Özlenen Rehber Dergisi

162.Sayı

Hakk'ı Takdis Yolu: Kendini Kusurlu Bilmek

Yasin Durak Özlenen Rehber Dergisi 162. Sayı
لَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ بِمَآ اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
’Ettiklerine sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi seven kimselerin, sakın azaptan kurtulacaklarını sanma. Onlar için elem dolu bir azap vardır.’ (Âl-i İmrân, 3/188)

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ﴿﴾ وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا
’…Onu (yani nefsini) temizleyen kimse muhakkak ki felâha ermiş (umduğuna nail, korktuğundan emin olmuş)tur. Onu (yani nefsini günah ve inkârı ile) örtüp, (karanlıklara) gömen kimse ise muhakkak ki hüsrana uğramıştır.’ (eş-Şems, 91/9-10.)

Cenâb-ı Hakk’ın insanı yaratmasındaki en büyük maksadı, O’nun Adem’i yaratma iradesini meleklere söyledikten sonra onların ’oysa biz sana hamdederek daima seni takdis ve tenzih ediyoruz’ diye verdikleri karşılıktan anlaşılacağı üzere kendi Zat-ı Akdes’ini tesbih, tazim, ve hamd vazifesinin yaptırmaktır. Tesbih ’subhanallah’ demenin karşılığıdır ve Allah’ın bütün noksan ve kusurlardan münezzeh olduğunu ifade eder. Fahreddin-i Râzî (rh.a.), tesbihin celal sıfatı olan sıfat-ı selbiyeye, tahmidin de ikram sıfatı olan sıfat-ı subûtiyeye delalet ettiğini söyler. İnsan bu ’subhânallah ’sözünü söylediği ve o şuur halinde olduğu vakit fıtratına yerleştirilen yaratılış hikmetini ortaya koyar, gönderildiği imtihan alemindeki aslî vazifesini yerine getirir. Fakat ’subhânallah’ diyerek takdis edebilmek bu kadar kolay yapılabilecek bir iş değildir.
Bir misalle meseleyi anlamaya çalışalım:
Filan kişinin yanında arkadaşları konuşuyorlar ve diğer insanların hata ve kusurlarından bahsederek dedikodu yapıyorlar. Bu kişi anlatılanları sakince dinliyorken söz birden kendine geliyor ve hakkında kendisini tenkit eden bir söz söylüyorlar. Onun hali anında değişiyor, kalp atışları hızlanıyor ve tenkit edilen konuda haklı olduğunu ispat eden delillerini söylemeye başlıyor.
Bu tabloda insanın kendisine ne kadar değer verdiğini, kendisinin eksik ve kusurlarını gösterdiklerinde verdikleri tepkilerle anlıyoruz. Bir tenkit geldiği zaman adeta bir avukat gibi kendisini müdafaa eder, kendisinde bir kusur bulmak istemez, bütün eleştiri oklarını savuşturarak benliğindeki bir şeyleri korumaya çalışır. İşte bu keyfiyet, tesbih ve tenzih keyfiyetidir ve suiistimal edilerek yanlış yönde kullanılıyor. Eğer doğru yöne çevrilse; yani hakiki kusursuz Kamil-i Mutlak olan Allah’a tevcih ettirilse ubudiyet yerini bulacak, insan hududunda kalacaktır.
Nasıl ki gecede karanlığın şiddeti nispetinde yıldızlar daha bariz surette görünür, insan da kusurları kendi üzerine alsa kendisinin, yani fena aleminin karanlığında hakikat yıldızları parlayacak ve Hakiki Kâmil’e kemal, cemal ve bütün üstünlük sıfatlarını verebilecektir. Çünkü ifade ettiğimiz gibi gündüz gökyüzüne baktığımızda yıldızlar görünmez, gece karanlık çökünce görülmeye başlar ve karanlık ne kadar şiddetlenirse yıldızlar o nispette tezahür ve tebarüz eder.
İman hakikatleri ile insandaki ahlak tehzibinin kuvvetli bir bağlantısı ve bir iktiza ilişkisi vardır. ’Noksansız olan Allah’ diyorsak ’kusur ve noksanlık mahluktandır’ demeyi kabul ediyoruz demek olup tevbeye muhtaç olduğumuzu anlar ve tevazu hissiyatına bürünürüz.
Kamil insanların hayatı nefislerini tevbih ve takbih etmenin misalleriyle doludur. Hz. Osman’ın nakliyle cennetle müjdelenmesine rağmen hançerlendikten sonra yüzünü toprağa koymak isteyip ’Allah bana merhamet etmezse vay benim halime’ diyen Hz. Ömer (r.a.)’ın bu mahviyet hali elbette:
فَلَا تُزَكُّوٓا اَنْفُسَكُمْ
’Şu halde kendinizi temize çıkarmayın.’1 ve
يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَآءُ اِلَى اللّٰهِۚ وَاللّٰهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَم۪يدُ
’Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise ganîdir (her bakımdan kendi kendine yeterlidir, sınırsız zengindir.) övülmeye layıktır.’2 ayetlerinin nurundan çıkan nefsin kusurunu görme hasletinin bir temessülü idi.
Yine Hayâtü’s-Sahâbe’de geçen bir vakada şöyle anlatılıyor :
Muhammed b. Amr el-Mahzûmî’nin babası anlatıyor: (Bir defasında) Ömer b. el-Hattâb: ’es-Salâtu câmia/Namaz toplayıcıdır’ (diyerek) nida etti (ve halkı mescide çağırdı). İnsanlar toplanıp da çoğalınca minbere çıktı. Allah’a hamd etti ve ehli olduğu şekilde O’na senada bulundu, peygamberi (s.a.v.)’e salavat getirdi, sonra: ’Ey insanlar! Andolsun ki kendimi Benî Mahzum’dan dayılarıma ait (hayvanları) güttüğümü, (buna karşılık onların) bana bir avuç hurma veya kuru üzüm verdiklerini, (o) günümü ve daha birkaç gün (onları yiyerek) geçirdiğimi hatırladım.’ dedi, sonra indi. Bunun üzerine Abdurrahmân b. Avf (r.a.): ’Ey mü’minlerin emiri! Kendini küçük düşürmenin –yani ayıplamanın- üzerine (bir şey) eklemedin.’ dedi. Bunun üzerine (Ömer): ’Yazıklar olsun sana ey İbn-i Avf! Muhakkak ki ben yalnız kaldım, nefsim bana konuştu ve: ’Sen mü’minlerin emirisin! Senden üstün olan kimdir?’ dedi. Bunun üzerine ben de ona kendini tanıtmak (haddini bildirmek) istedim.’ dedi.3
Biz Cenâb-ı Hakk’ı daima benliğimizin mikyası ile, ’ene’ye yerleştirilmiş şuunat ile tanırız. Bediüzzaman Hazretleri ’ene’ hakkında şu ifadeleri kullanarak mahiyetine işaret ediyor:
’Sâni’-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak, işarat ve numuneleri câmi’ bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.’4
Ene’nin yani benliğin Allah’ı tanımaya vesile olacak bir yönü malikiyet, amiriyet ve mevhum rububiyet gibi şuunatın dürbünü olduğu gibi evvelce de ifade ettiğimiz gibi diğer bir yönü de kendi noksanlık ve acziyetini görüp Allah’ın kemalinin marifetine ulaşması suretiyledir. Bu tarz bir marifet ancak ve ancak kendi nefsini hiçbir durumda müdafaa etmeme, her durumda hataları kendi üzerine alma, daima kendi ayıplarını görme ahlakıyla kazanılır ve Allah’ı tesbih ifade eden ’Subhanallah, Allahu Ekber’ kelimelerinin âlemimizde hayat bulması mümkün olur.
İnsanın bir makamda olması, başka bir ifadeyle bir sıfata atfedilen topluluktan olarak zikredilmesi, kişinin o sıfata delalet eden davranışlarının sürekliliği ile olur. Bahis konusu fiile devam ede ede kişide itiyat ve ahlak halini alır. Bunu şu hadis-i şeriften de açıkça anlıyoruz :
’Muhakkak ki doğruluk (insanı,) halis iyiliğe götürür. Ve muhakkak ki halis iyilik de cennete götürür. Ve muhakkak ki kişi, mutlaka (devamlı) doğruluk yapar da nihayet ’sıddîk’ (çok doğru) olur. Muhakkak ki yalan (insanı) fücura (şerre) götürür. Ve muhakkak ki fücur da cehenneme götürür. Ve muhakkak ki kişi mutlaka (devamlı) yalan söyler de nihayet Allah katında kezzâb (çok yalancı) olarak yazılır.’5
Tesbih vazifesi bizim gibi nefis ve enaniyet taşıyan insanların da hilkat vazifesi ise elbette nefsi müdafaa etmemek, hayat boyu dikkat edilecek bir tavır olmalıdır. Nefsin suçlanarak zorlandığı her konuda:
فَلَا تُزَكُّوٓا اَنْفُسَكُمْ
’Şu halde kendinizi temize çıkarmayın.’6 ayeti hatıra getirilmeli, zorluk ve hizmetlerde nefis düşünülüp vazife altına sokulmaya çalışılmalı, tenkit, suçlamalar ve ortaya atılan hatalar nefiste kabul edilmelidir. Haklı olduğumuz durumlarda bile eğer icap ediyorsa ’evet nefsim her kötülüğü ister, fakat işin aslı şöyledir…’ demeliyiz; ta ki nefsini temize çıkarmayarak mutahhirin güruhunda olabilelim.
İlim ehlinde olan enaniyet ise kendisini en alim kabul etme tevehhumüyle olur. Burada nükteli bir kıssa nakledelim:
Talebelerinden biri, hocalarında beliren kibri fark eder ve bir gün elinde boş bir beyaz kâğıtla hocasının yanına gider. ’Hocam’ der, ’Şu elimdeki kâğıttan örnek vererek bana Allah’ın ilmini gösterebilir misiniz?’ Müftü, bir kâğıda bakar bir de talebesine ve şöyle der: ’Evladım, hiç bu kâğıt Allah’ın ilmini göstermeye yeter mi?’ Talebe: ’Biliyorum efendim, yetmez ama yine de anlatmanızı istiyorum.’ deyince, müftü kâğıdı eline alır ve ’Bak evladım’ der, ’Madem örnek istiyorsun, bu kâğıdı sonsuz düşün, sınırsız olsun bu kâğıt, işte Allah’ın ilmi bu kâğıdın tamamıdır.’ ’Anladım.’ der talebe ve devam eder, ’Peki hocam, o zaman Allah’ın ilminin yanında tüm insanların ilmi ne kadardır peki?’ diye sorar bu defa. Hoca yeniden kâğıdı alır ve kâğıdın tam ortasına kalemle bir nokta koyar. ’Tüm insanların ilmi, Allah’ın ilminin yanında şu gördüğün nokta gibidir.’ der. Ve talebe can alıcı sorusunu sorar: ’Peki hocam, bu noktanın içinde sizin ilminiz ne kadar?’ Böylece hoca işi anlar, kendisine gelir.
Cenâb-ı Hak cümlemizi intibaha sebep olacak bir kader planıyla taltif etsin! Zat-ı Akdes’ine layık kul olma yolculuğunda nakıslık ve acizlik kanatlarıyla uçabilmeyi nasip ve müyesser eylesin!

(Endnotes)
1 en-Necm, 53/32.
2 el-Fâtır, 35/15.
3 İbn-i Asâkir, Târîhu Medineti Dımeşk, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1997, c. XLIV, s. 315.
4 Sözler.
5 Buhârî, Edeb, 69.
6 en-Necm, 53/32.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

1 kişi yorum yazdı.