Özlenen Rehber Dergisi

144.Sayı

Cömertliğin Zirvesi 'Îsâr'

Nadir SÖNMEZ Özlenen Rehber Dergisi 144. Sayı
Bir ahlak kavramı olan ’îsâr’ ne demektir? İşte bu soruya cevap bulabilmek için kaleme aldığımız bu yazıda; îsâr kavramının başta Peygamberimiz ve O’nun güzide ashabındaki karşılığını, daha sonra da zühd ve takvada ileri gitmiş büyüklerimizin îsâr kavramına bakışlarını ve kendilerinde îsâr kavramının meydana getirdiği karşılığı ele almaya ve bir nebze de olsa bu kavram hakkında sizleri bilgilendirmeye çalışacağız.
Sözlükte ’bir kimseyi veya bir şeyi diğerine tercih etme, üstün tutma’ anlamına gelen îsâr, bir ahlâk kavramı olarak; kişinin kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak üzere kullanması, başkalarının yararı için fedakârlıkta bulunması demektir.
Türkçe’de îsâr’ın karşılığı olarak; ’diğerkâmlık’ ve ’özgecilik’ terimi kullanılır. Îsâr Kur’ân’da dört âyette (Örn. Bkz., Yûsuf, 12/91) sözlük anlamında, bir âyette de (Bkz., el-Haşr, 59/9) terim anlamında kullanılmıştır.
Îsâr, cömertliğin en yüksek derecesidir. Îsâr, mal ile olduğu gibi can ile de olabilir. Kişinin sevdiği bir kimse için kendi rahatını, huzurunu, hatta hayatını feda etmeyi göze alması can ile îsârdır. Sahabe efendilerimizin Peygamberimize olan sevgilerinin tezahürü olarak O’nu korumak üzere savaşlarda kendilerini siper etmesi ve bu uğurda yaralanmaları veya şehit düşmeleri îsâra misaldir.
Cömertliğin zirvesi olan bu ahlakî davranış, insanlığın zirvesi olan Sahabe’de bütün canlılığıyla karşımıza çıkmaktadır. Onlardan birisi ve en önemlisi: ’Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.’ (el-Haşr, 59/9) âyetiyle Muhacirlere yaptıkları yardımlarıyla kendilerinden bahsedilen îsârın zirvesini yaşamış olan Medineli Ensar’ın halidir. Bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili farklı rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerin hepsi de birbirinden güzeldir. Bu rivayetlerin birine göre, Medineli Müslümanlar yani Ensar: ’Ey Allah’ın Elçisi, arazilerimizi muhacir kardeşlerimizle aramızda yarı yarıya taksim et.’ diye bir teklifte bulunurlar. Rasûlullah (s.a.v.) da: ’Hayır, öyle yapmayın; onların zaruri ihtiyaçlarını giderin, meyvelerinizi paylaşın fakat araziler sizin arazileriniz olarak kalsın.’ buyurur. Onlar da: ’Pekâlâ buna razıyız.’ derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ yukarıda sözü edilen âyeti indirir. (Suyûtî, Lübâbu’n-Nukûl Fî Esbâbi’n-Nuzûl, s.258, Müessesetu’l-Kutubi’s-Sekâfiyye, Beyrut, 2002)
Bir diğer rivayet ise şöyledir: Bir adam Rasûlullah (s.a.v.)’e gelerek: ’Yâ Rasûlallah! Bana açlık (meşakkat) isabet etti.’ der. Hz. Peygamber onu, ona bir şeyler vermeleri veya yedirmeleri için kendi evine gönderir. Fakat onların yanında da ona yedirebilecekleri bir şeyleri yoktur. Hz. Peygamber, bunun üzerine ashabına döner ve onun ihtiyacını giderebilecek kimsenin olup olmadığını sorar. Ensar’dan Ebû Talha adında bir adam kalkar ve: ’Ey Allah’ın Elçisi! Onu ben misafir ederim.’ der. Onu alıp evine götürür. Hanımına: ’Bu, Rasûlullah (s.a.v.)’in misafiridir; ondan bir şey esirgeme.’ der. Kadın, yemin ederek çocukların yiyeceğinden başka hiçbir şeylerinin olmadığını söyler. Adam, eşine ışığı söndürerek çocukları uyutmasını ve kendilerinin de bir şey yemeyebileceklerini ifade eder. Böylece çocukların yiyeceğini misafire ikram ederler. Sabah olunca misafir kalkar ve Rasûlullah (s.a.v.)’in yanına varır. Hz. Peygamber (s.a.v.) yanında bulunanlara Allah’ın o aileden razı olduğunu duyurur. Bu olay sonrasında da: ’Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler…’ âyet-i kerimesi nazil olur. (Bkz., Buhârî, Tefsîr, Haşr sûresi, 6)
Îsâr, mal ile olduğu gibi canını vermek şeklinde de olur. Bunun en güzel örneği de Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) hicreti sırasında Hz. Ali (k.v.)’nin O’nun yatağında yatmasıdır. Bu da şöyle olmuştur:
Allah Rasûlü (s.a.v.) hicret etmek üzere evini terk ederken, evi kuşatan müşrikleri oyalamak için yatağında görünmek istemişti. Bu sebeple Hz. Ali’den kendi yatağında yatmasını istemiş, o da bunu canına minnet sayarak kabul etmiştir. Böylece kapıdaki müşrikler Allah Rasûlü’nü (s.a.v.) yatakta zannederek sabaha kadar beklemişler ve âdeti üzere onun bu vakitte çıkıp mescide gitmediğini görünce kapıyı kırıp içeri girmişler ve O’nun yatağında Hz. Ali’yi (k.v.) görmüşlerdir.
Burunlarından soluyan müşriklerin bu durumda gördükleri Hz. Ali’yi öldürmemeleri ise tamamen Allah Teâlâ’nın hıfz ve himayesi sayesinde olmuştur. Bazı müfessirlere göre şu ayet bu olay münasebetiyle indirilmiştir: ’İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir.’ (el-Bakara, 2/207) O, bu şefkatiyle Hz. Ali’yi muhakkak olan bir ölümden korumuştur.
Îsârın en güzel örneği olan Rasûlullah ve sahabesinin gerçek yardımcıları da Allah idi. Diğer tüm güzel ahlaklarda olduğu gibi bu önemli ahlakta da bizimle onlar arasındaki en büyük fark, onlardaki Allah’a olan iman ve teslimiyetin tam olmasıdır. Onlar bu dini yaşarken bizden farklı olarak kalplerinde ölüm korkusu, rızık endişesi vs. bize ait anlayışlar taşımıyorlardı. Bunun sonucu olarak da bu güzel hasletler onlarda meydana geldi.
Yermük Savaşı’nda meydana gelen şu hadise de konumuza en güzel örneklerden biridir: Savaşın bitiminde Hz. Ebû Cehm b. Huzeyfe el-Adevî, yaralılar arasında amcasının oğlunu arar. Yanında az miktarda suyu bulunmaktadır. Sonunda yaralı olan ve ’su’ diye inleyen amcaoğlunu bulur. Suyu uzattığında ilerideki bir yaralıdan ’Ah!’ sesi işitilir. Amcaoğlu suyu ona götürmesini ister. İnleyen o zat, Hişâm b. el-Âs’tır. Hişâm’a ulaşan Ebû Cehm, suyu ona tam uzatırken bu sefer de ’Ah!’ diye bir ses daha işitirler. Hişâm da ona götürmesi için işaret eder. Ebû Cehm, ona gittiğinde o ölmüştür. Geriye Hişâm’a gelir. Ancak ona da ulaşamaz zira o da ölmüştür. En sonunda amcaoğluna döner, fakat onu da ölmüş halde bulur. (Bkz., Abdullâh b. el-Mübârek, ez-Zühdü ve’r-Rekâik, c.1, s.439, h.no:481) Allah hepsine rahmet eylesin. Onlar Müslüman kardeşlerini kendi nefislerine tercih etmişlerdir.
Hz. Ali ve eşi Hz. Fatıma ile ilgili anlatılan bir olay da onların ne denli îsâr hasletini yaşadıklarını ve çok güzel örnek oluşturduklarını göstermektedir. Bir gün Hz. Ali’nin evinde çok az yemekleri bulunmaktadır. Tam sofraya oturup yiyecekleri esnada kapılarına bir miskin gelir. Onlar da yemeği miskine verirler. Ertesi gün gelen bir yetime, üçüncü gün gelen bir esire yemeklerini verirler. Bu olay üç gün sürer ve bunun üzerine şu âyet nâzil olur:
’İyiler ise, kâfur katılmış bir kadehten (cennet şarabı) içerler. (Bu,) Allah’ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır. (Onlar) verdikleri sözü yerine getirir ve şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarlar. Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği miskine, yetime ve esire yedirirler. ’Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız!’ (derler). İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.’ (el-İnsân, 76/5-11)
Cömertliğin zirvesi îsâr anlatıldığında Hz. Ebû Bekir efendimizi anmadan geçmek doğru olmaz. Hepimizin malumu üzere ilk Müslümanlardan olan Hz. Ebu Bekir efendimiz daha ilk zamanlardan itibaren malını Allah yolunda sarf etmeye başlamış, bir defasında İslâm ordusunun hizmeti için bütün malını Allah yolunda sadaka olarak vermişti. Hz. Rasûlullah (s.a.v.) kendisine: ’Ailene ne bıraktın?’ diye sorunca Hz. Ebû Bekir (r.a.): ’Onlara Allah ve Rasûlü’nü bıraktım!’ cevabını vermişti. (Ebû Dâvûd, Zekât, 40)
Îsâr’a ve diğer güzel ahlaklara en güzel örnekler sahabe efendilerimizdir. Onların nuruyla ve ışığıyla yetişen, daha sonraki dönemlerde yaşayan büyük velilerde ve o silsilenin devamından gelip günümüzde yaşayan Allah dostlarında da aynı ahlakî örnekleri görmekteyiz. Onlardan da şu örnekleri vererek konumuzu toparlayalım.
Büyük velilerden İbrahim b. Edhem (k.s.) şöyle demiştir:
’Biz öyle insanlara yetiştik ki onlar, elindeki şeye kendisinin din kardeşinden daha çok hak sahibi olduğunu düşünmezdi. Ancak kendisinin ona daha çok ihtiyacı varsa, o zaman kullanma sırasının kendisine geldiğini düşünürdü.’
Sehl b. İbrahim (r.a.) anlatıyor:
İbrahim b. Edhem’le dost idik. Bir keresinde ağır bir hastalığa tutulmuştum. Bunun üzerine İbrahim b. Edhem elindeki her şeyi benim iyileşmem için harcadı. Sonra iyileşmeye başladım. Bir ara kendisinden canımın çektiği yiyecek bir şeyler istedim. Elinde bir şeyi kalmadığından merkebini satıp isteğimi yerine getirmiş. Sağlığıma kavuştuğumda bir yere gitmek için merkep lazım oldu.
– İbrahim, merkep nerede, diye sordum.
– Sattık, dedi.
Sağlığım yol yürümeye müsait olmadığı için;
– Peki, ama şimdi ben neye bineceğim, dedim. O arifler sultanı;
– Sırtıma bineceksin kardeşim, dedi ve beni üç konak mesafesi boyunca sırtında taşıdı.
Yine büyük ve meşhur velilerden Serî Sekatî (k.s.) hazretleri anlatır:
’Bir gün bir hata işledim. O hatanın ateşi otuz yıldır içimde durmakta, hatırladıkça kalbim cayır cayır yanmakta. Bir gün Bağdat’ta dükkânımın bulunduğu semtte yangın çıktı. Bütün dükkânlar yandığı halde benimki yanmamıştı. Dükkânımın yanmadığı haberi gelince: ’Elhamdülillah!’ diye Allah Teâlâ’ya şükrettim. Hemen akabinde, başkalarının zarar ve ziyanını düşünmediğimi hatırlayıp çok tevbe ve istiğfar ettim. Kefaret olarak dükkânımdaki bütün mallarımı fakirlere dağıttım. Fakat otuz yıldır kalbimden bunun acısını silemedim.’
Îsârla ilgili Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ’(Sadakanın en faziletlisi) malı az olanın (karnı aç, kendi muhtaç iken) takati nispetinde verdiği (sadaka)dır.’ (Nesâî, Zekât, 49)
Bu konuda ariflerin şu tespiti, işin özünü ortaya koymaktadır:
Elindeki mülkü ve yetkiyi kendisinin gören kimsede, îsâr ahlâkı gerçekleşmez. Bu ahlâk ancak mülkün Allah’a ait olduğunu gören ve bilen bir kimseden meydana gelir. Çünkü Allah, dilediğine verir, dilediğinden de çeker alır. O zaman emanetçi olduğumuz bir şeyde neden onun gerçek sahibiymiş gibi ve onu hiçbir zaman bırakmayacakmış gibi hareket ediyoruz. Gelin bizler de bu güzel ahlakın örneklerini üzerimizde taşıyalım. Kim bilir İslam dünyasındaki bu ezilmişliğin, bu sıkıntıların en büyük sebeplerinden biri de bu gün bu ahlakın ve diğer güzel peygamberî ahlakların aramızdan çıkmasıdır. Müslüman kardeşimizi kendimize tercih etme değil, kendimiz için sevip istediklerimizi Müslüman kardeşimiz için de sevip isteme düsturunu dahi gönlümüze, kalbimize yerleştiremememizdir.


Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.