Özlenen Rehber Dergisi

127.Sayı

Mü'mine Has Bir Özellik: 'Firâset'- İı

Eyüp ÖZBERK Özlenen Rehber Dergisi 127. Sayı
عَنْ أَب۪ى سَع۪يدٍ الْخُدْرِىِّ قَالَ:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ -صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ-: اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ.
ثُمَّ قَرَأَ: اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّم۪ينَ.

Firâset nedir?

Firâset; eşyanın hakikatini kavrama, varlık ve olayların iç yüzünü keşfetme, bir şeyi çabucak anlama, ileri görüşlülük, ileride meydana gelecek hadiseler hakkında doğru ya da doğruya yakın görüş belirtme kabiliyeti manasına gelir.
Firâsetin Kısımları:

Firâset, yol ve vesileleri bakımından 3 kısma ayrılır:
1- Hikemî/Tabiî/Umumî Firâset:
Bu çeşit firâset kesbîdir. Bir takım ilim ve çabalar neticesinde elde edilir. Firâsetin bu çeşidinde çabanın yanı sıra; zekâ, ilim, tecrübe ve hususi bazı yetenekler de elzemdir.
Belirli alametlerden yola çıkarak tecrübe yoluyla elde edilen firâset ilmi, şu kısımlara ayrılır:
- İlmu’ş-Şâmât ve’l-Hayalân:
Bu ilim, insandaki zâhirî hallerin, batınî hal ve ahlâklara işaret edişini konu edinir.
- İlmu’l-Esârîr:
İnsanın el, ayak ve yüz hatlarını birbiriyle kesişme, uzunluk, kısalık, en vb. yönleriyle inceleyerek insanın ömrünün uzun ya da kısa oluşuna, saadet ya da şekavet, zenginlik ya da fakirlik vb. hallerine delaletini araştıran ilim dalıdır.
- İlmu’l-Ektâf:
Güneş ışığına maruz bırakıldığında keçi ve koyunun kü¬rek kemiğinde ortaya çıkan çizgi ve şekillerden krallar ve ülkeler arasında meydana gelecek savaş ya da barışı, âlemde var olacak kıtlık ya da bolluğu tahmin etme ilmidir.
- İlmu Gıyâfeti’l-Eser (İlmu’l-Gıyâfe):
Bu ilim, insan ya da hayvanların ayak izlerini takip ederek onlar hakkında birtakım bilgiler elde etmeyi konu edinir. Bu ilim sayesinde, kaçan insanın ya da kaybolan hayvanın türü, cinsi, yaşı vb. özellikleri hakkında hafıza, hayal ve basiret kuvvetiyle tahmin yürütülür.
Araplar bu ilmi en fazla kullanan milletlerden idi. Nitekim Mekkeli müşrikler, hicret gecesi Efendimizi öldürmek için kuşattıkları evinde bulamayınca Mekke’nin her tarafını aramaya koyulmuşlardı. O ve arkadaşı Ebû Bekir’i bulana 100 deve ödül verileceğini duyan birçok azılı müşrik, Müdlic Oğullarından iki kişiyi iz takip edici olarak yanlarına almış ve peşlerine düşmüşlerdi. Onlar, ayak izlerini takip ede ede nihayet Sevr Dağının eteklerine, Efendimiz ve arkadaşının sığındıkları mağaranın önüne kadar varmışlardı.
- İlmu Gıyâfeti’l-Beşer:
İnsandaki organların şekillerinden, kişiler arasında akrabalık bağı, huy ve ahlâk bakımından benzeşme hususunda bilgi edinmeyi amaçlayan ilim dalıdır. Bu ilim çalışmayla elde edilmez, denmiştir.
Araplar, bu ilme itibar ederdi. İçlerinden Benî Mudlec ile Benî Lihb, geçmiş dönemde bu ilimle şöhret bulmuş iki kabileydi. Bu ilmin, Asr-ı Saadet’te de itibar gördüğüne şu haidse şahitlik eder.
Peygamberimizin azatlı kölesi ve aynı zamanda evlatlığı olan Zeyd b. Hârise, pamuktan beyaz bir tene sahipti. Oğlu Üsâme ise koyu siyah tenliydi. O bu yönüyle annesi Ümmü Eymen’e benziyordu. Üsame ile babası Zeyd arasındaki renk farklılığı sebebiyle Medine’de bazı dedikodular çıkmıştı. Dedikodulardan haberdar olan Efendimiz (s.a.v.), çok üzülüyordu. Âişe (r.anhâ)’dan rivayet edildiğine göre bir gün Rasûlullah (s.a.v.) sevinçli bir halde geldi ve şöyle buyurdu: ’Yâ Âişe! Görmedin mi, Mudlicli (iz sürücü) Mucezziz (yanıma) girdi de Usâme ile (babası) Zeyd’i gördü. Üzerlerinde bir kadife vardı. (Onunla) başlarını örtmüşlerdi de ayakları açık kalmıştı. (Mucezziz): ’Muhakkak ki şu ayaklar, birbirinden (meydana gelme)dir.’ dedi.’ (Buhârî, Ferâiz, 31) O devirde sözlerine itibar edilen kâiflerden Mucezziz’in bu teşhisi, O’nu çok memnun etmişti.
- İlmu’l-İhtidâ Bi’l-Berârî ve’l-Agfâr:
Mekânların, yerlerin durumunu bilmeye yarayan ilimdir. Toprak kokusundan, yer şekillerinden ve yıldızlardan hareketle, bulunulan yerin neresi olduğu ve doğru yolun hangisi olduğu tespit edilir.
Bugün de bu ilim, pusulanın ve diğer ölçülerin bulunmadığı zaman kullanılmaktadır.
- İlmu’r-Riyâfe:
Toprağın kokusundan, bitki örtüsünün durumundan, bazı hayvanların özel hareketlerinden yola çıkarak bir bölgede suyun bulunup bulunmadığını, yakın ya da uzak oluşunu bilmeye yarayan ilim dalıdır.
- İlmu İstinbâti’l-Me’âdin:
Bazı hususi alametlerden hareketle bir bölgede var olan madenî zenginliklerin tespitine yarayan ilimdir.
- İlmu Nuzûli’l-Ğays:
Şimşek, bulut ve rüzgârların durumlarından, belirli özelliklerinden hareketle yağmurun yağıp yağmayacağını tahmin etmeye yarayan ilimdir.
- İlmu’l-İrâfe:
Gizli benzerlik, irtibat, sebep sonuç ilişkisi nedeniyle hal-i hazırda var olan hadiselerden hareketle ileride meydana gelecek olayları tahmin etmeyi konu edinen ilimdir.
Bu ilimde, yüksek bir zekaya, tecrübeye, tarih bilgisine, analiz kuvvetine sahip olmak şarttır.
- İlmu’l-İhtilâc:
Baştan ayağa kadar insanın organlarında meydana gelen titreme, seyirme, çarpıntı vb. durumlardan hareketle başına gelecek olayların tahmin edilmesi ilmidir. (Bkz., Tâşköbrîzâde, Miftâhu’s-Se’âde Ve Misbâhu’s-Siyâde Fî Mevdû’âti’l-Ulûm, c.1, s.327-335, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1985)
Buraya kadar Tâşköbrîzâde’den nakille zikrettiğimiz kısımlar; tecrübeye dayalı, -şeriate uygunlukları bir yana- bu zamana kadar insanların bir şekilde uğraştıkları, bazısı doğruya yakın bazısı ise uzak olmak üzere bir çeşit tahmin yürütmedir.
İnsan tecrübeyle meydana gelecek hadiseleri kestirebilir. Mesela; yıllarca öğretmenlik yapmış biri, tecrübeyle karşısındaki öğrencinin ne diyeceğini ve ne yapacağını tahmin edebilir. Ya da tecrübeli bir esnaf, müşterinin hal ve hareketlerinden bir şey satın alıp almayacağını sezebilir.
Yine insanın dış görünüşü, çoğu zaman iç halini aksettirir. Azaların durumuyla ahlâk arasında bir münasebet olduğu hakikattir. Nitekim Efendimiz’den yapılan bir rivayette: ’Hayrı, güzel yüzlü (kimse)lerin yanında arayın.’ (Taberânî, Kebîr, c.9, s.360, h.no:18416) buyrulmuştur. Güzel yüz, nurânî bir sima, salih ve güzel amelin varlığına işarettir. Çirkin, buruşmuş, karanlık ve cansız bir sima ise sahibinin haramlarla iştigaline bir delildir.
Ne var ki tüm bu zahirî alametler, tecrübeyle hareket etme, birer tahmin ve zandan öte geçmez. Kesin bilgi ve yüzde yüz netice söz konusu değildir. Bilhassa ileride meydana gelecek hadiseleri, ömrün kısa ya da uzun oluşunu, şekavet ya da saadeti ayrıntısıyla ve hakikatiyle bilen ancak Cenâb-ı Hak’tır. Mü’minin vazifesi kulluktur. Bu itibarla kendini ilgilendirmeyen gayba dair hususları araştırmak ve bu şekilde vakit kaybetmek firâsetsizliktir ve kul için en büyük ziyandır.
İslâm; akla, zekaya ve tecrübeye önem verir:
Bununla beraber; ’Mü’min, akıllı, uyanık ve dikkatli kimsedir.’ (Şihâb el-Kudâî, Müsned, Bâb:89, c.1, s.107, h.no:128) Tecrübeyle elde ettiği bilgileri değerlendirir ve en doğru hareketi belirler.
Nitekim Efendimiz (s.a.v.): ’Mü’min, bir delikten iki defa sokulmaz.’ (Buhârî, Edeb, 83) buyurmuştur. Bu hadisin sebeb-i vüruduna dair şöyle bir hadise nakledilir:
Rasûlullah (s.a.v.) Bedir savaşında Ebû Azze ismindeki şairi esir almış, af talebine karşılık Müslümanlar aleyhine kimseyi kışkırtmayacağı ve kendisini hicvetmeyeceği şartıyla onu serbest bırakmıştı. Fakat Ebû Azze, kavminin yanına varınca sözünde durma¬dı, kışkırtma ve hicivlerine tekrar başladı. Bilâhare Uhud savaşında yine Müslümanlar tarafından esir edildi. Yine serbest bırakılmasını talep edince Rasûlullah (s.a.v.): ’Mü’min, bir delikten iki defa sokulmaz.’ buyurdu ve boynunu vurdurdu. (Bkz., İbn-i Hişâm, es-Sîratu’n-Nebeviyye, c.3, s.110)
Gazabın aşırısı yanlış olduğu gibi şefkatin, merhametin aşırısı da makbul değildir. Kimi zaman şefkat; adaleti ve âmmenin hukukunu muhafaza için cezalandırmayı gerektirir. Efendimiz (s.a.v.)’in son derece şefkat ve merhamet sahibi olduğu herkesçe malum bir hakikattir. Ne var ki şefkatin tecellisi her zaman af olmaz. Kangren olan eli kesmek topyekûn vücuda bir şefkat olduğu gibi bu hadisede de O’nun şefkati, âmmenin lehine şair Ebû Azze’yi cezalandırmak şeklinde tezahür etmiştir.
Fıkıhta alametlere itibar edilmesi:
İslâm fıkhında alametlere, karinelere, ipuçları ve delillere itibar edilir, hadiseler arasında bağ kurulur ve buna göre hükmedilir. Bununla alakalı birçok örnek mevcuttur. Bir örnek verecek olursak:
Dar-ı İslâm’da ölen ve dini hakkında malumat sahibi olunmayan bir kimseye bakılır. Şayet üzerinde zünnâr, haç vb. İslâm’dan başka bir dine müntesip olduğunu gösteren bir alamet bulunur, sünnetsiz olması gibi gayr-i müslim oluşuna delalet eden bir işaret taşırsa o ölünün müslüman olmadığına hükmedilir ve müslümanlara ait kabristana gömülmez. (Bkz., İbn-i Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr Ale’d-Durri’l-Muhtâr, c.3, s.93, Dâru Âlemi’l-Kutub, Riyâd, 2003)
Fıkıhtaki bu hüküm, ’İslâm şekle değil öze itibar eder. Şekil önemli değildir.’ deyip de kılık-kıyafet, yeme-içme vb. birçok yaşam faaliyetinde gayri Müslimlere benzemeye cevaz verenlerin yanlışlığını ortaya koyma açısından manidardır.
Yusuf (a.s.)’ın gömleği:
Kardeşleri, Hz. Yusuf’u kuyuya attıktan sonra onu bir kurdun parçaladığını ispat etmek üzere bir keçi ya da koyunun kanını sürmek suretiyle babalarına Yusuf’un üzerindeki gömleği getirdiler. Fakat Allah (c.c.), Yakup (a.s.)’a, bu alametle birlikte onunla çelişen bir başka alameti daha gösterdi ki bu, gömleğin yırtılmamış olmasıydı. Hz. Yakup, gömleği inceleyip de onda herhan¬gi bir yırtık ya da parçalama izi bulamayınca bunu Yusuf’un kardeşlerinin yalan söylediklerine delil gör¬dü ve onlara: ’Bu kurt ne kadar da halim (yumuşakmış)? Yusuf’u yiyor ve gömleği parçalamıyor!’ dedi. (Bkz., Kurtubî, el-Câmiu Li-Ahkâmi’l-Kur’ân, c.11, s.287)
Münafıkların tanınması:
Münafıklar, zahirde müslüman gözükerek küfürlerini gizleyen menfaatperest kâfirlerdir. Bunların iç halleri çoğu kimseye kapalıdır. Ancak firâset ehli, taşıdıkları bazı alametlerden onları tanır. Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben: ’Eğer biz dilersek sana onları her halde gösteririz de sen de kendilerini mutlaka simalarından (alametlerinden) tanırsın. Ant olsun sen onları konuşma tarzlarından da tanırsın. Allah amellerinizi bilir.’ (Muhammed, 47/30) buyurmuş, münafıkları ’sözlerinin lahni’nden yani ’ma¬na, maksat ve üslub’undan tanıyacağını bildirmiştir. Rivayet edildiğine göre bu âyet indikten sonra firâset mevzuunda da insanlığın efendisi olan Peygamberimiz (s.a.v.), yanında konuşan herhangi bir münafığı konuşma üslubundan tanırdı.
Mü’minlerin emiri Osman b. Affân (r.a.) şöyle demiştir: ’Bir kimse, bir sır saklarsa Allah onu mutlaka onun yüzünün çehrelerinde ve lisanının sürçmelerinde ortaya çıkarır.’ (İbn-i Kesîr, age., c.13, s.80) Onun bu sözü Efendimiz’den rivayet edilen şu hadise muvafıktır. ’Bir kul, bir sır saklarsa Allah Azze ve Celle mutlaka onu açığa çıkarır. Şayet (gizlediği) hayır ise (akıbe¬ti de) hayır, şer ise (akıbeti de) şer olur.’ (Zekvânî, İsnâ Aşera Meclisen Min Emâlîhi, h.no:117)
Fakir mü’minlerin alametleri:

Bir âyet-i kerimede: ’(Sadakalar) Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir olmazlar. (Hallerini) bilmeyen; iffet ve istiğnalarından (ihtiyaç arzetmemelerinden) dolayı onları zengin (kimse)ler sanır. (Ey Habîbim, sen) onları simalarından (yani taşıdıkları alametlerden) tanırsın. Onlar, insanlardan yüzsüzlük edip de (bir şey) istemezler.’ (el-Bakara, 2/273)
Bu âyet-i kerime Ashâb-ı Suffe hakkında nazil olmuştur. Onlar Peygamberimizin öğrencileri idiler. Sayılarının dört yüze ulaştığı zamanlar olmuştur. Çoğunun ne kalacak yeri, ne aşiret ve akrabası, ne de kazanç getirecek bir mesleği vardı. Kur’ân ve Sünnet ilimlerini öğrenmek üzere Mescid-i Nebevî’de ikamet ediyor, maişetlerini kazanmak için çalışmaya vakitleri kalmıyordu. Bu sebeple fakir ve yardıma muhtaç idiler. Ne var ki onlar, iffetsizlik edip de kimseden bir şey istemezlerdi. Bu nedenle onları tanımak için firâset nuruyla taşıdıkları alametlere bakmak gerekiyordu. Bazı müfessirler, bu alametlerin za¬yıflık, çelimsizlik, güçsüzlük, elbiselerinin eski püskü olması vb. dış görü¬nüme dair olduğunu söylemişlerdir. Ancak Fahreddin Râzî, bunun zahirî alamet olmadığını, tamamen manevî bir kuvvetle bilinebileceğini söylemiş ve: ’Zira Allah’ın samimi ve ihlaslı kullarının diğer insanların gönlünde bir heybeti ve ağırlığı vardır. Onları gören herkes, onlardan etkilenir ve onlara boyun eğer. Bu ise, ruhanî idrakler nev’indendir. Fetih sûresinde ifade edilen ’secde izi’nden (Bkz., el-Feth, 48/29) maksat da budur.’ demiştir. (Bkz., er-Râzî, Tefsir-i Kebir Mefâtîhu’l-Ğayb, c.5, s.543, Terc. Suat Yıldırım vd., Akçağ Yay., Ankara, 1989) Yine o, ’secde izi’yle (Bkz., el-Feth, 48/29) alakalı olarak şunları söyler: ’Cenâb-ı Hak, geceleri namaz kılan ve secde edenlerin yüzlerinde bir nur yaratır. Bu, aklı olanlar için, inkârı mümkün olmayan bir şeydir. Çünkü gece uyanık duran iki kişiden birisi, içki içmek, oyun oynamak ile, diğeri ise namaz kılıp, Kur’ân okuyarak ve ilim talebi ile vakit geçirsin. Ertesi gün bütün insanlar, içki içip, kumar oynadığı için uykusuz kalan ile, Allah’ı zikir ve şükür için uykusuz kalanın farkını görür.’ demiştir. (Bkz., er-Râzî, age., c.20, s.185) Onun bu sözünü Peygamberimizden nakledilen: ’Her kimin gece (kıldığı) namaz çok olursa gündüz yüzü güzel olur.’ (İbn-i Mâce, İkâmetu’s-Salâti Ve’s-Sünneti Fîhâ, 174) buyruğu teyit etmektedir.
İmam Şâfiî (rh.a.)’in Firâseti:
Humeydî’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Şâfiî (rh.a.) ve Muhammed b. el-Hasen (rh.a.) ile beraberdim. İnsanlar hakkında teferrüste (firâsetle bir şeyi kestirmek) bulunuyorlardı. Bu sırada (yanımızdan) bir adam geçti. Muhammed b. el-Hasen, Şâfiî’ye: ’(Bu adamın mesleği hakkında) teferrüste bulun!’ dedi. Bunun üzerine Şâfiî: ’Onun durumu beni şüpheye soktu. (Bu adam) ya marangozdur ya da terzidir.’ dedi. Humeydî şöyle dedi: Bunun üzerine (adamın yanına gitmek üzere) kalktım ve (adama): ’Mesleğin nedir?’ dedim. (Adam): ’(Önceden) marangoz idim. Bugün ise ben terziyim.’ dedi. (Ebû Nuaym el-Esbahânî, Hilyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, c.9, s.139)
2- Riyâzî firâset:

Firâsetin ikinci nevi ise ’riyâzî’dir. Keskin bir zekâ, üstün sezgi gücü ve bazı ruhî kabiliyetlere sahip olan kişilerin sıkı bir perhiz, uzlet ve dünyevî hazlardan uzaklaşmaları neticesinde fıtratlarında var olan kabiliyetleri güçlendirerek bu çeşit firâsete sahip olmala¬rı mümkündür. Bu firâset çeşidinde iman şartı yoktur. Müslümanlarda olduğu gibi Budist Rahipler, Şamanlar vb. müslüman olmayanlarda da bulunabilir.
Bu firâset, nurânî ve ilham kaynaklı olmayıp tamamen riyâzîdir. Bu nedenle bu tür firâsette bulunup da isabet eden kimseleri yüceltmek doğru değildir. Şayet bu tür firâsete sahip kimse, gayr-i müslim ise, onun isabetli görüşü bir nevi istidraç sayılır ki bu, o kimsenin küfürde sebat etmesine ve dalalette derinleşmesine neden olur.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) bu hususta şunları söylemiştir: ’Menâzilu’s-Sâirîn adlı eserinde Şeyhu’l-İslâm el-Heravî el-İmâm el-Ensârî’nin ve şarihinin söyledikleri bizim bu anlattıklarımıza yakındır. (Şöyle ki): ’Bana tecrübeyle sabit oldu ki marifet ehlinin firâseti, Hz. Allah (c.c.)’ya yarayan ve yaramayanın arasını ayırmalarıdır. Allah Subhânehû ile meşgul olup cem’ makamına varanları tanımalarıdır… Aç kalarak, halvete girerek ve Hak Teâlâ’ya ulaşmaksızın batınlarını temizleyerek riyazet yapanların firâseti ise, suretleri keşfetmek ve halk ile ilgili olan gaybî bilgiler vermektir. Onlar yalnızca halktan bilgi verebilirler. Çünkü Hak Subhânehû ile aralarında perdeler vardır…
Halkın çoğu, Allah Subhânehû’dan kopuk olup dünya ile meşgul olduğundan dolayı kalpleri mahlukatın halleriyle ilgili gaip bilgileri verenlere ve suretleri keşfedenlere meyletmektedir. Onları büyük görmekte ve onların Allah dostu ve seçkin kul olduğuna inanmaktadır… (Hakikat ehli hakkında ise): ’Şayet bunlar iddia ettikleri igibi olsalardı, bizim hallerimizle ve mahlukatın durumlaıyla ilgili haberler verirlerdi…’ (der ve onları inkâr ederler.)
(Halbuki) hariçte olan ve halkla ilgilenen safâ ehlinin firâseti Hak Subhânehû ile ilgilenmez. Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler ve diğer taifeler bu firâsette ortaktır. Çünkü bu, Allah Teâlâ nezdinde değerli olan bir firâset değildir… (İmâm-ı Rabbânî, age., 294. Mektup, c.1, s.726-727)
3- İlâhî/Vehbî/İlhâmî Firâset:

Bu çeşit firâsete; ilham ve keşif de denmektedir.
İlâhî firâset, kesp olmaksızın ilham eseri olarak vücuda gelen ilimdir. Burada kesp, gayret ve çaba, kalbin ilhama mazhar olabilmesi için şarttır. Fakat bu mazhariyet elde edildikten sonra artık kesbe yer yoktur. İlham, firâset nuru kişinin kalbine Allah tarafından bir lütuf olarak ilka edilir (atılır).
Firâset nuruna işaret eden âyet ve hadisler:

Efendimiz (s.a.v.): ’Mü’minin firâsetinden sakının. Zira o, Allah’ın nuruyla bakar.’ buyurarak bu tür firâsete işaret etmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.), bu ifadesinin ardından: ’Muhakkak ki bunda, firâset sahipleri (keskin anlayışlılar) için ibretler vardır.’ (el-Hicr, 15/75) âyetini okumuş ve âyette geçen ’mutevessimîn’ kelimesinin ’Firâset sahipleri’ manasına geldiğini beyan etmiştir. (Bkz., Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 16)
Diğer bir hadiste Efendimiz (s.a.v.): ’Muhakkak ki Allah Azze ve Celle’nin, insanları tevessüm (firâset ile) tanıyan kulları vardır.’ (Taberânî, Evsat, c.2, s.177, h.no:2935) buyurmuştur.
Şu âyet-i kerimede de firâset nuruna işaret vardır: ’Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız (emirlerini yerine getirir, yasaklarından sakınırsanız), o, size bir furkan (hak ile batılı ayırt edecek bir anlayış ve nur) verir. Günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Allah, çok büyük lütuf sahibidir.’ (el-Enfâl, 8/29)
Bu nura, şu kutsî hadiste de işaret buyrulmaktadır: ’Her kim benim bir veli (kuluma) düşmanlık ederse, muhakkak ona harp ilan ederim. Kulum bana, ona farz kıldığım şeylerden bana daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu severim. Ben onu sevince, artık onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Benden (ne) isterse muhakkak ona veririm. Bana sığınmak isterse muhakkak onu korurum…’ (Buhârî, Rikâk 38)
Firâset nuruna sahip olmak için gerekli şartlar:

Bu âyet ve hadislerden anlaşıldığına göre firâset sahibi olabilmek için bazı vasıflara sahip olmak elzemdir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
- İman sahibi olmak.
- Allah’ın rıza ve yakınlığına talip olmak.
- Takva sahibi olmak. Yani şeriatın emirlerini yerine getirmek, haramlardan şiddetle sakınmak, haramlara düşmek korkusuyla şüpheli şeyleri terk etmek. Kısacası takva ehline dair Kur’an ve Sünnet’te haber verilen vasıflara sahip olmak.
- Farzların yanı sıra salih amelin her türlüsünde gayretkar olup Peygamberimizin sünnetleriyle iştigal etmek.
- İhlâs sahibi olmak.
- Dünya metaına meyletmemek. Zahiri ve batını lüzumsuz işlerden arındırıp devamlı Allah’ı zikir halinde bulunmak.

Mü’min, bu vasıflara sahip olup da tevbe ve tezkiyeyle kalbini temizleyince ve nihayet Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği ve itibar ettiği bir kul olunca, her hareketi ilâhî tasarruf altında gerçekleşir ve Cenâb-ı Hak kendisine bir nur bahşeder. Bu nur sayesinde hakkı batıldan ayırt eder, eşyanın hakikatini anlar, ince manaları kavrar, gizli sırları keşfeder. Tıpkı eşyanın suretinin cilalanmış, tertemiz bir aynada belirdiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın bilinmesini murat ettiği bazı sırlar ve gaybî bilgiler de cilalanmış kalbine akseder; muhatabının halini, ahlâkını, kalbinden geçen niyet ve düşünceleri teşhis eder.
Vehbî firâset; imandaki kuvvet ve ameldeki istikamet nispetinde artar ya da eksilir. İmanı yakin mertebesine çıkan istikamet sahibi bir mü’min, firâseti keskin ve isabetli kimsedir.
Nitekim Şâh Kirmânî (rh.a.): ’Her kim;
gözünü haramlardan sakınır,
nefsini şehvetlerden alıkoyar,
batınını murakabenin devamıyla,
zahirini de Sünnet’e tabi olmakla imar eder
ve helal yemeye alışırsa

firâseti şaşmaz (hata etmez).’ demiştir. (Kuşeyrî, Risâle, s.234, Mektebe Asriyye, Beyrut, 2001)
Aksi durumda, yani kişinin kötü ahlâkları, günahları, istikametten uzaklığı arttıkça, kalbini zulmet kaplar, basireti körelir, burnunun ucunu dahi göremez hale gelir.
Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklanmak:

İmâm-ı Rabbânî (k.s.) bu hususla alakalı olarak şunu söylemiştir: ’Hace Muhammed Pârsa (k.s.) Tahkîkât’ında ’Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanınız!’ ölçüsünü açıklarken şöyle der: ’…Allah’ın bir diğer sıfatı da ’basîr/gören’dir. Eğer bu yoldaki salikin basiret gözü açıksa ya da firâset nuru ile nefsinin tüm kusurlarını görüp başkasının kemâline şehadet ederse yani herkesin kendinden daha üstün olduğuna inanırsa ve yaptığı her şeyi Hak Subhânehû’nun kabulünü gerektirecek şekilde yapma derecesinde Hak Subhânehû, kendi nazarında ’gören’ ve ’naza edilen’ olursa bu sıftala vasıflanmış olur.’ (İmâm-ı Rabbânî, age., 107. Mektup, c.1, s.275)
İlhamın muteber oluşu:
Sem’ânî, ilhamın muteber oluşu ve itibar şartı hakkında şunları söylemiştir:
’Bil ki, ilhamın aslının inkâr edilmesi caiz değildir. Allah Teâlâ’nın kuluna lütfuyla, onu yüceltmek maksadıyla (dilediği ilmi, üstün hali) vermesi caizdir. (İlhamın) hak ile batıl olanının arasını ayırma hususunda ise (şunu) deriz: Nebi (s.a.v.)’in şeriatı üzere dosdoğru (istikamet üzere) olan ve ne Kitap (yani Kur’an’)da ne de Sünnet’te onu reddedecek bir (nas) bulunmayan her (ilham) makbuldür (kabul edilir). Nebi (s.a.v.)’in şeriatı üzere dosdoğru olmayan her (ilham) ise merduttur (ki) bu (türden ilhamlar), nefsin aldatmalarından (batılı süslü göstermesinden) ve şeytanın vesveselerinden sayılır, reddedilmesi de vacip olur. Ne var ki biz, Allah Teâlâ’nın kuluna bir keramet (ikram) olarak ve nazarını kuvvetlendirmek maksadıyla (diğer mü’minlere verdiğinden daha) fazla nur vermesini inkâr etmiyoruz. (Ancak bazılarının) dedikleri gibi; ’tüm işlerde (kaynağını bilmeden kalbin) sözüne müracaat etme’lerini ise biz bilmiyoruz (yani kabul etmiyoruz).’ (es-Sem’ânî, Kavâtıu’l-Edille Fî Usûli’l-Fıkh, c.5, s.132, Mektebetu’t-Tevbe, Riyad, 1998)
İlham ehlinin hali:
’Denilir ki; ilimle amel eden (kaim olan) ile hak ile amel eden arasındaki fark şudur: Âlimler, öncelikle bir şeyi tanırlar, sonra ilimleriyle bilirler. Hak ashabı(nın durumu) ise (şöyledir): Tasarruf hükmüyle onlar üzerinde bir şey icra edilir. (Hâlbuki o sırada) onların, o (icra edilen şey) hakkında tafsilatlı bir bilgileri yoktur. Bu (şey gerçekleştik)ten sonra onun yönü (sebebi, hikmeti, tafsilatı) kendilerine açılır. Bazen lisanları üzerinde bir şey (söz) icra edilir, (konuşturulurlar; fakat) o (sözün sebebini, tafsilatını) bilmezler. Sonra, o (sözü) konuşmayı bitirdikten sonra, ilmin şahitlerinden (olarak); söyledikleri şeyin hücceti ve konuştukları şeyin delili kalplerine açılır.’ (Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât, c.4, s.19, İsrâ sûresi 36. âyetin tefsiri)
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.