Özlenen Rehber Dergisi

128.Sayı

Rasûlullah Efendimiz (s. A. V.)'i Hicret Coşkusuyla Arayalım

Nadir SÖNMEZ Özlenen Rehber Dergisi 128. Sayı
Kıymetli okurlarımız, bildiğiniz üzere bu ay Muharrem ayı. Hicri yılbaşı da malumunuz üzere Muharremin birinci günüdür. Rabbim bu günü kutlamayı bütün Müslümanlara nasip etsin.
Hicri takvimin başlangıcı, adından da anlaşılacağı üzere Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in kutlu ve hikmet dolu hicretini esas almıştır. Hicreti iyi anlamak hele hele günümüzde apayrı bir önem arz etmektedir. Böyle bir nedenle kaleme aldığımız yazımıza; ’Hicret nedir?’ sorusuyla başlamak istiyorum.
Arapça kökenli olan hicret sözcüğü, "terk etmek, ayrılmak, bir yerden başka bir yere göç etmek" demektir.
Genel anlam ve kullanımda hicret, bir İslam dini kavramı olarak, herhangi bir Müslüman birey veya topluluğun, inançları (Müslüman oluşları) yüzünden baskı gördükleri bir yerden dinlerini yaşayabilmek için başka bir yere göç etmesine verilen isimdir.
İslam terminolojisinde Hicret kavramı ile Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz ve kutlu sahabelerinin Miladi 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmeleri kastedilir.
Hicret, Allah’a ve Rasûlullah’a tabiiyetin, sadakatin, sevginin sonucudur. Mekke’deki ilk Müslümanlar elde ettikleri bu faziletlerin sonucunda dinlerini kâmilen ve rahatça yaşayabilme arzusuyla; evlerinden, işlerinden, mal ve mülklerinden, eş ve çocuklarından vazgeçerek önce Habeşistan’a sonra da kutlu şehir Medine’ye hicret etmişlerdir. Bu noktada bilinmelidir ki, Müslümanların, doğup büyüdükleri ve kurulu düzenlerinin olduğu Mekke’yi terk etmelerindeki tek etken Allah ve Rasûlü’nün emriydi, onlara olan iştiyak ve sevgiydi. Hicret, bir kaçış değildir. Bilakis Allah’ın emrinin gereğini tereddütsüz bir şekilde yerine getirmenin en güzel örneğidir. Hicret, dini en güzel şekilde yaşayabilmenin yolunun aranmasıdır.
Hicrette, Rasûlullah Efendimizin emriyle Sahabesinin çoğu öncü olarak Medine’ye gitmiş, O’na olan hasretleri sebebiyle Sevgililer Güneşi’nin (s.a.v.) yolunu yüksek tepelerden beklemişlerdi. Zira hayat O’nunla anlamlı ve güzeldi. O’dan ayrı kalmaya yürekleri dayanamıyordu ve lutf-u İlâhi yetişti, Server-i Kâinât Efendimiz (s.a.v.) de Sıddık-ı Ekberi (r.a.) ile Muharrem ayında çölleri aşıp Yesrib’i şereflendirip Medine-i Münevvere kılmıştı.
İslam tarihini o eşsiz tablolarını her okudukça ve hatırladıkça ’keşke biz de orada olaydık, lebbeyk yâ Rasûlallah diyebilseydik, kutlu binit Kasva, insanlık âleminin görebileceği en kutlu misafiri bizim evimize getirseydi’ diye içimizden geçirmeden edemeyiz. Bir yandan özlem ve hasret bir yandan da ’peki ne yapabilirim ki, şu fani dünya bizi Gönüller Sultanı’ndan (s.a.v.) ayırdığı gibi ahiret de bizi ayırmasın. Bu ayrılık ahiretin sonlukları içinde kaybolup gitmesin!.’ diye bir efkar sarar içimizi değil mi?
Bu soruya kâmil bir cevabı elbette, Allah Rasûlü (s.a.v.) Efendimizin hem âşık hem de sâdık dostları olan Mürşid-i Kâmillerin nurlu sohbetlerinde bulabiliriz kuşkusuz. Şimdi dilerseniz, bize ayrılan bu yaprakları vesile ederek, dünyanın çok farklı bölgelerine ulaşan dergimizin siz kıymetli okurları için, hikmet dolu gönüllerin ruhları irşat eden sohbetlerinden idraklerimize yansıyan bazı düsturlarla sorumuza cevap bulmaya çalışalım.
Kalp Sahibine Bağlı Olmalı
Sahabe efendilerimizin coşkunluğu gibi bir coşkunlukla bugün bizler de Rasûlullah Efendimizi, O’nun yakınlığını, sevgisini aramalıyız. Kalbimizi buna zorlamalıyız. Hicreti tarihi bir vaka gibi okuyup geçmekle elbette maksat hâsıl olmayacaktır.
Hicrette Mekke’den Medine’ye gitmek üzere hazırlanan Sahabelerin halini şöyle göz önüne getirelim. Hicrete çıkan herkeste aynı sevincin coşkunluğu vardı, o da şuydu: ’Kimin hicretteki niyeti Allah ve Rasûlü ise gerçekten o Allah’a ve Rasûlüne hicret etmiştir.’ Hadis-i şerifi mucibince hicretin sonunda Allah’a ve Rasûlüne ulaşmanın coşkunluğuydu. Bu coşkunluk, dinlerini Rasûlullah Efendimizle beraber daha güzel yaşayacakları günlerin kendilerine çok yaklaşmış olduğunu Ashab-ı Kiram’ın en kuvvetli bir şekilde bilmesiydi. Elbette hangi namaz Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin ardında kılınan bir namaz, hangi oruç O’nunla birlikte idrak edilen bir Ramazan orucu gibi olabilirdi?..
Bu coşkunluk onların o güne kadar doğup büyüdüğü Mekke’yi, evini, çoluk çocuğunu, malını mülkünü terk etmenin hüznünü izale eden mükemmel bir ruh haliydi. Allah ve Rasûlü’nün onlara her şeyden daha sevimli olmasının bir ifadesiydi. Onlar hicretteki bu coşkuyu iliklerine kadar yaşamının sonucunda Rasûlullah Efendimizin ’Ashabım yıldızlar gibidir’ övgüsündeki yıldız olma bahtiyarlığına kavuşmuşlardı.
O’na Olan Sevgi ve Bağlılığımız Yeterli Değil
Rasûlullah Efendimize olan sevgimiz ve bağlılığımız noktasında çok eksiklerimiz var. Ona olan sevgi ve bağlılığımızın ikmalini, Sahabe efendilerimizin hicret coşkusunu iyi kavrayarak elde etmeye gayret etmeliyiz. Ona olan iştiyakımız, o gün dinlerini yaşamak için Mekke’yi terk edip Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizle bir ömür yaşama yoluna düşen Sahabeler gibi coşmalı; günahlardan, masivalardan yüz çevirterek Rasûlullah Efendimizin Sünnetine, aşkına hicret ettirmelidir. Senin için yollara düştüm, terk ettim heva illerini, çöllerde rehberim Sünnet-i Seniyyen oldu, sana geldim sana geldim yâ Rasûlallah, yâ Habîballah diyebilmek için hicreti yeniden tefekkür etmeliyiz. Bu tefekkürü de Nebiyyi Zîşân (s.a.v.) Efendimizin kutlu dudaklarından dökülerek bizlere kadar ulaşan şu hakikat meşaleleriyle yapmalıyız: ’Hicret iki türlüdür; biri kötülüklerden hicret, diğeri de Allah ve Rasûlü’ne hicrettir.’ ’Hicret, kötülüğü terk etmendir.’ ’Gerçek muhacir, Allah’ın nehyettiklerini terk edendir.’ ’En üstün hicret, Allah’ın sana haram kıldıklarını terk etmendir.’
Hicretin coşkusunu yaşayan Sahabe efendilerimizden biri olan Hz. Suheyb’in hicret esnasında yaşadıkları Rasûlullah (s.a.v.)’e gönülden yönelme hususunda bizlere örnek olmalıdır:
Hz. Süheyb, Mekke’de kendi gayretleriyle büyük bir servet elde edip hayli zengin oldu. Medine-i Münevvere’ye hicret edeceği müşrikler tarafından haber alınınca yolu kesildi. ’Sen Mekke’ye fakir olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin, hem bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz’ dediler. Hz. Süheyb, onlara buyurdu ki: ’Ey müşrikler. Beni iyi tanırsınız ki, çok iyi ok atarım. Eğer üzerime gelirseniz. Ok çantamdaki okların hepsini size atarım ve sonra kılıcımı çekerim. Bunlardan biri elimde bulundukça bana birşey yapamazsınız, kendiniz bilirsiniz!.’
Hz. Süheyb’in, Peygamber Efendimize olan muhabbeti, bağlılığı ve O’na kavuşmak arzusu ve Medine-i Münevvere’ye gidip ibadetlerini rahatça eda edebilmek isteği o kadar çoktu ki, yanında bulunan bütün mallarının ve alacaklarının, Peygamber Efendimizin sevgisi yanında hiç kıymeti yoktu. Bu sebeple hiç vakit kaybetmemek, bunlarla oyalanmamak için onlara: ’Yanımdaki ve Mekke’de bulunan mallarımı size verirsem önümden çekilir misiniz, yolumu açar mısınız?’ diye sordu. Hak ve hakîkatlerden nasibi olmayan müşriklerin de arzusu buydu. Hemen ’Olur’ dediler. Hz. Süheyb yanında bulunan bütün varını verdi. Mekke’deki varlığının da yerini tarif edip müşriklerin elinden kurtuldu ve hiç parasız olarak yoluna devam etti. Mekke ile Medine arasındaki yolda bin bir zahmet, tahammülü mümkün olmayan güçlüklerle karşılaştılar. Fakat Sevgili Peygamberimize kavuşmanın heyecanı ile bütün sıkıntılardan zevk alarak yol aldılar. Peygamber Efendimiz, beraberlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olduğu halde Hz. Gülsüm binti Herm’in hânesine misâfir olduklarında, Hz. Ömer: ’Yâ Rasûlallah Süheyb’i göremiyoruz. Acaba nerede kaldı?’ diye arz edince, Peygamber Efendimiz durumu tahkik ettirdi. Yolda karşılaştığı şiddetli açlık ve susuzluk ve diğer müşkülattan dolayı, Küba’ya zamanından çok sonra gelebildiği ve Hz. Sa’d bin Hayseme tarafından misâfir edildiği anlaşıldı. Hz. Süheyb, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) huzuruna gelince: ’Yâ Rasûlallah, Mekke’den, Medine’ye hicret etmek için yola çıktığım zaman, müşrikler beni yakaladılar. Onlara bütün servetimi teklif ettim. Onlar da kabul ettiler. Bütün malımı vererek kendimi ve ailemi kurtararak huzurunuza geldim’ deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.): ’Süheyb kazandı. Süheyb kazandı’ buyurdular ve Hz. Süheyb hakkında nazil olan, ’İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah’ın rızasını almak için kendini feda eder. Allah da kullarına şefkatlidir.’ (Bakâra, 2/207) âyet-i kerîmesini okudular.
Farklı bir nakilde de; Bakara suresi 207. âyeti Süheyb b. Sinan-ı Rûmî hazretleri hakkında indiği nakledilir ki, Mekke müşrikleri bu Süheyb hazretlerini tutmuşlar, dininden döndürmek için işkencelerle azap etmişlerdi. Suheyb, Mekkelilere karşı: "Ben ihtiyar bir adamım, malım ve servetim de var. Benim sizden veya düşmanlarınızdan olmamın size hiç zararı olmaz. Ben bir söz söyledim, ondan caymayı iyi görmem. Malımı ve servetimi size veririm, dinimi sizden satın alırım." demişti. Onlar da buna razı olmuşlar, salıvermişlerdi. Oradan kalkıp, Medine’ye gelirken bu âyet inmişti. Medine’ye girerken Hz. Ebu Bekir rast gelmiş: "Alışverişin kârlı olsun ey Suheyb!" demişti. O da: "Senin alışverişin de zarar etmesin." demiş, "O ne?" diye sorduğunda: "Allah Teâlâ, senin hakkında bir âyet indirdi." deyip, bu âyeti okumuştu.
Bu hadise Hicret esnasında yaşanan hadiselerden sadece bir tanesidir. Bunun gibi sahabe efendilerimizin hicret esnasında yaşadığı birçok mühim hadise onların Rasûlullah Efendimize olan iştiyaklarını ne güzel anlatmaktadır.
Bugün bize Rasûlullah Efendimize tabi olmada, O’nu sevmede, ’malının mülkünün tamamını vereceksin!’ diyen kimse yok. Öyleyse gönüllerimize dönüp, ’Rasûlullah’ın sevgisi, Sahabe-i Kiramda, Evliya-yı I’zam’da olduğu gibi bizde neden yok?’ sorusunu içtenlikle sormalı, bulmaya hep birlikte çareler aramalıyız. Rasûlullah Efendimizin Sünnet-i Seniyesine niçin hakkıyla tabi olamıyoruz? Niçin O’nu canımızdan daha çok severek kâmil manada bir imanın sahibi olamıyoruz? Niçin umre ve hac için Meke’ye Medine’ye gidiyoruz da Rasûlullah Efendimiz’i bulamadan geri geliyoruz?...
Cevap aslında belli…
Böyle emsalsiz bir nimete kavuşmak, kirler içinde karamış nefis sahiplerinin kendi başlarına üstesinden gelebilecekleri bir sorun olmasa gerektir.
Önce O’nun (s.a.v.) aşkını sinesinde bulmuş salih insanları, dostları, mürşid-i kâmilleri aramalı; bulunca da kolumuz kopsa da elimiz tuttuğu o mübarek kapıyı bırakmamalı, aşk-ı Rasûlullah’ı ancak âşıkların badesinden içeceğini bilip, edeple sadakatle Hz. Süheyb misali tüm varını o uğurda göz kırpmadan vermelidir. Zira âlem eğer içinde hakiki bir kulu, Hâlife-i Rasûlullah’ı, Evliyâullah’ı barındırmaz ise o zaman dünyanın artık ömrü bitmiş demektir. Şu halde çalışmak, gayret etmek ve bulmak için geç değildir. Bununla beraber Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) sevgi ve sadakatin kemalini bulmada şu fani ve kısa ömürlerimiz de elbette yeterli olmayacaktır. Bulan, asla doyamayacaktır.
Evet, günah kirinden, varlık libasından soyunmadan aşk-ı Rasûl bulunmaz. Aşk atı binmeden de O güzel Rasûle hicret, lika mümkün olmaz. Hele rehbersiz yol bulunmaz, vuslat hayal kalır.
Bulmak için çok gayret etmeliyiz. Bilmeliyiz ki bu dünyadaki huzurumuz da ahiretteki huzurumuz da Rasûlullah Efendimizi bulmaya bağlıdır. Aslında bir de İki Cihan Serveri Efendimizin bizleri sevmesi yani ’sevilmek’ meselesi var ki, işte kulu aciz bırakan esas yer burasıdır. Zira sevmek güzeldir, sevgiyi bulmak için çalışmak ise farzdır. Ancak bunlar o mübarek kapıda karşılık bulmazsa çabalar boş olur. Şu halde ’sevmek’ten amaç belki de ’sevilmek’tir deyip, dostlarının gönlünden Rabbimize boynu bükük olarak niyaz edelim. Bizleri de mahrum etme Allah’ım Habibinin sevgi ve yakınlığından…. Dostun aşkına…Rabbim, hicret coşkusuyla Rasûlullah Efendimiz arayan ve bulan kullarından eylesin.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.