Özlenen Rehber Dergisi

137.Sayı

Hakk'ın Mahbubıyyeti Makamına O'nun Mütabaatı Sebebi İle Ulaşılır.

Muzaffer YALÇIN Hocaefendi Özlenen Rehber Dergisi 137. Sayı
Sünnet-i Rasûlullah dinin özüdür. Kur’ân’ın mübelliği Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin yoludur. Onsuz, din asla ikmal olmaz. Kur’ân, Hakk’ın muradı üzere onsuz anlaşılamaz. Sünnet’ten yüz çevirmek, Rasûlullah Efendimiz’den yüz çevirmektir. Rasûlullah’tan yüz çeviren dalalettedir. Sünnetin inkârı küfür, terki masiyet ve isyan karanlığına koşmaktır. İttiba ise şefaat-i Rasûlullah’ın, Cennet’in anahtarıdır.
Sadrı, Marifetullah ilminin menşei Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Haktan alıkoyacak tüm tehlikelere karşı ümmetini uyarmıştır. Dalalete karşı ümmetini hakkıyla inzar etmiştir. Bir kısmı kendi asrında bir kısmı da kendisinden sonra kıyamete kadar gelecek ümmetinin arasında ortaya çıkacak inkâr, şüphe ve nifak imtihanlarını tek tek haber vermiştir. Bunlardan belki en mühimlerinden birisi de ’bize Kur’ân yeter’ deyip Sünnet’i inkâr eden, hafif gören şakilerin çıkaracakları fitnedir. Bu öyle bir zulümdür ki aradan Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in rehberliğini çıkararak Kur’ân’ı hevalarına göre yorumlayıp dini menhecinden saptırma girişimidir. Bunlar din görünümlü ancak İslam dışı hareketlerdir. Sünnet karşısında Kur’ân’ı zihinlerde yalnızlaştırmak, Sünnet’in kuvvetini kırıp gönüllerde tesirini azaltmak, Kur’ân ve Sünnetten bir bütün olarak istifade edilerek ikame olunan özellikle dört hak mezhebe tabiiyeti azaltmak ve nihayet Sünnet’i bütünüyle inkâra kalkışarak dini bozmak bunların emelleridir. Bir de, bu fikri akımların süslü sözlerine kapılarak, hilelerini sezemeyip onlara hizmet eden kimseler de bulunur ki bunlar da çok büyük bir vebal altındadır. Hallerini düzeltip tevbe etmedikçe sonları necat olmayacaktır. Peşlerinden giden nice samimi insanın da Hak yoldan sapmalarına vesile olacaklardır.
Hz. Ömer (r.a.) efendimiz şöyle buyururdu: ’Yol Allah (c.c.) ve Peygamberinin (s.a.v.) çizdiği yoldur. Akılcıların sakat görüşlerini ümmete yol yapmayın’ Ve şu ayeti okurdu: ’Onlar kuruntudan (zandan) başkasına tabi olmazlar, kuruntu (zan) ise şüphesiz Hakk’tan hiçbir şeyi ifade etmez.’ (Necm, 53/28) (İbn Ebî Hâtem, Beyhaki)
Rasûlullah’ın (s.a.v.) sünnet olarak ortaya koyduğu hususlar Cenâb-ı Hakk’tandır. Efendimiz (s.a.v.) hevasından bir söz konuşmadığı (Necm, 53/3) gibi, Hakk’ın tesiri dışında bir kuvvetin eseriyle de iş tutmamıştır. Masiyetten korunmuştur. Her hali hikmettir (İmam Şafiî, Risale 78) ve kullara örnektir. Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar için en güzel örnek Ondadır. (Ahzab, 33/21) Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), Cenâb-ı Hakk’a kavuşturan dosdoğru yolun yegâne mübelliği, ümmetinin gönüllerini kötülüklerden temizleyen en büyük müzekkî ve mürebbi, müminlere Hakk’ın en büyük bir lütufudur. (Âl-i İmran: 3/164)
’Cibril (a.s.), Kur’ân’ı indirdiği gibi sünneti de Rasûlullah (s.a.v.)’e indirmiş, Kur’an’ı öğrettiği gibi sünneti de ona öğretmiştir.’ (Darimi, Mukaddime, 49) Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz hiçbir emri noksan bırakmaksızın gerek sözleri, fiilleri ve ashabından beğendiği davranışları te’yidi ile tebliğ etmiş; ’Allah Teâlâ’nın emrettiği hususlardan hiçbir şeyi bırakmadım. Hepsini sizlere emrettim. Keza Allah’ın yasakladığı hususlardan hiçbir şeyi de bırakmadım, hepsini sizlere yasakladım.’ (İbn-i Mace Ticaret, 2; Beyhaki Sünen, 7/76.) buyurmuştur.
Sünnet-i Seniyyeyi hafife alan, kadrini bilmeyip terk etmeyi adet edinen ve çeşitli bahanelerle ondan yüz çevirenlere en güzel cevaplardan birini İmam Hz. Ömer (r.a.) efendimiz vermiştir. Birgün: ’Ashâb-ı rey (kendi aklınca hareket edenler) Sünnetlerin düşmanıdırlar. Aslında Sünnetler onları kendilerini ezberlemekten acze düşürmüştür. Sünneti ezberleyemedikleri için Sünnetler onların ellerinden kurtulmuştur. Böylelerine sorular yöneltildiğinde ’bilmiyoruz’ demekten utanırlar. Bunun için kendi akıllarına göre cevap vererek sünnetlere karşı gelirler. O halde siz onlardan, onlar da sizden uzak dursunlar…’ (Câmiu’l-İlm, 2/135) buyurarak ümmeti bu gibilerin şerrinden sakındırmıştır.
Rasûlullah Efendimiz’e teslim olmak, itaat etmek, ittiba etmek kesin bir emirdir, farzdır. Cenâb-ı Hakk (c.c.): ’Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan kaçının.’ (Haşr: 59/7) buyurmuştur. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz bir iş hakkında hüküm verdiği zaman, hiçbir mümin erkek ve hiçbir mümin kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. (Bkz. Ahzab, 33/36) Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnet olarak koyduğu her şeye tabi olmamızı Allah Teâlâ farz kılmıştır. Ona uymayı kendisine uymak, ona uymamakta direnmeyi ise kendisine isyan olarak addetmiş ve bu hükmü böyle koymuştur. Bu (genel) hükümde hiçbir kimseyi dışarıda tutmadığı gibi, onun sünnetine uymamak için de bir çıkış yolu bırakmamıştır.’ (İmam Şafiî, Risale, 88)
Bilinmelidir ki, Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnet olarak ortaya koyduğu her sünnetin Kur’ân’da bir aslı vardır. Mesela, namazın rekâtları ve nasıl kılınacağı, Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da icmali olarak namazı farz kıldığı esasına dayanır. Çünkü Cenâb-ı Hakk Kelâm-ı Kadîmi’ni Peygamberinin mübarek lisanıyla insanlara duyurmuş ve yine onun lisanıyla anlaşılıp itaat edilebilmesini kolaylaştırmıştır. ’(Habibim)! Biz Onu (Kur’an’ı) senin dilinle kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar.’ (Duhan, 44/58, Bkz. Meryem, 19/97)
Peygamberler ancak kendilerine itaat edilmek üzere gönderilmişlerdir. Hakk’ın rıza ve yakınlığına, iki cihan saadetine erebilecek yegane kullar Onlara (aleyhimü’s-selâm) itaat edenlerdir. Onlara gönülden teslimiyet olmadıkça da hakiki Hak (c.c.) sevgisine kavuşmak muhaldir. ’De ki, "Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’ (Âl-i İmrân, 3/31) Şu halde Allah’a kulluk iddiasında olan her kula evveliyetle Peygamberine (s.a.v.) itaatın hakikatine zahiri ve batınî anlamda kavuşması, bunu idraki ve bu uğurda ömür harcaması en hayati bir vazifedir. Ârifler silsilesinin mümtaz büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî (ks.) efendimiz Mektûbat’ında (367. Mektub) Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’e mütabaatı (her halde tabi olmak) yedi mertebede izah etmiştir. Onun bu yüksek idrak ve irfanından makalemize özetle iktibas edeceğimiz kıymetli izahlarını okurken, noksanlıklarımızın farkına varıp ikmal edebilme yolunda bir gayrete sevk etmesi için, her okurumuzdan hassaten Rasûlullah’a kendi bağlılığının derecesine dikkat etmesini istiyoruz.
’Allah’a hamdolsun, selâm olsun onun seçmiş olduğu kullarına…
Rasûlullah Efendimiz’e mütabaat ki, din ve dünya saadetinin başıdır; o mütabaatın dereceleri ve mertebeleri vardır. Ona ve âline salât selâm olsun..
Birinci Derece:
Bu derece ehl-i İslam’dan avam içindir ki bu kalbin tasdikinden sonra nefsin itminanından evvel Rasûlullah Efendimiz’in sünnetlerine tabi olup şerî hükümleri yerine getirmektir.
Zâhir uleması, âbidler, zâhidler, muameleleri nefis itminanına ermeyen herkes bu derecede ortaktırlar. Yani Mütaabat olarak.. Hemen hepsi de tabi olmak basamağından suret olarak aynı seviyededirler.
Mütaabatın bu sureti mütaabatın hakikati gibi ahiret necatını ve felahı mucib olmaktadır. Cehennem azabından dahi kurtarır. Cennete girme müjdesini de verir. Sübhan Hakk’ın kereminin kemâlindendir ki nefsin inkarına itibar etmeyip kalbin tasdikini yeterli bulur. Necatı dahi bu tasdike bağlı kılmıştır.
Zahir uleması, birinci derece ile mesrur olmaktadırlar. Keşke bu dereceyi de tamamlamış olsalardı. Bunlar, mütabaatı, yalnız şeriatın suretine inhisar ettirdiler. Sandılar ki, onun ötesinde bir başka emir yoktur. Mütabaat derecelerinin husulü için vesile olan sûfiyye tarikatını (tasavvuf yolunu) dahi fazladan bir şey tasavvur ettiler.
İkinci Derece:
Rasûlullah Efendimiz’e sözlerinde, amellerinde tabi olmaktır ki bâtına taalluku vardır. Tarikat makamına taalluk eden manevî illetleri, bâtınî marazları izale, düşük sıfatları kaldırmak ve huyları güzelleştirmeyi söyleyebiliriz.
Tabi olmaktan sayılan bu derece, sülük erbabına mahsustur..
Üçüncü Derece:

Rasûlullah Efendimiz’e; hallerinde, zevklerinde ve vecidlerinde tabi olmaktır. Bu derece velâyet erbabına mahsustur. Velâyet mertebesi sona erdikten sonra, nefis Mutmainne olup inadından ve tuğyanından da döner. İnkardan ikrara, küfürden dahi İslâm’a intikal eder. Bundan sonra mütabaat olarak her ne yaparsa mütabaatın hakikati olur. Eğer namazını eda edecek olursa… mütabaatın hakikatını eda etmiş olur, yani namazın edasında… Oruçta ve zekâtta dahi durum budur. Bütün şer’î hükümlerin yerine getirilmesinde mütabaatın hakikati vardır.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
’Namazın ve orucun hakikat manası nedir? Halbuki bunlardan her biri belli bir fiili yapmaktan ibarettir. Bu fiiller de emredildiği şekilde yapılınca hakikat eda edilmiş olur. Bunun ötesindeki sûret nedir, hakikat nedir?’
Bunun için şu cevabı verebilirim:
Bir mübtedinin ki nefs-i emmâresi vardır. Bu nefs-i emmâre dahi bizzat semavi hükümleri inkar etmektedir. Şeriat hükümlerinin böyle biri tarafından yerine getirilmesi hâliyle sureti itibâr ile olmaktadır. Ama müntehinin nefsi mutmainnedir. Şer’i hükümleri dahi rıza ve rağbetle kabul etmektedir. Bu müntehinin yerine getirdiği şeriat hükümleri ise, hakikat itibarı iledir.
Burada misal olarak, bir Müslüman ile bir münafığı ele alalım; her ikisi de namazı eda etmektedir. Münafıkta bâtın inkârı bulunduğundan, ancak ondan namazın sureta edası sudur eder. Müslümanda dahi, bâtınî inkiyad bulunduğundan, münafığa bakarak, namazın hakikati ile gönlünü süslemiştir.
Anlatılan manaya bakılarak, suret ve hakikat bâtının inkârı ve ikrarı sebebi ile olmaktadır.
Dördüncü Derece
Bu derece rasihûn ulemaya mahsustur. Allah’u Teâlâ, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Zira, bunlar mütabaat devleti ile tahakkuk etmektedirler. Ama nefsin itminanından sonra.
Burada, rasihûn üzerine bir beyan yapalım. Ta ki, her zahir âlim, rüsuh iddiasına girmeye. Kendi emmare nefsini dahi, râsih âlimin mutmainne nefsi gibi sanmaya.
O, öyle bir şahıstır ki, Kur’an ve Hadis müteşabihatından nasibi vardır. Surelerin başlarında bulunan mukattaat-ı huruf sırlarından yana da hazzı vardır….
Bir kimse ki, bid’at-ı seyyieye düşmek kaygısı ile bid’at-ı haseneden dahi sakınmaz ise, onun ruh nuru bu devletin rayihasını alamaz.
Bu mana, bugün için cidden zordur. Zira, âlem bid’at deryasına dalmıştır; onun zulmetleri ile yetinmektedir. Sünnetin ihyası ve bid’atin kalkması için kimde mecal var ki?
Bu vaktin âlimlerinden pek çoğu, bid’atı revaçta tutmaya ve sünneti imha etmeye bakmaktadırlar. Birçok bid’atın cevazına fetva vermektedirler. Hatta halkın taamülü (amel etmeleri) sebebi ile onun hasene olduğuna kail olmaktadırlar. Hatta, insanları dahi onu yapmaya delâlet etmektedirler.
Keşke bileydim, yarın bid’at şüyu bulduğu, bâtıl dahi örf haline geldiği zaman ne diyecekler? Bu da onlara göre taamül olacak mıdır? Acaba bilmezler mi ki, her taamül istihsan delili olamaz.
Asıl muteber olan taamül odur ki, birinci asırda buluna ve onun üzerine tüm nasın dahi icmaı oldu…
Allah’ım, bize sünnet-i seniye üzerinde sebat ihsan eyle. Bid’atı irtikâb etmekten dahi bizi koru. Sahib-i sünnet hürmetine, ona ve âline salât ve selâm olsun.
Beşinci Derece
Bu derece, Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin kemalâtına ittibadır. Ona ve âline salât ve selâm olsun. Bu kemalâtın husulünde ilmin ve amelin bir dahli yoktur. Elbette bu kemalâtın husulü, sırf Sübhan Hakk’ın fazlına ve ihsanına bağlıdır.
Bu derece, cidden yüksektir. Bundan önceki derecelerle bunun hiçbir bağlantısı yoktur.
Bu derecede anlatılan kemalât, asaleten ülü’l-azm peygamberlere mahsustur. Kendisi için murad edilen herkes dahi bu devletle veraset ve tebaiyet yolundan müşerref olur.
Altıncı Derece
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin mahbubiyet makamına mahsus olan kemalde ittibadır.
Beşinci derecede anlatılan kemalâtın gelmesi mücerred fazl ihsan ile olduğu gibi; altıncı derecedeki kemalâtın gelmesi dahi faziletin ve ihsanın da üstünde bulunan mücerred muhabbetle olmaktadır.
Bu dereceden dahi, azdan da az kimseye nasip vardır.
Birinci dereceden başka anlatılan beş derecenin hepsi de, uruc makamına taalluk etmektedir. Bunların husulü dahi yükselmeye bağlıdır.
Yedinci Derece
Bu derecede, bundan önce anlatılan tüm dereceleri içine almaktadır… Bundan önce anlatılan dereceler, bu derecenin cüzleri gibidir. Bu derece dahi onların bütünüdür.
Bu makamda tabi olan için, tabi olunana göre bir benzerlik hasıl olmaktadır. O kadar ki, aradan tebaiyet ismi kalkar. Tâbilik (tabi olan) ve metbuluk (tabi olunan) imtiyazı zail olur (kalkar). Tevehhüm edilir ki, tabi olan her ne almakta ise, asıldan almaktadır. Yani metbu gibi. Sanki, her ikisi de tek bir gözeden su içmektedir. Sanki onlar, bir yastığa dayalı boyun gibidir. Sanki onlar, şekerle süt gibi olmuştur. Tabi’ nerede? Metbu’ nerede? Tebaiyet nerede? Zira, ittihad nisbetinde değişik olmanın yeri yoktur…

Sübhan Allah bizi ve sizi Mütabaat-ı Mustafaviye’nin hakikati ile tahakkuk ettirsin. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet. Keza, Enbiya-ı Kiram’dan melâike-i izamdan bütün kardeşlerine. Keza, kıyamete kadar gelen bütün etabına, taa kıyamete kadar…
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.