir tesiri olamazdı. Bu nedenle insanın kendi nefsini levm etmesi, onun ıslahı, terbiye ve tezkiyesi için çalışması gerekir.
***
Allah Teâlâ, mücrimlerin acıklı hallerini beyan ettikten sonra mü’minlerin durumlarını şöyle haber vermiştir:’İman eden ve salih ameller işleyenler, Rablerinin izniyle, içlerinde ebedi kalacakları ve altlarından ırmaklar akan cennetlere sokulacaklardır. Oradaki tahiyyeleri ’selam’ dır.’ (İbrâhîm, 14/23)Peygamberlerin davetine icabet eden, onların yolunda giden, Allah’ın kitabına uygun bir hayat yaşayan, hakkın yolundan ayrılmayan mü’minler, ebedi saadet içerisinde olacak, Rablerinin kendileri için hazırlamış olduğu cennetlere girerek nimetlerden istifade edecektir. Cennet ehlinin cennette birbirlerine karşı hitapları ve duaları: ’Selam’dır. Selâm, her türlü kötülükten, zahmet, kusur ve afetlerden kurtulmak manasına gelir. Mü’minler dünyada olduğu gibi âhirette de birbirleriyle karşılaştıklarında bu sözle selamlaşır, hatırlarını sorar, birbirlerine esenlik ve selamet dilerler ki, cennet de zaten ’Dâru’s-Selâm/Selam, selamet yurdu’dur. (Bkz., el-En’âm, 6/127)
***
Allah Teâlâ, mü’minlerin hallerini beyan ettikten sonra mü’minin durumunu daha iyi anlamaları için kullarına bir misal vermiş ve şöyle buyurmuştur:
’Görmedin mi Allah güzel bir sözü nasıl bir misal (olarak) getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları gökte olan bir ağaç gibidir. Bu ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.’ (İbrâhîm, 14/24-25)
Allah (c.c.), Kur’ân’da bazı misaller vermiştir. Bu misaller sayesinde kullar, ifade edilen hakikatleri daha iyi anlayıp, ibret alırlar.
Âyette ifade edilen hoş sözden kasıt, kelime-i tevhit yani ’lâ ilâhe illallâh’ sözüdür. Bu öyle bir sözdür ki, ağızlar onu söylemekle, kalpler de onu tasdik etmekle tertemiz olur. Ancak ona sahip olmakla küfür ve şirk pisliklerinden kurtulunur.
Bu kelimeden istifade edebilmek için manasını idrak edip gerektirdiği şekilde yaşamak gerekir. Gereklerini yerine getirmeden bu kelimeyi terennüm eden kimsenin misali; şiddetli susuzluk çeken bir kimsenin bir suyun yanına varıp o sudan içmeden devamlı surette ’su!’ demesi gibidir. Bu kimsenin susuzluğu, o suyu içmediği takdirde asla geçmeyecektir.
Bu kelime, büyük bir mesuliyet gerektirir. Bununla kişi, Allah ve Rasûlü’nün yap dediklerini yapmak, yasakladıklarından da uzak durmak üzere ahdü misak vermiş demektir. Hem bu kelimeyi söyleyip hem de Peygamber (s.a.v.)’in yolundan ayrılan, nefsini, şeytanı, güç ve iktidar sahiplerini Rabler edinen, onlara tabi olanlar, hakiki mü’min değildirler.
Cennetin anahtarı olan kelime-i tevhit, âyette bir ağaca benzetilmiştir ki, bu ağaç, Efendimiz (s.a.v.)’in beyanı üzere (Bkz., Buhârî, İbrâhîm Sûresi Tefsiri, 1) faydasının çokluğu herkesçe kabul edilen ’hurma ağacı’dır.
Yakin derecesindeki iman, tıpkı hurma ağacı gibi mü’minin kalbinde kök salmış, son derece sağlam ve yıkılmaz bir kuvvettedir. Ondan neşet eden namaz, oruç, güzel ahlak vb. salih ameller de hurma ağacının gövdesine, dallarına benzer. Dallarının semaya doğru yükselişi gibi mü’minin salih ameli de Allah’a yükselir. Amelinin karşılığında mü’mine verilecek mükâfat ise hurma ağacının meyvesine benzer. Hurma ağacı devamlı meyve verdiği gibi mü’min de hiçbir zaman hayırdan uzak kalmaz.
Mü’min olarak âyetler karşısında vazifemiz; onları anlamaya çalışmak, anlatılan hadiselerden ibret almak, verdiği öğütlerin, emirlerin gereğini yerine getirmek, sakındırdığı hususlardan ise kudret nispetince kaçınmaktır. İman sahibi, Kur’an’da zikredilen; mü’minlerin, takva sahiplerinin vasıflarını kendisinde toplamaya, o yüce ahlak ve vasıflara sahip olmaya gayret göstermelidir.
allah razı olsun hak dostu diye herkesin ardından gidilmemeli kur'an ve Sünnet çizgisine bakılmalı