Özlenen Rehber Dergisi

141.Sayı

Osmanlı'nın Kuruluşundan Cumhuriyet Dönemine Kadar Tasavvufi Hayat

Nadir SÖNMEZ Özlenen Rehber Dergisi 141. Sayı
Hepimizin malumu üzere Osmanlı tasavufî ekollerle anıla gelen büyük bir devlettir. Hatta halk içinde Osmanlı’nın büyük bir devlet olması ve uzun süre tarih sahnesinde bulunmasının altında yatan en önemli sebebin bu olduğu bilinmektedir. Bu yazımızda bu gerçeği bir nebzede ortaya koymak adına Osmanlı’nın kuruluşundan Cumhuriyet dönemine kadarki vakit aralığında, tasavvufla olan bağlantısını ele almaya çalışacağız. Konumuza Osmanlı’nın kuruluşundan başladığımızda da bu dönemi Osman Gaziden Yıldırım Bayezid’e kadar ele almak gerekir.
13. yy.’da Anadolu’yu işleyenler arasında Horasan erenlerinin katkısının ne kadar büyük olduğu malumdur. Alperenler yani mücahid dervişler olarak bilinen bu gurubun Osmanlı’nın kuruluşunda önemli katkıları olmuştur. Bu Alperenler savaş zamanında mücahit, barış zamanında halk arasına karışarak onların manevi eğitimlerine katkıda bulunmuşlardır. Anadolu’da fethedilen ilk topraklara da tekke ve zaviyeler kurarak önce kendileri yerleşmişler sonra da Müslümanların yerleşmesini sağlayarak fethedilen toprakların kalıcılığını sağlamışlardır.
Kuruluş döneminde tasavvuf düşüncesi sosyal hayatla iç içe, toplumun isteklerini ön planda tutan bir ahlaki eğitimi benimsediği görülür. Az önce de belirttiğimiz gibi barış zamanında kendilerine vakfedilen toprakları işleyen ve gelirinden vergi veren dervişler, devlet düşmanla savaştığı zaman da şeyhleri ve müridleriyle savaşa katılmışlardır.
Osmanlı’nın kuruluşunda Ahiler, Abdallarla birlikte Mevleviler ve Rifailerden oluşan tasavvufi zümrelerin varlığı belirtilmektedir.
Gerek Osman Gazi gerek onu takip eden ilk Osmanlı hükümdarları ve devlet adamları tasavvufi bir terbiyeye göre yetişmiş cesur, mert ve bilhassa iç âlemlerini kontrol edebilen insanlardı. Osman gazi ve haleflerinin etrafı, ahilerin ve babaların teşkil ettiği din adamlarıyla doluydu. Bunlardan biri de her zaman görüşüne başvurulan ve güvenilen âlim ve arif insan Şeyh Edebali’dir. 120 yaşında vefat eden Şeyh Edebali’nin Ahi şeyhi ya da Ebu’l-Vefa tarikatına bağlı bir şeyh olduğu belirtilir.
Osman gazinin, Osmanlı’nın kuruluşuna tabir edilecek rüyasının şeyh Edebali tarafından yorumlanması da onun tasavvuf erbabıyla ne kadar iç içe olduğunu gösteren önemli bir kanıttır.
Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye tasavvuf önderlerinden faydalanması, onların görüşüne değer vermesi şeklindeki öğütlerinden olsa gerek Orhan Gazi de kendi döneminde tasavvuf erbabıyla iç içe olmuştur. Orhan Gazi, döneminde yaptırdığı ilk Osmanlı medresesi olan İznik medresesine tasavvuf erbabı Davud-u Kayseri’yi görevlendirerek tasavvufla olan bağını göstermiştir. Orhan Gazi kendi döneminde Mevlana Sinan, Dursun Fakih, Tacüddin Kürdi gibi sufilere önemli görevler vermiş, Abdal Murad, Abdal Musa ve Geyikli Baba gibi dervişlere saygılı olmuştur. Başta Bursa’nın fethi olmak üzere birçok yerin fethinde bu dervişlerin önemli katkıları olmuştur.
Murad Hüdavendigar da aynı şekilde tasavvufa önem vermiş Postin Puş baba olarak bilinen Seyyid Mehmet Hammeri’ye bir tekke yaptırmıştır. Murad Hüdavendigar Kadiri şeyhi Fahrettin Efendiyi kendisine vezir yapmak istemiştir. Gerçek mutasavvıf, şeyh efendi bu görevi Çandarlı Halil’e verilmesini teklif ederek devlet tasavvuf ilişkisindeki önemli bir noktayı ortaya koymuştur. Murat Hüdavendigar’ın samimi bir Müslüman, herkesin kendisi gibi olduğunu düşünen bir hâl ehli olduğu ve Allah dostu olduğu belirtilmektedir. Onunla ilgili şöyle bir olay nakledilir: Sultan Murat bir gün saraydaki imamına ağlayarak şöyle der; ’Mevlana, benim günahlarımın çokluğundan mıdır ki namaza başlamak için tekbir almak istediğimde üç kere Allah’u Ekber deyip tekbir almayınca Kâbe’yi Şerifi müşahede edemiyorum. Sen hemen bir tekbirle ne hoş müşahede etmektesin.’ Salih bir zat olan Sultan Murad namaz için tekbir alan herkesi kendisi gibi Kâbe’yi görür sanırdı.
Osman Bey, Orhan Gazi ve Murad Hüdavendigar döneminde mutasavvıflar ve devlet erkânı beraber hareket etmişlerdir. Bu birliktelik sonucunda Anadolu’nun fethi ve Müslümanlaşması daha kolay ve kalıcı olmuştur.
Osmanlı’nın kuruluşunda önemli bir yeri olan sufilerden biri de Emir Sultan hazretleridir. Onun Osmanlı’da, hükümdarların tahta çıkarken kılıç kuşanma ve dua etme geleneğini başlatan isim olduğu bilinmektedir.
Osmanlı’da 14. yy kadar Ahi şeyhleri, abdallar ve babaların etkisi fazlayken, bu dönemde ilme dayalı tasavvufi tarikatların etkisi artmıştır. 14 yy. sonlarına doğru Ekberiyye, Bistamiyye, Halvetiyye, Kadiriyye ve Mevleviyye gibi tarikatlar yaygınlaşmıştır.
15 ve 16. asırları özellikle İbni Arabi’nin ve Mevlana’nın görüşlerinin tesir ettiği dönem olarak belirtebiliriz. Bu dönemde İbni Arabi’nin görüşlerinin yaygın olmasına karşın ona bazı âlimlerin de karşı çıktığı bilinmektedir. Muhyiddin Arabi’nin Fusulu’l-Hikem ve Fütuhatı Mekkiyye isimli eserleri bu döneme etki eden önemli eserlerdir.
Bu dönemde Mevlana’nın Osmanlıya etkisi, meşhur eseri Mesnevi vasıtasıyla olmuştur. Kanuni döneminde Şeyhülislam Çivicizade, Mevlana’nın kâfir olduğuna dair verdiği fetvaya çok üzülen Kanuni, Şeyhülislamı görevinden azletmiştir.
15 ve 16. yy, mutasavvıflar önemli eserler ortaya koyarak müntesiplerini en iyi şekilde yetiştirmeye çalıştıkları asır olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde özellikle Mevlana’nın Mesnevisi birçok yerde vaaz kaynağı olarak kullanılmıştır. Ayrıca bu dönemde sufiler vaazlarında tefsir ve hadis nakletmeye büyük önem vermişlerdir.
Allah’ın dışında her şeyden yüz çevirme olarak bilinen zühd kavramını da şöyle tarif etmişlerdir. ’Dünya nimetlerinden ruhen uzak dur, sevgisini gönle sokma.’ Bunun neticesinde idarecilerden zühd hayatı yaşamak isteyenlere halkın sorumluluğunu en iyi şekilde yerine getirmek için adaletli olmalarının da gerekliliğine vurgu yapılarak devlet işlerinin sağlıklı yürütülmesine yardımcı olmuşlardır. Bu dönemin meşhur şeyhlerinden Eşrefoğlu Rumi Ulu’l-emrin vasıflarını şöyle belirtmiştir. ’Ulu’l-emirlik şol kimselerin hakkıdır ki, ilmi Zâhir ve batında kâmil ola. Zâhir ilmiyle Müslümanları adl ve hıfz ede. Bâtın ilmiyle âşıkları terbiye ede, Hakka ulaştıra.’ Bu sözler Osmanlı da tasavvuf anlayışının en tepe nokta olan idarede önemli bir yere sahip olduğu gerçeğini göstermektedir. Bu dönemde yani 15 ve 16. yy.’da tarikat şeyhlerinin Osmanlı Padişahlarıyla olan münasebetinin altında yatan gerçeğin şunlar olduğu söylenebilir: Yöneticilerin şeriat ile tarikatı bir arada tutmaları ve yönetimlerinde adaletten uzaklaşmamalarıdır. Yöneticilerin Bâtıni ve Zâhir yönünü ele alan bu dönem, zahiri-batıni ilimlerle bezenen Osmanlı padişah ve yöneticilerinin yetişmesi sağlanan bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. 15-16. yy.’da tasavvuf anlayışının belirgin özelliği Zâhir bâtın dengesinin tesis edilmiş olmasıdır. Bu dönemde önce mutasavvıflar kendi içlerinde şeriat-tarikat dengesini kurmuşlar devlet adamları da bu dengeye riayet etmişlerdir. Zâhir bâtın dengesini de şu örnekle açıklayabiliriz: Fatih Sultan Mehmed, şeyhi Akşemseddin hazretlerinin çadırına kadar giderek, şeyhinden kendisini halvete sokmasını istediğinde Akşemseddin bunu kabul etmemiş, halkın idaresi elinde bulunan bir kimsenin halvetle ulaşacağı mertebeye, adaletle ulaşabileceğini açıkça ifade etmiştir.
Sonuç olarak toplumda insan-ı kâmillerin idarecileri adaletli olma hususunda uyarmaları, şeriat-tarikat birlikteliğine riayet etmek suretiyle, devlet-tekke-medrese üçgeninde kurulan sağlıklı denge 15 ve 16. asırların Osmanlı asrı olmasına sebep olmuştur.
Bu dönemde Özellikle Kanuni döneminde şeriatın hilafına hareket eden bazı şeyh görünümlü insanlar da idam edilerek tamamen safiyane halisane ortaya çıkan tasavvufun sekteye uğraması da engellenmiştir.
17. yy.’da medrese tekke tartışması ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Ehl-i hâl ile Ehl-i kâl olmak üzere iki gurup ortaya çıkmış ve bu iki gurup arasındaki çekişme ilerleyerek büyük ayrılıklara sebep olmaya başlamıştır. IV. Murat döneminde Birgivi’den etkilenerek hareket eden Kadızâde Osmanlı’nın geri kalışını mutasavvıfların cahilliğinden kaynaklandığını söyleyerek onlara düşmanca davranışta bulunmaya başlayarak, cahil halkı ve IV. Murad’ı yaptığı vaazlarla mutasavvıflara karşı kışkırtmıştır.
Kadızâde, Halveti ve Mevlevilere karşı yaptığı, ’tarikat ehli, bidat ehlidir’ şeklindeki hücumlara, bu tarikatların içinden yetişen mutasavvıflar tarafından karşı hücum meydana gelmiştir. Bu mutasavvıflar arasında en dikkat çekici olanı, halveti şeyhi Abdülmecid Sivasî’dir.
Kadızâde ile Sivasî arasındaki tartışmalar bu döneme damgasını vurmuştur. Daha sonra da Kadızâde taraftarlarının asıl gayelerinin devlete nüfuz etmek olduğu devlet adamları tarafından tespit edilerek tedbirler alınmıştır.
Tanzimat’tan Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar olan süreçte de tasavvufi anlayışı şöyle özetleyebiliriz: Yenilik taraftarı olan II. Mahmud’un fermanıyla Bektaşi türbeleri kapatılmış, açık olanlara da Sünni olan Nakşibendi şeyhi atanmıştır. Bunun sebebi yeniçeriler üzerindeki Bektaşi etkisini azaltmak içindir. II. Mahmud döneminde daha sonra Sünni şeyhler de sürgün edilmeye başlamıştır. II. Mahmud döneminde sadece Bektaşilere değil Sünni tarikatlarla da mesafeli olma anlayışı hâkimdir. Tanzimat’la beraber baskı altına alınan tarikatların bazı şeyhleri de gerçeği haykırdıkları için ya idam edilmiş ya da sürgüne gönderilmişlerdir. II. Mahmud’dan sonra tahta çıkan I. Abdulmecid’in döneminde ilan edilen Tanzimat fermanında tarikatlara daha hoşgörülü ve müsamahakâr bir yaklaşımın var olduğu söylenebilir. Bu dönemde oluşan yozlaşmayı önlemek için 19. yy ikinci yarısında sûfî çevre tedbir alma gereği hissetmiştir. Bu çerçevede Meclisi Meşayıh müessesi kurulmuştur. Bu kurum, tasavvuf eğitiminin sağlıklı yürütülmesi ve tarikat şeyhlerinin icazetli olmalarını kontrol etmek için Mevleviye, Sadiyye, Kadiriye, Sünbüliyye, Halvetiyye ve Nakşibediyye’den birer temsilcinin olduğu üyelerden oluşmuştur.
Bu dönemde tasavvufi düşünceyi benimseyenlerin birçoğu, kendilerine daha rahat ortam sağlayacağına inandıkları için 1. ve 2. Meşrutiyetin ilanına destek vermişlerdir.
Bu dönemde devlet-tekke arasındaki tartışmaların sebebi de devlet tarafından tekkelere verilen ödeneklerin oranındaki azalma hususudur. Bu husustaki istekleri dile getirilen sufilere tepki de; devletten maaş alan şeyhlerin, yapılan haksız uygulamalara kayıtsız kaldıkları yönünde olmuştur.
Sonuç olarak tasavvufla bağlantısının tevhid akidesinin ikamesi noktasında şeriat ve tarikat dengesinin tesis edildiği zamanlarda Osmanlı’nın güçlenip dünyaya hükmettiği asırlar olarak görmekteyiz. Tasavvuftan kopmaların olduğu, tasavvufa mesafenin konulduğu ya da şeriat-tarikat dengesinden uzaklaşıldığı zamanları da Osmanlı’nın zayıfladığı ve yıkılışa doğru gittiği dönem olarak görmekteyiz.
KAYNAKÇA

1- Mehmet Necmettin Bardakçı, ’Osmanlı Devletinin Kuruluş Sürecinde Tasavvuf ve Tarikat’ İnsan Bilimleri Araştırmaları
2- Dr. Reşat Öngeren ’İSAM, 15 ve 16. Asırlarda Osmanlıda Tasavvuf Anlayışı’
3- Dr. Reşat Öngeren ’Mevlana’nın Osmanlıya Etkisi’
4- Halil İbrahim Şimşek ’Türk Modernleşmesi Sürecinde Tasavvuf Alanında ortaya Çıkan Bazı Yöntem Tartışmaları’ H.Ü.İlahiyat Fak. Dergisi
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.