Özlenen Rehber Dergisi

162.Sayı

En Üstün Akıl Edeptir

Ömer Faruk EJDER Özlenen Rehber Dergisi 162. Sayı
Akıl: Bağlamak, engel olmak, tutmak, diyet vermek, idrak, muhakeme kabiliyeti, kavrayış, zekâ, insanların tehlikeye düşmesine engel olan şey, düşünme, kavrama ve bilgi elde etme gücü manalarına gelmektedir.
Terim olarak akıl, varlığın hakikatini idrak eden, maddi olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç demektir.1
İnsanın her çeşit faaliyetinde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıran güç olan akıl, ahlâkî, siyâsî ve estetik değerleri belirlemede en önemli fonksiyon olarak görülür.2
Kur’ân’da yedi yüz elliden fazla yerde akıl ve düşünmeye yer verilmesi, İslâmiyet’in akla verdiği değeri göstermesi açısından önemlidir. Kur’ân’a göre insanın düşünmesi3 ve öğüt alması, ibret alması,4 hidâyete ermesi,5 cahillikten kurtulması, kalbî körlükten yani basiretsizlikten uzaklaşması 6 için en iyi yardımcı akıldır.
Hacı Bektâşî Velî de aklı ’İnsana Allah’ın bağışladığı en büyük nimet, aynı zamanda insanı insan yapan ve onu diğer canlılardan ayıran, onun her türlü aksiyonlarına anlam kazandıran en önemli haslettir’7 diye tarif eder.
Gazâlî akıl kelimesinin akl-ı evvel, insânî ruh ve ruhun sıfatı olmak üzere üç farklı anlamda kullanıldığını ifade eder.8
Mevlâna ise aklı ’Mesela el, akıl sayesinde işini yapar; akıl komut vermezse ayak yürümez, göz doğru göremez, kulak yanlış işitir. Hakikatte bütün işler akıldan hâsıl olur; organlar aklın emrinde çalışan aletlerdir’9 diye tanımlar.
Sühreverdî ise aklı ’Akla gelince o, ruhun dili ve basiretin tercümanıdır. Rûh için basiret ise onun kalbi, akıl da lisanı yerindedir’10 sözüyle tanımlamaktadır.
Biz burada daha ziyade Sühreverdî’nin üzerinde durduğu akıl tanımlarına ver vermeye çalışacağız.
Yine o akıl tanımları hususunda âlimlerin ihtilafı olduğunu söyler. Biz konu bütünlüğünü bozmamak ve zihin dağınıklığı meydana getirmemek adına o detaylara girmeyeceğiz. Sühreverdî kendi görüşünü şu şekilde açıklar: ’Akıl, ulvî olan rûh-ı insânînin cevheri, onun dili ve kılavuzudur.’11 Yine sözlerine şöyle devam eder:
’Buna göre aklı ifade ederken söylediğimiz sözler ortaya çıkmış olur. O da şudur: Akıl ruhun dilidir. Çünkü ruh, Allah’ın emrindendir. O, dağların, yerin ve göklerin kaçındığı ilâhî emaneti taşıyan latifedir. Aklın nuru, ruhtan feyz alır. İlimler de aklın nuru ile öğrenilebilir. Akıl, ilimlere göre yazı tahtası mesabesindedir.’12

Aklın nefsle alakası
Sühreverdî, nefsle aklın ilişkisini şöyle izah eder:
’Akıl, normal yaratılışı gereği, bazen nefs tarafına çevrilmiş onun etkisine giren bir şekilde, bazen de derecesi yükselerek istikamete yönelmiş olarak bulunabilir. Aklı nefs tarafına meyletmiş ve onun etkisine girmiş olan kimse, aklını kâinatın cüzlerine dağıtarak orta yolu kaybetmiş, doğruluktan ayrılmış olur. Aklı derece itibarı ile yüksek olup doğru yolu bulmuş kimsenin aklı, ruhun kalbi durumunda olan basiretle kuvvetlenmiştir. Kâinatı yaratan Cenâb-ı Hakk’a giden yolu bulmuştur. Kâinatı, yaratıcısı ile tanımış, marifetin bütün çeşitleri ile Mükevvin olan Allah’ı ve yaratığı olan kâinatı bilmiş olur. Böyle bir akıl, insanı doğru yola götüren akıldır. Ki Cenâb-ı Hak, aklın, yönelmesini istediği bir hususta kendisine yönelmesini, kötülüğünü göstererek yüz çevirmesini emrettiği bir konuda da aklın, bundan kaçınmasını sevmesi buna delalet eder. Böyle bir akıl Allah’ın sevdiği ve yapılmasını emrettiği şeyleri yapmaya, gazap ettiği ve yasakladığı şeylerden de kaçınmaya devam eder. Akıl ne zaman istikamet üzere bulunursa, basiretle kuvvetlendirilir. Sahibine doğru yolu gösterir, sapıklıktan uzaklaştırır.’13

Aklın yeri
Âlimler arasında aklın yeri hususunda da ihtilafların olduğunu görmekteyiz. Biz yine ihtilafa girmeden Sühreverdî’nin görüşü ile iktifa etmeye çalışacağız. ’Aklın yeri konusundaki ihtilaflar ve bu hususta konuşulan sözlere gelince; bir kısmı, aklın yerinin dimağ, diğer bir kısmı da kalp olduğunu ileri sürmüştür. Bunlar işin hakikatini kavramaya çalışan kimselerin sözleridir. Bu husustaki ihtilaflar aklın belli bir çizgide istikrarlı olarak devam etmemesinden kaynaklanmaktadır. Akıl bazen iyiliğe, bazen de kötülüğe yönelir. Kalp iyiliğe, dimağ da kötülüğe nispet edilir. Aklın tasarruf ve tedbiri kötülük ve isyana yönelik görülürse yerinin dimağ, iyilik ve güzelliklere yönelik olursa yerinin kalp olduğu ileri sürülmüştür.’14
Yine o, ’İmanın aklının kalpte yerleşik olduğu, buna yön veren şeyin de göğüste, fuâdın tam ortasında yer aldığı ileri sürülmüştür’15 şeklinde de bir nakilde bulunarak aklın yeri konusundaki tartışmayı izah etmeye çalışmıştır.

Aklın sınırı
Yine Sühreverdî’den nakille aklın sınırı hususundaki yaklaşımlarına değinmeye çalışacağız. O bu konuya İbrahim (a.s.)’a göklerin melekûtunun göstertildiğini ifade eden âyet-i kerime ile açıklık getirir:
’Cenâb-ı Hakk: Böylece biz, İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu (büyük ve harikulade muhteşem varlıklarını) gösteriyorduk ki (kudretimize ve azametimize) kesin inananlardan olsun’16 buyurmuştur.
’Âyet-i kerimede ifade edilen ’kesin inananlardan ve yakîn sahiplerinden’ olma meselesi ancak bu manevi doğumla kazanılabilir. Manevi doğuma sahip olmayan kimse, peygamberlerin mirasçısı olmaya hak kazanamaz. O, ne kadar anlayışlı ve zeki de olsa, ikinci bir doğumu yoksa peygamber mirasçılığı kendisine ulaşamaz. Çünkü anlayış ve zekâ aklın neticesidir. Hâlbuki akıl şeriatın nurundan mahrum ve kuru olursa, mülk âleminde ne kadar dolaşırsa da melekût âlemine müdahale edemez. Bu âleme giremez. Bundan dolayıdır ki akıl, mülk âleminde tasarrufa sahip olduğu için matematik ilminin delillerine vakıf olabilir. Fakat melekût âlemine yükselemez.’17
Aynı düşünceyi paylaşan Gazâlî de aklın kendi başına çok az şeyi halledebileceğini çünkü onun bir şeyin cüzi’ yatının değil ancak külliyatının bilgisine vakıf olabileceğini kaydeder. Şeriat ise bir şeyin hem cüz’iyatının hem de külliyatının bilgisine vakıftır. Bundan ötürü akıl şeriatın ışığına muhtaçtır.’18
Sühreverdî, kuru bir akılla meselelere bakanların çoğu zaman doğruyu bulmaktan mahrum kaldıklarını ve bu durumun kalbin ve ruhun konu ile ilgili açıklamalarından mahrum kalmalarından kaynaklandığını ifade eder:
’Akıl ruhun dili ve tercümanı; hidayet nurlarının kendinden kaynaklandığı basiret ve kalbin nurudur. Tercüman yani dilin konuştuğu şeyler, kalp tarafından bilinen, tercüme edilen şeylerdir. Kalbin bildiği şeyler, genellikle tercüme eden dil tarafından bilinmez. Bu yüzden, enbiya ve onlara tabi olanlar nezdinde insana Allah’ın lütfu olan hidâyet nurundan yoksun kuru bir akılla meselelere bakanlar, çoğu zaman doğruyu bulmaktan mahrum olur. Meselelere kuru akılla bakanlar, kalbin ve ruhun açıklamalarından mahrum oldukları için önlerine perdeler sarkıtılır ve gerçeği bulamazlar.’19

Aklın çeşitleri
Başlıktaki aklın çeşitleri kavramı, akıl hakkında derinlemesine araştırma yapan âlimlerin yaklaşımıdır. Biz burada Sühreverdî’nin yaklaşımına değinerek konuya açıklık getirmeye çalışacağız.
Sühreverdî, aklın çeşitleri olarak kabul edilen akl-ı me’âd ve akl-ı me’âş kavramlarına da açıklık getirir. Bazı âlimlerin bu ayırımı yaptığını ifade eden Sühreverdî, aslında böyle bir ayrımın aklın farklı hallerinden başka bir şey olmadığını düşünür:
’Bazıları da der ki: Akıl iki kısımdır. Birincisi, kendisi ile dünya işleri görülen akıl (akl-ı me’âş), ikincisi de yine kendisi ile ahiret işleri görülen akıldır (akl-ı me’âd).20 Birinci aklın, ruhun nurundan, ikinci aklın da hidâyet nurundan etkilendiği belirtilmiştir. Birinci akıl bütün insanlarda; ikinci akıl ise müşrikler dışında yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın birliğine inananlarda bulunur.’21
Sühreverdî, akla farklı isimlerin tesmiyesinden sayıca çok olduğu kanaatine varılmaması gerektiğini bildirir. O, bu iki aklın tek bir akıl olduğunu ifade eder: ’Ruhun dili’ diye açıkladığımız akıl, gerçekte iki ayrı tür değil, tek bir akıldır.’22
Aklın farklı hallerini ise onun, şeriat nuruyla aydınlanması veya bu nurdan mahrum olmasıyla açıklar:
’Ancak akıl, derece itibarı ile yükselir ve istikamet üzere olursa, basiretle kuvvetlenir, mutedil olur ve her şeyi yerli yerine kor ve öylece değerlendirir. Bu akıl şeriatın nuru ile aydınlanan akıldır. Çünkü onun yükselişi ve itidale kavuşması, şeriat nurunun aydınlatması ile doğru yolu bulmasındandır.’23
Görüldüğü üzere akl-ı me’âş diye tanımlanan aklı Sühreverdî, aklın, şeriat nuruyla aydınlanması hali olarak takdim etmektedir. Bu durumun izahını ise şu şekilde yapar: ’Çünkü şeriat, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in dili ile gelmiştir. Bu ise, O’nun ruhunun ilâhî huzura ve Cenâb-ı Hakk’a yakın olmasından, Allah Teâlâ’nın âyet ve kudretlerine karşı kalp durumunda bulunan ruhî basiretinin keşf gücünden, aklının istikametinin basiretle takviye edilmesinden kaynaklanmıştır.’24
Yukarıdaki akıl taksimatını ilm-i ledün ile yorumlayanları da görmekteyiz. Bu taksime göre yine akıl ikiye ayrılmakta:
Ahmed Yüksel Özemre’ye göre Akl-ı me’âş: ’maddi eşyalar hakkında bilgi sahibi olduktan sonra bunlar arsasındaki bağıntılardan hareket etmek suretiyle birtakım sonuçlar çıkarmakta. Bunun Türk’çesine ’gündelik akıl’ da denmektedir.’
’Bir de akl-ı me’âd var. O da, bu görünen yani zâhirî âlemin arkasındaki ilâhî hakikatlere nazar etmesini bilen akıldır. Yani bâtına ve ahirete yönelik akıldır. Metafizik hakikatleri idrak ve fehm etmeye yönelik bir akıldır. Ve tabiî bu akıl herkeste yok. Nasıl ki biz akl-ı me’âş’ı ta emekleme çağından itibaren bu yaşımıza kadar hep eğitimle, hep egzersizle iktisap edip kazanmışsak, Akl-ı me’âd’ı da aynı şekilde kazanmak, iktisap etmek lazım. Nasıl ki biz Akl-ı me’âş’ı kazanmak için belirli bir yoldan, belirli bir tarikten geçmiş isek, bir eğitim tarikinden geçmiş isek, Akl-ı me’âd’ı kazanmak için de böyle bir tarikten geçmek lazım.’25
Yukarıdaki taksimata göre aslında aklın sayıca artmadığını, niteliği yönünden iki farklı ismin verildiğini görmekteyiz. Hayatına, şeriatı gücünün yettiğince uygulamaya çalışana akl-ı me’âd nuru bahşedilmekte. Buna göre aklın bu yönüne sahip olmak hem kesbî hem de vehbîdir. Kesbî oluşu, müminin şeriatı yaşaması; vehbî oluşu da akla verilen bu kabiliyetin indi ilâhîden olması şeklinde izah edilebilir.

Akıl ruh ilişkisi
Burada yine Sühreverdî’nin görüşüne yer vererek akıl ve ruh arasındaki münasebete değineceğiz. O aradaki münasebeti şöyle açıklar: ’Akıl, ruhla bir varlık ve kişilik kazanır. Onunla eşya üzerinde hüccet getirebilir. Eğer ruh olmasaydı, akıl dumura uğrar, hiçbir şeyin leh ve aleyhinde bir delil getiremezdi.’26
Görüldüğü üzere akıl ve ruh ayrılmaz melekeler olup, birinin varlığı diğerin varlığı ile kaim.

İdrak için akıl kâfi midir?
Mâhiyeti ne olursa olsun, insan, akıl ile ilim ve tekniği keşfeder. Aklı olmayan varlık, mükellef değildir. Din akla hitap eder. Allah’ın varlığını bilmek ve onu ispat etmek, ancak akılla olur. Ne var ki akıl her şeyi kavrayabilecek güçte değildir. İnsandan bir cüz olduğu için, insanın diğer uzuv ve kuvvetleri gibi sınırlı ve kusurludur. Belirli bir sınır içerisinde hükmünü yürüten akıl, fizik ötesindeki birçok hakikati kavrayamaz, dinin birçok gerçeklerini bilemez. Bu hakikatler ise ancak vahiy yolu ile bilinebilir. Dinin bildirdiği gerçekleri ancak akıl ile anlayabiliriz. Gerçekler akıl ile bağdaştığı halde, gerçek olmayanlar da daima akıl ile çelişki halindedir. Bu nedenle akıl, hak ve gerçek din olan İslâm ile dâima birlik ve yardımlaşma halindedir.27

Akıl-iman münasebeti
Aklın bir sınırı vardır. Akıl sınıra yaklaştığını, yetersiz kaldığını hissettiği anda, devreye iman gücünü sokar. Akıl, iman safhasına, etki altında kalmadan ’hür olarak’ yaklaşımı temin eder. İman edilecek şeyin ne olduğunu araştırır. İman gücü faaliyete geçtiğinde akıl, kendi kendini pasifize eder.
Akıl ve iman ayrı ayrı şeylerdir. İman, ’Mümin’ isminin mânâsının bir birimden çıkışı ile alâkalıdır. İman, yine aklın programladığı beyin hücrelerinin belirli bir bölümünün çalışması ile elde edilebilir. İmanın fiile dönüştürülmesi şarttır. Sadece ’inanıyorum’ demek yeterli değildir. İnanılan şeyin beş duyu ile algılanabilmesi kaçınılmazdır. Abdülkadir Geylânî Hazretleri bu nedenle; ’İman, mutlaka amelle tevsik olunmalıdır’ demektedir. Böylece beyin aktivite kazanarak ruha kayıt yapmaya başlar. Ayeti kerimede: ’Ey iman ehli, Allah’a iman edin’28 denmesinden kasıt, iman eksikliğinin hissedilmemesi ve imanın kesafet kazanmasını temini içindir.
Netice de yoğunluk kazanan idrak, mutlaka fiile dönüşecektir. İmandaki prensiplerin amele dayandırılmasındaki espri budur. Taklidi iman düzeyinde bulunanların, kendi aslını ve hakikatini bulabilmeleri mümkün değildir. Hz. Abdullah’dan (r.a.) rivayet edildiği gibi, Efendimiz’e vesvese soruldu, O; ’o imanın halis olanıdır!..’ diye buyurdu.29 İman, düşündüğünü tatbik ettiren bir faktördür. İmanlı kişi Kur’an’a aykırı hareket yapamaz. Bir yerde iman idraktir diyebiliriz. Aslında iman da aşılması gereken bir basamaktır. Zira iman, amaç değil, araçtır. Aynen kulluk çalışmalarında olduğu gibi...
Hedef, ’Allah’a vasıl olma’ dır. Amaç ile aracı karıştırmamak gerekir. İman, görmediğin bir şeyi kabullenmendir. Bir anlamda, akıl ve îkan arasında sırat-ı müstakimi oluşturur. Gözle görülen, kulakla işitilen şeye artık iman edilmez.30
Yazımızı, başlıkta kullandığımız ’Edeb’ kavramı ile nihayetlendirmek istiyoruz. Akıl melekesini izah ederken ulemanın farklı görüşlerine yer vermeye çalıştık. Burada okuyucularımızın ’aklını’ karıştırmaktan ziyade, somut akıl tanımı yapmaya çalıştık. Felsefî tartışmalara girmedik. Zira bu kavram asırlardır âlimler arasında tartışılagelmiştir. Tartışma detaylarına girmenin lüzumsuz olduğu kanaatindeyiz.
Akıl ve edep kavramları arasında kuvvetli mana birliğinin var olduğunu düşünüyoruz. Aklı ziyalaşan (nurlanan) kimsenin, namı diğer, akl-ı me’âd’ı geliştikçe, edep şuurunun da kuvvetlendiğini söyleyebiliriz. Çünkü bu akla sahip kimse, artık ahirete yönelik hayatını devam ettirdiğinden, hali edepli kişiye dönüşmekte. Aksi de yani akl-ı me’âş’ta kaldığı müddetçe edepten uzak bir hayat yaşadığını söyleyebilmek mümkün. Yukarıda belirtildiği gibi, şeriat nurundan uzak yaşantı, kişiyi sadece bu dünya ile meşgul bir hayat sürdürmesine sebep olmakta. Böyle bir yaşantı kâfirlerin yaşantısına benzediği için, bu durumdan Allah’a sığınırız.
Sonuç olarak şu hakikati kavramada mümin kimse için azami ehemmiyet vardır: Mümin kimse, Allah’a kulluk yolunda, aklını şeriatın nuru ile her daim beslemesi gerekmektedir. Şeriat nurunun şuası altında aklını kullanan insan, istikameti neticesinde Allah’tan kendisine akl-ı me’âd’ın bahşedileceğini ümit ederiz. Bu akıl da, hiç şüphesiz, onda basiretin ve ferasetin gelişmesine katkı sağlayacaktır. Bu kimsenin: ’Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar’31 hadis-i şerifinin mazharı olmasını ümit ederiz. Bu mazhariyet mümin kul için hiç kuşkusuz büyük bir bahtiyarlık vesilesidir. Nitekim sohbetlerin birisinde üstadımız Muzaffer Yalçın hocaefendi edepten bahsederken: ’Sen kalbini meşgul etmen gereken yerle meşgul edersen, edep kendiliğinden gelir.’ buyurmuşlardı. Meşgul olunması gereken zât da hiç kuşkusuz Allah (c.c.) Hazretleridir. Rabbimizden niyazımız, ümmet-i Muhammedi güzel edep sahibi kılmasıdır.32

(Endnotes)
1 el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, Dâru’l-KitÂbi’l-Arabî, Beyrut 1405, s. 197.
2 BOLAY, Süleyman Hayri, ’Akıl’ TDVİA, İstanbul 1989, c. II, s. 238; Dihlevî, Şah Veliyullah, İslam Düşünce Rehberi, Terc: Mehmet Erdoğan, Yeni Şafak Gazetesi, İstanbul, trs., c. I, s. 125.
3 Sâd, 38/29.
4 Tâ-hâ,20/54.
5 el-Bakara, 2/171, ez-Zümer, 39/17-18.
6 el-Bakara, 2/172.
7 Hacı Bektâşı Velî, Makâlât, s.141.
8 Gazâlî, Meâricü’l-Kuds, ss. 8-17.
9 Mevlâna, Fîhi Mâfîh, s.166.
10 Sühreverdî, Avârif, vr. 147.a.
11 Sühreverdî, Avârif, vr. 147.b.
12 Sühreverdî, Avârif, vr. 147.b.
13 Sühreverdî, Avârif, vr. 147.b.
14 Sühreverdî, Avârif, vr. 145.b.
15 Sühreverdî, Avârif, vr. 148.a.
16 el-En’âm, 6/75.
17 Sühreverdî, Avârif, vr. 26.b.
18 Gazâlî, Meâricü’l-Kuds, s. 50; NASIR, Nihat, Akılcı Yanılgı, Sır Yay., İstanbul 2002, ss. 64-7.
19 Sühreverdî, Avârif, vr. 27.a.
20 ULUDAĞ, Süleyman, ’Akıl’, TDVİA, İstanbul 1989, c. II, ss. 246-7.
21 Sühreverdî, Avârif, vr. 147.b.
22 Sühreverdî, Avârif, vr. 148.a.
23 Sühreverdî, Avârif, vr. 148.a.
24 Sühreverdî, Avârif, vr. 148.a.
25 ÖZEMRE, Ahmed Yüksel, Kâmil Mürşidlerin Mîrâsı, İstanbul, İnsan Yayınları, 2011, s. 35.
26 Sühreverdî, Avârif, vr. 144.a.
27 YAĞCI, Cengiz, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. I, ss. 83-85.
28 en-Nisâ, 4/136.
29 Müslim, Îmân, 60.
30 YÜKSEL, Ahmet F., http://sufizmveinsan.com/aksam/akiliman.html, erişim tarihi,05.08.2017.
31 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 16.
32 ÇATAK, Adem, ’Şihâbeddîn Sühreverdî Hayatı Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı’ (Yayınlanmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara,2007).
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.